Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Gökçeada’da Nisan ortalarına doğru dersleri kırıp Kaleköy’e denize gitmeye başlardık. Dersleri kıran bir iki öğrenciyle sınırlıysa sorun olmazdı. Ama bütün sınıf okuldan kaçtığında okul bunu ciddiye alıyordu. Bunu siyasi bir eylem, okul yönetimine karşı başkaldırı olarak algılıyorlardı. Dersten kaçtığınız gün hiçbir sorunla karşılaşmıyorduk. Çünkü eğitim şefi kaçanları ertesi gün sabah odasına çağırıyordu. Nöbetçi öğrenci elindeki öğrenci listesiyle sınıfa girip “numaralarını okuduğum arkadaşlar eğitim şefinin odasına gidecekler,” diye duyuru yapardı. Eğer hastalık veya nöbet gibi bir bahaneniz varsa anlayış gösterilirdi. Ama eğer sadece haylazlık etmek için dersten kırdıysanız o sabah temiz bir dayak yerdiniz. Eğitim şefinin özel yapım bir sopası vardı. Onunla genellikle kıçımıza veya sırtımıza vururdu. Dayak yiyeceği gün gibi ayan beyan olanlar dayaktan önce bazı önlemler alırdı. Örneğin birkaç pantolonu, gömleği veya pardösüyü üst üste giyerek sopanın etkisini azaltmaya çalışırlardı. Ve nedense dayak yiyenler bunu hep gizlerdi. Ya da “acımadı kine, hiç acımadı, duymadım bile,”derlerdi. Baharla birlikte dersleri kıranların dışında haftada birkaç kez eğitim şefinin odasına çağırılanlar vardı. Bunlar resmen o odaya ve dayağa aboneydi. Ya zamanında kalkmazlar, ya yataklarını toplamazlar ya da etütlere geç kalırlardı. Bizim sınıfta da bu ekipten bir iki kişi vardı. Eğitim şefi bunları cezalandırmaktan bıkıp usandı, bunlar dayak yemekten usanmadılar. Sanırım dayak da bir süre sonra sigara gibi bağımlılık yapıyordu. Ben dayak yiyen öğrencilere acıdığım kadar eğitim şefine de acırdım. Çünkü adamcağız hiç de öfkeli veya sevimsiz biri değildi. Kendisine verilmiş kötü adam ve korkulan yönetici rolünü oynamaya çalışırdı. Geçim derdi, ne yapsın? Lise yıllarımızda bütünlemeye kalan öğrencilere yazın kırk gün okula giderlerdi. Haylazlar için yetiştirici düzenlenirdi. Kurstan sonra kaldığımız dersten sınav yapılırdı. Yazın bir dersten kursa kalmak Gökçeada da piyangodan tatil kazanmak gibi bir şeydi. Kaldığınız ders sayısı az ise kurs saatleri de çok az olurdu. Denize gitmek ve tatil yapmak için bol bol vaktimiz olurdu. Kendi yaşıtımız onlarca kafa dengiyle mis gibi bir yaz kampı. Sınıfını takıntısız geçenlerin bu yaz kamplarından haberleri olmazdı. Onlar bütünlemeye kaldık diye bizim için üzülürler, hatta bizi teselli etmeye çalışırlardı. Yazın curcunanın, eğlencenin Kaleköy sahillerini bizi beklediğini nereden anlayacaklar? Köylerine dönüp tarlada bahçede çalışırlardı. Bu böyle acayip haylazların ödüllendirildiği, çalışkanların cezalandırıldığı bir sistemdi. Haylazlar kampında olduğumuz bir yaz sabahı o gün kursu olmayan belki de yüz kişi hep birlikte Kaleköy’e denize gittik. Kaleköy sahilindeki askeri kampın gerisinde karadut ağaçları vardı. Denizden çıkıp karadut ağaçlarına tırmanıp bol bol dut yedik. Karadutun tadını bilenler ağaca çıkan kişinin temiz kalmasının mümkün olmadığını da bilirler. Önce korunmaya çalıştık. Ama olmadı, baktık hepimizin bir yerleri boyanmış. İlerleyen dakikalarda işin çivisi kendiliğinden çıktı. Baktık ki temiz kalamıyoruz hepimiz kendimizi karadutla boyadık. Tam Amerikan filmlerindeki gibi bir çılgınlık… Belki otuz genç vücutlarımız tepeden tırnağa dut rengi sahile döndük. O günkü curcuna, kahkaha görmeğe değerdi. Askeri kampın bütün sakinleri bizden rahatsız olmuştu. Birkaç kere gelip gençler ayıp oluyor falan dediler ama aldıran kim? Askerlerin gelip bizi uyarması hiç hoşumuza gitmedi. Delikanlı raconuna ters… Biz onlara karışıyor muyduk? Onlar niye uçana kaçana karışıyordu. Sahildeki bütün gençler hep beraber suya atladık. Mantarları geçip askeri kampın sahilindeki dubaya tırmandık. Duba tıka basa insan doldu. Neredeyse batacak, su seviyesine kadar indi. Bizi gören askerler kayıklarına atlayıp küreklere asıldılar. Ama askerler bize yetişmeden hepimiz dubadan atlayıp limana doğru yüzdük. O gün askerleri gıcık etmek için bu duba baskınını birkaç kez tekrarladık. Günün sonunda çok eğlenmiş çok da yorulmuştuk. Asil sürprizi günün sonunda karadut yaptı. Saatlerce suda kaldığımız halde dutun boyası çıkmamıştı. Sadece bordo rengi mora dönüşüp kalmıştı. Beş altı gün sonra ancak dut suyunun morundan kurtulabildik. Bademli köyü son yıllarda çok moda olmuş. Dibek kahvesi Kaleköy manzarası eşliğinde turistik bir sunuma kavuşmuş. Bunu öve öve bitiremeyen anlatılara rastladım. Bu dibekte kahve işi ege sahillerinde de yaygındır. Kahve değirmenleri yaygınlaşmadan önce her yerde kahve dibekte dövülür ve ince elekten elenerek pişirilmeye hazır hale getirilirdi. Neyse kimsenin ekmeğinde gözüm yok. Kahveyi istedikleri gibi allayıp pullayıp pişirsinler. Bademli köyüne dik bir yokuşla çıkılırdı. Hani gitmedik, görmedim o köy bizim köy sayılmaz diye birkaç kez çıkmışlığım vardır. O yıllarda köyde sadece birkaç hane vardı. Gerçeği söylemek gerekirse o köye ilk çıkışım sigaranın, benzinin, şekerin ve çayın, şimdi adlarını saymaya gerek görmediğim onlarca malın kıtlık zamanlarına rastlar. “Bademlide sigara varmış,” dediler. Yalanmış ne bilelim. Bir heyecan, bir telaş vardık gittik. Kan ter içinde köye vardık. Ne sigarası bakkal bile bulamadık. Köye boşu boşuna çıkıp hayal kırıklığına uğrayınca ahdettik. Geri dönünce bizi kandıranları dövecektik. Elbette kimseyi dövmedik. Çünkü bize köyde sigara olduğunu söyleyenler para verip kendileri de sigara ısmarlamışlardı. Asıl suçlu onlar değillerdi. Şeyim hıyar diyene bir kaşık tuz ile koşunlarındı. Bademler köyünün yükseğinden Kaleköy sahilinde akşamları gün batımı manzarası müthiş güzeldir. Ama ben o tepeden ovaya, akşama doğru altın rengi anızlara, elma bahçelerinin seyrine dalmayı tercih ederim. Turkuaz rengiyle tanımlanan denizin üzerinde gün batımı keyfi yapılacaksa, Kaleköy sokaklarını tırmanıp denize yakın tepelerden bakmanın daha tadına doyulmaz bir şey olduğunu düşürüm. Her şey kendi yerinde ve zamanında, kendi tadında olmalıdır. Hiçbir zaman dut, böğürtlen ve kirazı, hatta inciri kendi dalından koparıp yemenin keyfini başka bir şeye değişmem. Pazardan aldığınız hiçbir zaman o lezzette ve kokuda olamaz. Seyfullah Eylül 2009
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |