Ama gene de dünya dönüyor! -Galilei |
|
||||||||||
|
Yine sancıları baş göstermeye başladı. Stres midesine iyice vurmaya başladığında karın ağrıları depreşirdi. Paltosunu vestiyere bırakıp midesini yatıştırmanın gayreti içerisine düştü. Hizmetçisi olmadığından hazırda yiyecek birşeyler bulabileceğini sanmıyordu ama denemeye değerdi. Mutfağa girdiğinde yıllardır hiçbirşey yememiş gibi arandı. Midesindeki ihtilal, onu buzdolabına yöneltmişti. Lakin beklediği gibi bomboştu dolap. Aç kurtlar gibi mutfağı tararken, nihayet üst rafta, -tencerelerin arasında kaybolmuş- bir paket makarna bulabildi. “Muhteşem!” Bu onun vazgeçilmez öğünüydü ve Necati Tinhu’nun mutluluğuna diyecek yoktu şu an. Sosunu -yemek yapma konusundaki tüm beceriksizliğine rağmen- döke saça da olsa özenle hazırlıyordu. Önce kızgın yağda biberleri, ardından domatesleri pişirdi. Kaşığın ucuyla aldığı salçayı karışıma işleyip bolca baharatla leziz bir bulamaç hazırladı. Servis tabağına serdiği makarnanın üzerine sosunu yayarken kendisini bir ressam gibi hissediyordu. Sanki tuale renkleri itinayla işleyen… Eserini yemeye kıyamadığından bir müddet seyreylediyse de iştahı, tüm estetik-entellektüel kuramlarını kaba bir karın gurultusu, nahoş bir üslupla keserek baskın geldiğinden, daha fazla gemleyemedi kendini ve insanlığın tüm medeni birikimini midesine indirdi. Tabak kullanmaya ihtiyaç duymamıştı. Tatmine, bizzat tualin üzerinden erişmek gibisi yoktur. Bütün incelik ve sanatçı içgüdülerinin bizzat üzerinde dile geldiği servis tabağını bırakarak, makarnayı tabağa koyup da yemek, güzel bir manzarayı poşetleyip de ona poşetin ardından bakmaktan farksız olurdu. İştahını giderdiğinde -zihni kaygıları yeniden nüksetmiş olacak- bakışları mabedine, çalışma odasına doğru kaymaya başlamıştı. Bu karanlık ve kasvetli odayı aydınlatan, ufak süs lambalarının dışında, herhangi bir ışık bulunmuyordu. Tinhu, loş ışıkta çalışmayı şiar edindiğinden buna gerek de duymuyordu açıkçası. Hem bu şekilde işine daha rahat odaklanabiliyordu. Bulaşıkları olduğu gibi başka bir ana bırakıp, sığınağının -çalışma odasının- güvenli surlarının ötesine attı kendini. Her zaman yaptığı gibi titrek ışığın büsbütün çekici kıldığı tablolarını incelemeye koyuldu. Yazmaya başlamadan önce ilham arıyordu bunlarda. Bu yağlıboya eserleri defalarca hatmetmiş olsa da her seferinde onlara aynı tutkuyla yaklaşıyordu. (Şekiller ve renklerden mürekkep bu dünyada, insanın yaratıcılığının emareleri olan herşey, bu ilgiyi fazlasıyla haketmiyor muydu zaten?) Resimlerdeki her ayrıntıyı bildiğini düşünmekteydi. Ancak diğerlerine nazaran daha alelade bulduğu o tabloda farkedeceği bir illüzyon heyecanını kat be kat artıracaktı. Deniz kenarında oturan insanlar ve yanlarında duran harabe bir duvar… Boynunu sola yıkıp çerçeveye bakış açısını değiştirdiğinde, bunların -resimdeki her unsurun- bütünlüklü olarak bakıldığında bir insan beyninin parçalarını oluşturduğunu anlamıştı. Ruhu bu keşifle doldu taşacak… Deniz manzaralı bu eser, günün tüm yorgunluğunu parmak uçlarından çekip almıştı sanki. “İyi ki sizler varsınız!” Aradığı ilhamı bulduğunu umarak, kitaplığının başına geçti. Birini seçmeliydi. Hangisini seçeceği konusunda tereddüde düştüğünden kitabın kendisini seçmesi hususunda karar kıldı ve gözlerini yumup birine uzanıverdi. Masasına yerleşene dek de ismine bakmamıştı. Gözlerini açtığında o kitapla rastlaştı; “Yarın Diye Birşey Yoktur”… Bu kadar isabet olabilirdi ancak! Umduğu tam olarak buydu Tinhu’nun! Gecenin ilerleyen saatlerine kadar notlar alarak vakit öldürecekti. Uyku göz kapaklarına asılıp onu esir aldığında günün en efkarlı ve buğulu demlerine yaklaşıyordu tiktaklar. Notları masanın üzerinde… Salona geçmişti. Gövdesini bütün ağırlığıyla kanepesine bıraktı. Battaniyesi şehvet dolu bir sevgili gibi sardı onu. Beyninin her hücresini de tiktakların ritmine uydurdu. Tinhu uyumamak için direniyordu. Uyursa geceye sadakatsizlik etmiş olacaktı. Ne de olsa öldüğü ve yeniden doğduğu bir cinnete şahit olmuştu bu dost. Ancak saat tıkırtıları, kayıp ruhların gökyüzünü inlettiği ürkütücü bir seremoni gibiydi. Onu düşlerin krallığına çeken… “Uyumamalıyım!” Nasıl ki açlık hissi sanat zevkine baskın geldiyse, uykusuzluk da sadakatinin önüne geçti. Gözleri belki de ebedi bir uykuya dalarken, o içten içe iradesizliğine, kendine kızıyordu. Ama seremoni asla sona ermedi. Ruhlar rüyalarında Tinhu’ya eşlik ettiler. Yine o kabus… Kendini yeniden bulutların ortasında, aynı dağın keskin kayalıklarına tutunmuş olarak bulmuştu. Parmak uçlarında durabilecek kadar ince bir kütle vardı ayakları altında. Düşmemek için kayalıklara yapışmak zorunda kalıyordu. En küçük bir hareketinde, zeminin, ayakları altından kayıp gideceği malumdu. Aynı sert esen rüzgar, aynı soğuk, aynı korku… Ve aynı çağrı: ‘Yüksel!’. Sürekli “Yüksel!” diye haykıran o ses… Ama bunu yapamazdı. Hatta aşağı da inemezdi. Bunu başarsa bile onu bekleyen ne olacak bilemiyordu! Kabusu o an sonlandırabilmek için yapacağı şey ise belliydi. Kayalıklara tutunmaktan vazgeçip, bedenini boşluğun kucağına bırakacak ve uyanacaktı. Ama bu gece farklı soluyordu düşlerini. Uyanmak istemiyordu. Çünkü ‘aynı’dan nefret eder olmuştu. ‘Yine’den tiksiniyordu. Çünkü her akşam makarna yemekten bile gına gelmişti. Bu muammayı çözmenin, sonuna kadar gitmekten başka çaresi yoktu anlaşılan. Rotasız, haritasız gaybın derinliklerine uzanmak pek akıl karı görünmüyordu ama bu giz dolu ülke, sonsuz bir fedakarlık beklediğini de ondan gizlemiyordu zaten. O anda içinde bir umut ışığı beliriverdi. Gömleğinin cebindeki kalemi gözüne ilişmişti. Sağ eliyle silahını iyice kavrayıp dağın geçit vermeyen kibrine olanca gücüyle indirdi demir kalemi. Koca dağın kopardığı feryat yürek yakıcıydı. “Yüksel!” diye haykırdı tekrar o ses. Tinhu gücünün son damlalarıyla çırpındı. Kollarını hissetmeyecek kadar zayıf düşmesine rağmen, birkaç santim daha çıkabilmek mucizevi geliyordu. Dokunduğu her kaya parçasını iyice kavradı. Kendini yukarı çekebilmek için büyük çaba sarfediyordu. Bunu da ancak koca dağla tüm varlığını kaynaştırıp, bütünleştirerek yapabiliyordu. Aralarına oksijen girmesine dahi müsaade etse yolculuğu noktalanacak… Biliyordu. Büyülenmiş gibi aşkla, şevkle tırmanışını sürdürdü. Yükseldikçe dağ daha da keskinleşiyor, bazı mevkilerinde hiç geçit vermiyordu. Tinhu, tutunacak ne bir dal ne de kaya parçası bulabilirse yanlamasına seyirtmek zorunda kalıyordu. Doğrudan tırmanmaktan daha zordu bu. Hem dağın gövdesinde daha müsait tırmanış sahaları bulmak için aynı hizada ilerlemek gittikçe imkansızlaşıyordu. Rüzgar da aksi gibi gitgide hırçınlığa vurmuştu kendini. Zayıf kollarından bu kadarını bile beklemiyordu aslında. Besbelli, pazuları değildi onu taşıyan. Neyse ki o, yanındaydı. Kalem, onu, kaynağını gaipten alan büyük bir kuvvetle destekliyordu. Tepesinde belirip göğü kapatan tümseği bile kalemi sayesinde aşabilmişti. Başının üzerinde yükselen kayalığa tutunabilmek için yer çekimine meydan okumak zorundaydı. Demir kalemi, alttan tüm gücüyle daldırıp kayaya sabitledi önce. İki eliyle yapıştığı kalemden destek alıp ileri geri salındıktan sonra, tümseğin ucuna kadar ayaklarını değdirebilmeyi başardı. Birkaç denemeden sonra bacaklarıyla üstteki taşlardan birine kenetlenecek, vücudunu baş üstü salıp, kalemini sabitlediği noktadan kurtardıktan sonra kendini yukarı çekecekti. “Harikulade…” Sonunda bir düzlüğe ulaşmıştı. Dağın gövdesinde oyulmuş bir mağara… Soluklanmak için idealdi. Takatini zorlayarak oyuğa bıraktı kendini. Çok daha uzun ve zor bir yolculuk Tinhu’yu bekliyordu, devam etmeliydi ancak rahata ermek dikkatini dağıtmıştı. Bir süre mağaranın girişinde, yüzü bulutlara dönük öylece kalakaldı. Kendini dağın çekiciliğine kaptırmıştı. Bu güzelliğe karşı koyması mümkün değildi zaten. “Yüksel!” Aldırmadı. Enerjiyi ve gücü soludu. Bu güç yanılsaması, Tinhu’yu kumpasın içine çekebilmek için yaratılan sahte bir iyilik etkisiydi. Kendini hayatında tek bir an huzurlu hissetmek, onu, bulunduğu rakımı korumak hususunda cesaretlendiriyordu. Rüzgarın getirdiği soğuk iliklerine işlediğinde, daha sıcak olacağını umarak, yüzünü karanlığa çevirdi. Ateşin, hayal edebileceğinin de ötesinde yakıcı olduğunu bilmiyordu çünkü. Tırmanmak çok daha külfetli ve yorucu görünüyordu zayıf ruhuna. Sınırlarını zorlamak için herhangi bir gayrete girişmeden, kollarını zayıf belledi. Güçsüzlüğünü ilan edip sınırlarını mağaranın hizasına çizdi. Ayrıca iç dünyasında vücud bulan dinginlik, sükunet; mağaranın içlerine yürümekte -ilahi erklerin planladığı gibi- Tinhu’yu teşvik etmekteydi. İçeri sokulduğunda neredeyse küçük dilini yutacaktı. Girişte gayet sıradan görünen oyuğun, böylesine büyüleyici olabileceğini tahmin bile edemezdi. Kristallerin mucizesine tanık olmuştu. Mağarada, karanlıktan ötürü, meşaleye ihtiyacı olacağını düşünüyordu ancak içerisi, -karanlık olmak şöyle dursun- göz kamaştıracak kadar parlaktı. Bunu da her yanını saran sarkıtlara, dikitlere, kristallerde yansımakta olan parıltıya borçluydu şüphesiz. Lakin tuhaftır ki yol üzerindeki parlak taşlarda, yalnızca karanlık yansıyordu. Karanlığın kendisi, cisimleri belirsiz kılarken; kristallerdeki yansıması koca bir mağarayı aydınlatabiliyorsa, şeytan, hakkında bildiklerimizden çok daha tehlikeli demekti. Mağaranın sonundaki ışığa doğru yürüdü Tinhu. Kör edecek kadar yakıyordu gözlerini. Az sonra aslında tüm olan biteni dışardan izlediğini idrak edecekti. Bu olanların hepsi iradesi dışında gelişiyordu. O, yalnızca dağın, mağaranın, bu düşün bir köşesine sinmiş kendini izliyordu. Işığa yürüdü. Sona vardığında başını gökyüzüne kaldırdı. Gözlerini hedefine, yukarılara diktiğinde onun, geniş kanatlarını meydan okurcasına açıp kapayarak tepesinde döndüğünü görmüştü. Al kanatlı bir derviş, bir ışık hüzmesi… Dağın ve göğü süsleyen bu muhteşem varlığın büyüsü Tinhu’yu çepeçevre sarmıştı. Yaratığı görünce anlık bir tereddüt yaşasa da -parmak ısırtacak denli heybetliydi- cesaretini çabuk toparlayarak kızıl kanatlı dervişe meydan okudu. Büyük ruh bu ilgiyi karşılıksız bırakmamış; genişçe bir daire çizerek yaptığı güç gösterisinin ardından üzerine doğru inişe geçmişti. Tinhu’nun içindeki savaşçı -bu hamleye kayıtsız kalacak değildi- ok gibi gerilip uçurumun ötesine sıçrayarak hasmını semada karşıladı. Kanayan kalbini, al kanatlı ruhani varlığın gözlerinde gördü Tinhu. Gücünü yitirmişti ve kısa süre sonra da savaşın galibi belli olacaktı. Elindeki kalemle ne kadar direnebilirdi ki! Yaratık, pençeleriyle çekiştirip, adamın kalbini parçalayıp bir parçasını yeyiverdi. Tinhu’nun umrunda bile olmadı bu. Aksine, tek bir inilti dahi dökülmedi kurumuş dudaklarından. Bir ölümden ziyade, daha soyut bir oluşun temsilinde gibiydi ve rolünün hakkını veren bir figüran gibi yalnızca gülümsemekle iktifa ediyordu. Renkler tek tek kızıla bırakırken yerlerini, ölüm vurdu beynindeki mabedin soğuk duvarlarına. Gerçeğini közgü’de gördü. Ebed ve düş… Kan geceye bir tutam gerçek katarken düşlerini yitirdi. Ve artık tek gerçek alabildiğine kırmızıydı. Hangisi daha yıkıcıydı bilmiyordu Tinhu? Ölmek mi, niçin öldüğünü bilememek, anlayamamak mı! Ne yolculuğunun ne de beyninde çınlayan “Yüksel!” nidalarının bir önemi kalmıştı şimdi. Ne de bir bilinçsiz intihara sürüklendiğinin… Kalbinden her kopan parçayı boyun eğmiş bir gülücük takip etti. Ancak didik didik edilmiş, paralanmış bir yürek al kanatlıya yetmeyecekti elbette. Burada cengin yasası belliydi. Galip olan hasmının gücünün kaynağına da sahip olurdu. Adamın kalbini pençeleriyle söküp kana, ete ve aşka doyacaktı yüce derviş… Arta kalanı yeryüzünde kopan cehenneme savurduğunda, Tinhu, o kanlı savaşın girdabına yuvarlanıyordu aslında… Ateşe dalmazdan önce, kalemini, kendi kanının yarattığı bir gölün derinliklerine düşürmüştü. Onun düşlerinin zemini yoktu. Boşluk ve ateş, uyandırdı Tinhu’yu. Kan-ter içindeydi. “Çok şükür!” diye inledi. “Çok şükür rüyaymış.” Sigarasına uzandı. Paket boş… Diğeri de öteki de boş. Sehpanın üzerindeki tek dalı gördü sonra. Kanepesinde doğrulup avuçlarını yüzüne sürdü. Rüyanın etkisinden kurtulamadığından tedirginliği üzerinden atamamıştı henüz. Kalkarken dolu kül tablasını devirdi. Ardından acı bir küfür savurarak… “…Artık yeter, gidiyorum. Ölene kadar bu bilinmezlikle yaşayamam.” O gece bir daha gözüne uyku girmedi. Sabaha kadar döndü, durdu. Aynı düşü görmekten korkuyordu. Vakit, Tinhu’da, kapısından içeri attığı ilk adımla başlıyor; o, her akşam aynı yemeği yiyor; aynı anları yaşıyor; aynı tablodaki aynı keşifle heyecanlanıyor; nasıl oluyorsa aynı kitabı okuyup, aynı notları yeni baştan sayfalarına işliyor ve aynı rüyanın içinde beliriyordu. Gitmeliydi. Çünkü düşler mükerrir olduğu lahza, ortada bir rüyadan fazlası var demekti. ***
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |