Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov |
|
||||||||||
|
İnsan unsuru basit bir yaratık değildir. O, düşünebilen, hayal edebilen, üretebilen ve duyguları olan, çok donanımlı bir yapıya sahiptir. Bunun için toplumları oluşturan bireylerin, içinde yaşadığı toplumun, bulunduğu coğrafyası itibariyle sahip olduğu kültürel zenginliği ile yoğrulup, eğitimle birlikte bilinç düzeyi yükseltildiğinde, insan kalitesi çok yüksek toplumlar oluşturulur. Bir ülkenin en başta gelen zenginlik kaynağı, ülkedeki insanların beyinleri ve bu beyinlerin kullanım kapasiteleridir. Eğitim, her insandaki beyin kullanma yeteneğini yükseltir. Ancak, günümüz insanının kavramsal algılamaları (paradigmaları), içinde bulunduğumuz çağla birlikte aynı paralellikte gelişmiyor. İnsan beyninin akademik eğitimle birlikte en üst seviyeye çıkabileceğini biliyoruz. Bilimsel gelişmeler ve bunun doğrultusunda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler bize bunu ispatlıyor. Bununla beraber kişilerin sosyal bilincini aynı şekilde yukarı çekmenin mümkün olmadığını,akademik eğitimle birlikte, toplumun kendi içinde oluşturduğu yaşam öğretilerini de (toplumsal değerleri, ahlaki değerleri, dini değerleri) kişilere doğru bir şekilde empoze edilmesi gerektiğini gösteriyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan kişisel paradigmaların, toplum paradigmalarıyla aynı düzlemde buluşmasını sağlamak kolaylaşıyor. Yaşam kalitemizi yukarıya çekebilmek için, yaşamı algılayış ve yorumlayış biçimimizle kendi tarzımızı yani paradigmamızı geliştirmek ve onunla şekillendirdiğimiz bir yaşam felsefesi, dünya görüşü oluşturmak zorundayız. Yaşama çoğu zaman yanlış, önyargılı veya toplum tarafından empoze edilmiş paradigmalarla bakıyor ve kendi paradigmamıza hükmedeceğimize onu başkalarının ellerine bırakıp, yaşam kalitemizi çok düşük seviyelerde tutuyoruz. Günümüzde içinde bulunduğumuz toplum yapısında, oluşmuş kişisel paradigmalar, toplumun paradigmalarıyla ne derece örtüşüyor? Öncelikle bunu irdelemek gerekiyor. Her ırkın kendine özgü kültüre, dile ve dine sahip olması, gerek insanlar arasında, gerekse toplumlar arasında birbirinden farklı bakış açılarının oluşmasına en önemli etkendir. Çünkü insanoğlu, dünyaya getirdiği her çocuğa öncelikli olarak kendi ırkının dilini, dinin ve kültürünü empoze eder. Doğan çocuğun ilk önce ruhuna ekilen, ırkının özellikleri ve ailesinde ve yakın çevresindeki paradigmalardır. (mevcut, toplumsal bakış açısı) İnsanoğlu, uzunca bir süre ailesinin yakın çevresinin ve de toplumun kendisine sunduğu paradigmaları doğru sayarak, yani, kendi paradigmasını oluşturana kadar olan sürede, toplumsal paradigmalarıyla yaşar. Toplumsal paradigmalarımızın doğrusunu veya yanlışını ne zaman çözeriz, ne zaman yargılar, analiz ederiz? Bilimsel düşünceye sahip olana kadar ve gerçeğe saygı duyana kadar. Gerçek, yaşamın çıplak ve en objektif yanıdır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş süresinde kişinin alacağı eğitim ve o güne kadar kendisine verilen toplumsal bakış açısının sorgulanmasıyla birlikte (o güne kadar kendisine öğretilen doğruların sorgulanıp, analiz edildikten sonra, kendi algılamasına göre toplumsal paradigmaların oluşturulması) kendi kişisel bakış açısını, yani kişisel paradigmalarını oluşturur. Ve o günden sonra çizgisini ve izleyeceği yolu, kendi kişisel paradigmalarıyla yönlendirmeye başlar. Toplum içinde yaşarken, kişisel paradigmalarla, toplumsal paradigmalar arasında çok büyük farklar yani, uçurumlar olmaması gerekiyor. Toplum içinde yaşarken, toplum tarafından kabul görmüş değerlerde birleşim gösterip, o değerlere sahip çıkılan bir yol izlenmelidir. Yalnız, bunu yaparken, güncelliğini yitirip, artık fonksiyonel özelliğini yitirmiş değerlere körü körüne inanıp, uygulamak yerine bunları, kişisel paradigmalarımız sayesinde yeniden revize edip, hayata geçirmek lazımdır. Son elli yıldır global gelişmeler sonucunda ve hızlı artan dünya nüfusu sayesinde, toplumlar, mevcut kültürlerini,coğrafyasını ve ekonomik sistemlerini koruyamamış, sahip oldukları yaşam öğretilerini, sosyoekonomik ve politik gelişmeler sayesinde, yitirmiş ve farklı kültürlerden oluşan toplumlar haline gelmiştir. Bu karma toplumlar, kişileri bireysel yaşama yönlendirmiştir. Bu sayede, bireysel yaşam, kişileri, toplum bilincinden ve sorumluluğundan uzaklaştırıp, sadece kişisel paradigmaları doğrultusunda hareket etmeyi zorunlu kılmıştır. Ve bu durum kişiyi, toplumun öngördüğü paradigmalarla karşı karşıya getirmiştir. Bu aynı zamanda kişisel gelişim açısından da insanları köreltmiş ve sosyal bilincinin güdük kalmasına sebep olmuştur. Örneğin kişi kendi menfaatleri doğrultusunda hareket ederken, içinde yaşadığı toplumun mevcut değerlerini ve menfaatlerini rahatlıkla göz ardı edebiliyor ve hiç bir şekilde gelişmemiş sosyal bilinciyle de bundan rahatsızlık duymuyor. Bu durum, öngörülen bireysel yaşamın, insan kalitesini ne kadar düşürdüğünü ve bunun topluma yansıması ,aynı şekilde organize olamayan ve toplum bilincini oluşturamayan, sosyal bilinci düşük topluluklar haline dönüştüğünü göstermektedir. Bugün içinde bulunduğumuz toplum da bu durumdan yeterince nasibini almış durumdadır. Yıllardır süregelen yanlış politikalar, içinde bulunduğumuz toplumu böyle bir açmaza sürüklemiştir. Görülüyor ki, toplumu yönlendiren unsurlar, bu oluşum sürecinde kişisel menfaatleri ön plana çıkararak, mevcut toplum paradigmalarını global değişim adı altında değiştirmeyi başarmış ve toplumu bir arada tutan dinamiklerinden uzaklaştırmıştır. İnsanları banka cüzdanlarının kalınlığı ile değerlendiren materyalist batı felsefesinin, 'yükselen değerler' namıyla bize empoze etmekte olduğu gibi iç huzurumuzu ve davranışlarımızı sadece maddi unsurların belirlediği, hiç bir derinliği olmayan, sığ düşüncelerin esiri olmuş insanlardan toplumlar oluşturuluyor. Ve biz de, padişahların kulu, kölesi olmaktan kalma ezikliğimiz yüzünden, kendine güveni olmayan, benliği gelişmemiş, batı kültürünün etkisinde kalarak kendisini onların karşısında adam saymayan, adam sayılmak için onları körü körüne taklit eden ve onların doğrularıyla yaşayan insanlar yetiştiriyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi bir de global yaşamın insanlar üzerindeki olumsuz etkisi, de eklenince çok vahim bir durum ortaya çıkıyor. Bu vahim durum da şudur: artık toplumları oluşturan insanların ortak duygu ve düşüncelerle bir arada hareket edemeyişleridir. Dolayısıyla, beraberlik duygusunun kaybolduğu bir toplumda, huzur aramak veya toplumsal gelişmeyi sağlamak pek mümkün görünmemektedir. Bu durum da, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin üniter yapısını bozmak ve bölmek isteyenlerin son derece işine gelmektedir. Yakın bir zamana kadar toplumlar paradigmalarını, dini, ahlaki ve yaşamsal öğretilerinden oluştururken, bugün artık, toplumsal paradigmalarımız yeni dünya düzeni anlayışıyla devlet politikalarıyla oluşturulmaktadır. Bunlara ideoloji paradigmaları denmektedir. (devam edecek) SAADET TOKSÖZ
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Saadet Toksöz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |