Her şey ancak sevgiyle satın alınabilmelidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Havayı kokladı. Karadeniz'i bu yüzden seviyordu. Yağmur kokusu aldı. Akabinde ilk damla, alnını serinletti. Diğerleri ile bu ilk damla arasında saniyelerle ölçülebilecek uzunca bir zaman geçecekti. Ama onlar yağmasa da olurdu. Bu ilk damla, yağmurun idesiydi çünkü. Tek başına gelmiş geçmiş bütün yağmurları temsil ediyordu. Çevresinde yağmurun idesini algılayabilen yalnızca Tinhu oldu. Yeryüzüne bu ilk düşüşüydü. Olağan olan onun hareketsiz, durağan bir ilke olarak yerinde kalmasıydı. Havayı koklayan demek ki Tinhu değildi sadece. Üçüncü tür de yazgının kokusunu almış olmalıydı. Ufak ufak süzülüyordu hayatına. Yağmur -su- iyidir. Akışkanlığı hızlandırır. Az sonra, yağmur sağanağa çalınca, insanlar kaçıştılar. Tinhu, yağmurluğunu -zarifçe- ve tek parça gömleğini çıkarıp kollarını göğe açtı. Yağmurun çıplak bedenine işlemesini, ardından onunla birlikte buharlaşıp göğe yükselmeyi diledi. Lakin özü, gerçeği toprak olan bedeni yağmur suyunu tutmuyor; her damla üzerinden kayıp beton zemine çakılıyordu. O zaman anladı ki, insan yaratılışında topraktı; ancak zamanla ne olduysa o artık betonlaşmış, yağmur geçirmez olmuştur. Binasını da bu yeni varoluşuna koşut kendi harcından, betondan inşa etmiştir. İnsan ırkı için bütün ümitleri tükeniyordu. Bu beton kalıbından sıyrılmak, yokolmaktı arzusu. Hiç varolmamışçasına... Duraklara sığınmış yağmurdan korkan Tanrılar, tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Gömleğini giydi Tinhu. Küçük gösterisi, ona pahalıya malolacaktı. İlk hapşuruktan sonra başına geleceği anladı. Soğuk algınlığı.... Zaten hastalıklara karşı zayıf olan bedenini yine fazla zorlamıştı. Hapşuruğu kesilmeyince sızı burnuna da vurdu. Kaçarı yok, yine yakalanacak... Gururu, durağa sığınmasına da mani oluyordu. Ama kar beyaz saçları olan genç bir hayalet, Tinhu'nun işaret ve orta parmaklarına yapıştı o esnada. Zaten küçücük avuçları ancak adamın iki parmağını kavrayabiliyordu. “Hasta olacaksın, gel!” “Hayır, oraya girmem. Saklanmayacağım!” Hayalet, parmaklara var gücüyle asılıp çekiştirdi. “Gel dedim, üşüyeceksin!” Tinhu'yu zorla durağa çekti ve yağmur kesilinceye kadar da elini bırakmadı. Yüreğinin temizliği dış görüntüsüne de yansıyordu. Çok özel bir görünüşe ve güçlü yetilere sahip sanatçı bir ruhtu o. Şeffaf bedeninin altında pürüzsüz, düzgün, ak iskeleti rahatlıkla seçilebiliyordu. Beyni ve tüm çehresi ateşten yaratılmıştı. Bu da hammaddesinin ateş olduğunu gösteriyordu. Çevresini her daim esrarlı bir duman perdesi sarıyor; sanatsal tüm yetenekleri etrafını saran bu efsunla dışa yansıyordu. “Onlara haksızlık ediyorsun Tinhu. Neredeyse tüm dünyayı tufana boğmak istediğini düşünecektim.” İyi fikirdi... Miskinliği, korkaklığı, laf ebeliğini, lakaytlığı ve düşmana yaranma, kendini sevdirme çabalarını; dışardan empoze edilen ve memleketin öz çocukları feda edilirken feda edilemeyen kaypak ideolojileri; kurşunları, gofretle balonla savuşturma sevimliliklerini silip süpürecek bir tufan gayet iyi olurdu. Kopacaksa hakiki bir tufan kopmalıydı. Asla tazyikli su değil... “Bazen en doğru çözümün bu olabileceğini düşünüyorum!” Hayalet, küçük oyunları seviyordu. Duman suretinde yükselip boşluğa bir gemi çizdi. Bunu yaparken Tinhu'nun parmaklarını bırakmak zorunda kalmıyordu. Çok maharetli bir ressam olduğu belliydi. Ayrıntılarına kadar geminin her unsurunu betimledi. Suret'i dumandan, tüten bir baca da bekliyordu Tinhu. Ama beklediği olmadı. Havada bir yelkenli yükseliyordu. Yükseldikçe çizgileri yokolmaya yüz tuttu ve sonunda hepten görünmez oldu. Genç hayalet, bu esnada, Tinhu'ya önerisini sunuyordu. “O zaman gemi inşa etmeye başlasan iyi olur. Kim bilir duaların kabul olur belki.” Tinhu, kayıp giden geminin izindeydi hala. Onu evine kadar takip etti gözleriyle. Eşikte kalakaldı. Ve daha ötesini bilemedi. “Gemi?! Aklımdan geçmedi değil. Lakin kurtarılmaya değer kimse kaldı mı bilmiyorum. Ben de dahilim bu güruha. Kendimi ayrı tutmuyorum elbette!” İç alemine sirayet ettiği andan beri, umutsuzluk, süregelen ruh haline dönüşmüştü. Keskin ve kesin bir iyileşmeye inanmıyordu. Yalnız mutlak bir fırtına, bir ihtiras kasırgası... Meleklerden kurulmuş bir tümen diliyordu. Gerçekleşmeyecek hayallerdi, onun gündemini oluşturan... Ve idolleri de iflah olmaz hayalperestler! Sahte tarih kitapları, öyle çağırıyordu onları: Hayalperestler... Birileri kancık hayallerini kuradursun, onlar hayal kurmakla mahkum edildiler. Mutlakı değil muğlakı hayat biçimi kabul edenler tarafından... “Kendinden umut kesme Tinhu. Bilmediğin bir yerlerde sana inanan birileri vardır muhakkak. Seni yaşatmak için kendilerini feda eden kahramanları düşün. Onlar böylesine karamsarlığa kapıl diye atılmadılar ölüme. Halet'i ruhiyeni de yalnız kendine mahsus sanma. Genel ruh halini yansıtıyorsun. Sana hak da veriyorum esasında. Koca uygarlığın vârisleri maddenin kölesi olagelmiş. Ama kendini paralamayı bırak. 'Göç' nidaları çınlayalı çok oldu. Yakında gidiyorsun...” Göç sözcüğünü duyduğu lahza, kanı kaynadı. Kabına sığamıyordu. Nice kafileler yol alırken o meçhule, sel olup akmışlardı aynı taşkınlıkla. Önlerine çıkan her seddi yıkıp geçerken korku nedir bilmiyorlardı. Kızıl elma'ya... Saygıyı hakeden tek erdem -cesaret-, Kızıl elma'ya yürüyenlerle beraberdi. Ne zaman ki durdular... Durağanlık, kulaklarına korkuyu fısıldadı. Onlara anlamını bilmedikleri endişeyi öğretti. Göç; tatminsizlik, mevcutla yetinmeme işaretiydi. Yalnızca yürüyen ayaklar, nal sesleri onu tasvirde çaresiz kalıyordu. Öyle bir ayetti ki en büyük medeniyetler göçle sevgili idi. Yalnızca göçebeler baki kalıyor; yerleşik zavallılarsa, göç yerine avareliği ikame ederek mazinin foseptik çukuruna yuvarlanıyordu. Böylesine büyük bir müjdenin doğruluğunu teyit etmeliydi Tinhu. “Seni karşıma çıkaran tesadüfler... Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun?” “Rastlantılar değil kadim dostum! Seni bekliyordum.” “Niçin bekliyordun?” “Gayptan mesajın var. Yaklaş bana!” Hayalete doğru eğildi. Acımasız bir el onu kendine çekiyor gibiydi. Genç hayalet, Tinhu'nun kulağına eğilip fısıldadı. Ağzı mezarlık kokuyordu. “Göç!” İğrentiyle çekildi. “Nasıl?!” Gayrıihtiyarı dile gelen suali, onu, alacakaranlık kuşağının içine düşürdü. Hayalet, cebinden bıçağını çıkarıp Tinhu'ya doğru savurdu. Tam sol göğsünün üzerine... Refleksleri saniye şaşsa kalbine saplanacaktı demir. Üç adım geri çekilip hayaleti karşısına aldı. Kaçsa ya da yardım çağırsa yeriydi. Kolaylıkla da yapabilirdi. Ama o, bu olasılıkları reddetti. Panikten değil... Göçebeler korku nedir bilmezdi. Şaşkınlık mı? Lugatinde yoktu. Genç hayalet yeniden saldırdı ama ardı ardına yaptığı hamleler Tinhu'nun çevikliğiyle her defasında neticesiz kalıyordu. Hep aynı noktayı hedef alıyor, paslı demir parçasını Tinhu'nun kalbine saplamaya uğraşıyordu. Var gücüyle yaptığı son hamlesi de boşluğu bulunca dengesini yitirip sarsıldı. Bu boşluk da rakibini altetmek için Tinhu'ya yetmişti. Bıçağı bedeninin bir parçasıymış gibi ustaca çevirip, sol eliyle yıktığı hayaletin boğazına dayadı. Ölümün soğuğunu gırtlağında hissedince solukları sıklaşmıştı. “Dur yapma! Ben yalnızca bir haberciyim. Seni uyarmak için gönderildim.” “Ne uyarısından söz ediyorsun. Beni öldürmeye kalktın.” Hayaleti kaldırdığı gibi -öfkeyle- durağın önündeki kaldırıma çaldı. Kaldırım taşına hızla çarpan vücudu yerde birkaç kez sekerek yol kenarında gittikçe büyüyen akıntıya karışacaktı. Direnmeye çalışan genç hayaletin takati tükenmiş; gençlik ateşi -saldırganlığı- ezici bir karşı atakla sönüvermişti. Ateşinin sönüşü hayli sancılı oldu. Suya değdiği anda “Coss!” diye inleyerek son kez Tinhu'nun yüreğine değmeye kalktı. Ancak -ölümüne ramak kala- çevresini saran duman hüzmesinin, buna gücü yetmemişti. “Kalbini sökmek zorundaydım!” Akıntıda sürüklenen hayalet, uzaklaşırken böyle haykırıyordu. Tinhu, suikast girişimini başarıyla savuştursa da hatasını çabuk farkedecekti. Bu olayın ardında hangi güçler olduğunu öğrenmeden, hayaletin uzaklaşmasına müsaade etmek ciddi bir hata olurdu. Sorguya çekmeden onu bırakmayacaktı. Yayından kopup hayaletten geriye kalana koştu ve iskeleti, mazgaldan içeri yuvarlanmadan önce yakalayarak gırtlağını sıktı. “Konuş! Kim gönderdi seni?” Ölmek üzere olduğundan olsa gerek kesik kesik konuşuyordu “Anlamazlıktan gelme Tinhu... Beni bu... Vazife için... Sen görevlendirdin. Bunu ikimiz de biliyoruz.” “Saçmalamayı kes! Şimdi bana gerçeği anlatacaksın: Hakikat istiyorum!” “Yüreğindeki karanlık.” dedi hayalet. Sesi titriyordu. “Beni kalbinin en erişilmez, kuytu yerinde beslediğin o karanlık gönderdi. Bu kalple yola devam edemeyeceğini biliyordun. Yardım isteyince vakit kaybetmeden seni buldum. Amacım yalnızca kurtarmaktı seni...” Hayatında ters giden, sıradışı birşeyler olduğunu görebiliyordu. Hayaletteki gizemi de sezebiliyordu. Dinlemeli miydi onu? Belki bu meczup kafasındaki düğümleri bile çözebilirdi. Ama bunların yine saçma kuruntuları olduğundan adı gibi emindi. Peki adından emin miydi? Uyur uyanık gördüğü düşlere alışkın olsa da ilk defa ölüm bu denli teğet geçmişti yanından. Yoksa onlara aldırmamayı öğrenmişti. Yalnızca bedene giren bir demir parçası kadar mı değerliydik? Böylesine zayıf olan benliğimize sonsuz kudretler biçmek ne büyük körlük! Hayaletin kendisine zarar verecek durumda olmadığını bile bile -tedbir olsun diye- mesafeli duruyordu. “Anlat bakalım haberci. Ne yoluymuş bu?” “Yazgı kadim dostum...” İkidir 'kadim dostum' diye hitap ediyordu hayalet. Kim kendi eceliyle dost olurdu ki! Tinhu, bu hitabı manasız buldu. Yalnızca deliler yahut ölümsüzler eceli dost belleyebilirdi. “Kaderimde benim için çizilmiş bir yol olduğundan mı söz ediyorsun?” “Kaderden değil, yazgıdan -yazılmış ve henüz yazılmakta olandan-... Damarlarında gizlenen bir yoldan söz ediyorum.” “Ben niçin haberdar değilim bu yoldan?” “Sen istesen de istemesen de akışkanlık seyrini sürdürecektir çünkü. O, şimdilik, damarlarında gizleniyor. Hissettiğini biliyorum.” Başına gelecekleri birebir kestirecek kadar yetenekli değildi elbette. Geleceği okuyamazdı. Nihayetinde herkes gibi et ve kemikten yaratılmıştı. Yeryüzünde dolaşan fanilerden biriydi o da. Ama bazı güçlü meziyetleri olduğunu biliyordu. Zaman zaman, bilinmeyenden görüntüler yakalıyor; kendini başka bir alemin huzurunda buluyordu. Bu ileri trans halini de, sadece, -türü ne olursa olsun- sanat harekete geçirebiliyordu. Bu yüzden zihninde belirip kaybolan görüntülerin hayal gücü ile bağlantılı olduğunu düşünmüştü hep. Gerçekte var olabileceği zannına kapılmak istememiş; akıl sağlığını koruma içgüdüsü baskın gelmişti. Ama o ne kadar yüz çevirse de, kendisine haberci diyen bu hayalet gibi, gölgeler sürekli karşısına dikiliyorlardı. “Şimdi çağın ne kadar ilerisinde olduğunu farkettim. Kim kendi damarlarında rahat rahat dolaşabilsin diye birinin kalbini deşmeye kalkar! Metoduna hayran kaldım. Tinhu'nun kalbini çıkar ki damarlarında gezinebilsin. Saygımı kazandın haberci! ” Öfle dolu alaycı üslubu, hasmını hiç sarsmadı. Ölümün eşiğinde olması, sözlerini daha güvenilir kılıyordu. Kaybedecek birşeyi kalmadığı gün gibi ortadaydı. “Kendi bedeninde dolaşacağını söylemiyorum. Kanına kazınmış bir harita var. Göç yolları, içindeki bu sıvı maddeye kodlanmış bulunuyor. Ama neredeyse tüm dolaşımın kilitlendiğini söyleyebilirim. Kan akmıyor. Böyle giderse yazgı vukubulamaz. Yapmaya çalıştığım şey, hayati bir dokunuş olacaktı. Dışarıdan müdahaleye ihtiyacın olacağını biliyordun. Şimdiyse tüm bu realiteyi görmezden geliyorsun.” Azarlar gibi çıkışması Tinhu'ya gülünç geliyordu. Hayaletin sıradışı tezi, yerinden sökülmesi gereken kalp üzre yoğunlaşmıştı. Yaklaşımında; neticeyi gerçekleştirebilmek için her yolu mübah sayan, ilmin etik yönüyle pek de ilgilenmeyen çılgın bilim adamlarının nüansı vardı. Öngörüsünü gerçekleştireceğine böylesine inanmak... Ya tüm hücreleriyle odaklanmış olmalıydı yahut bir çılgın! Tinhu, hayaletin kişiliğinde yakaladığı ilginç ayrıntılarla, onun hakkındaki tanımlamasını geliştirdi. Felsefi derinliği olan bir psikopat olmalıydı. “Filozof bir katille mi müşerref oluyorum! “Mahpus olduğun zindanın derinliklerinden konuşuyorsun Tinhu. Demir parmaklıkların ardındaki ruhları okşayan çağlayanı göremiyorsun! İnan daha kolay bir yolu olmasını ben de isterdim. Kalbindeki karanlık o kadar güçlenmiş ki artık ışık barınması imkansız. Seni bu karadelikten kurtarmanın tek çaresi yüreğini söküp atmak. Ya görevimi yapmama izin ver ya da kendin yap. Tabii cesaretin varsa...” “Anlattıkların gerçekten ilginç... Senin gibi yardımsever şu tarih sahnesinde görülmüş müdür?” “Benimle böyle eğlenmemelisin! Kendimi seni kurtarmak için feda ettiğimi görmüyor musun? Vefasızlığına sebep: İçindeki sancı... Her ne ise, yüreğin kapkara kesilmiş. Kalbin ihtiyacın olan kanı pompalayamıyor. Bilhassa beynine...” Tinhu'nun kahkahası gök kubbeyi inletti. “Esrarengiz olmanın başka yolları da var haberci. Kahve fallarından araklanmış cümlelerle dikkat çekebileceğini mi sanıyorsun?” “Göreceksin Tinhu. Tüm varlığınla kaderin pençesinde kıvrandığında göreceksin. Yazgınla beraber yürüdüğünü öğreneceksin. Sen zindanda yaşamakta diretsen de o, beyninde tutsak olmayı kabul etmeyecek. Kanınla beraber bedeninin her yanına yayılacak. Ciğerlerin, beni alteden kolların ve tüm uzuvların çürüyecek. Bir an gelecek ve o çok güvendiğin zekanın sana faydası dokunmayacak. Zehir kusarak...” Devam edemiyordu. Son nefesini vermek üzereydi sanki. Tinhu iyice meraklanmıştı. Cümlenin devamını duymak için sabırsızlandığı her halinden belliydi. Haberci, Tinhu'nun sormasına fırsat bırakmadan tamamladı sözünü. “... Zehir kusarak yeni bir ölümü bekliyor olacaksın. Ve unutma ki Güç Dağı yalnızca her adımda ölebilenlere geçit verir!” Siren sesleri iyice duyulur olmuştu. Hayal meyal seçebildiği gölgeler hayaleti parmakları arasında yaka paça tutmuş sürüklerken Tinhu'nun etrafına üşüştü insanlar. Biri habire “İyi misiniz?” diye soruyordu. Beyaz önlüklüler onu zorla ambulansa bindirmeye çalışınca öfkelendi. Ama ısrarlara dayanamayarak direnmedi fazla. Yine de arka tarafa geçmeyi reddedip şoförün yanına oturmayı tercih edecekti. Dışarı göz attığında habercinin sürüklendiği anı tekrar tekrar görür gibi oldu. Bu arada yanındaki genç adam panik halinde yoldan çekilmeyen sürücülere fırça atmakla meşguldü. Tinhu onun bu kadar telaşlanmasına mana veremiyordu. “Sakin ol oğlum, birşeyim yok. Niye kafanıza girmiyor?” Genç şoförün dudaklarından iki kelime döküldü. “Ağabey kan...” Parmak uçlarını dudağına götürdüğünde farketti kan kustuğunu. Kimseye derdini anlatamıyordu. Sağırlar topluluğuna konser vermekten de zordu bu tıpçılara laf anlatabilmek. Kendi teşhislerinden başkasını kaale almıyorlardı. Hastanede gerekli gereksiz bir yığın testle canından bezdikten sonra hala kimseden tek cevap alamamıştı. Acemi hemşire adayları, kolunu delik deşik ediyordu. Anladı ki Allah bir kavme kızarsa üzerlerine tıpçıları gönderir. Hemşireler sonunda dayanamayıp bu huysuz adamı doktora götürdüler. “Kimse bana niçin saatlerdir burada esir tutulduğumu söylemeyecek mi?” “Sıhhatiniz için ter döküyoruz Necati Bey. Kızlarımızı delirtmişsiniz.” “Kolumu çürüttüler. Kanım bana da lazım, neredeyse tamamını çektiniz.” “Merak etmeyin, size yetecek kadarını bırakmışlardır. Şimdi sizden metanet bekliyorum, çünkü haberler pek de iç açıcı değil. Kan dolaşımınızdaki bozukluk neticesinde koroner yetersizlik meydana gelmiş. Kalp krizinden önce sizi yoracak birşeyle mi meşguldünüz?” “Ben kriz geçirmedim. Kimseye anlatamıyorum. Kendisine haberci diyen bir hayaletin saldırısına uğradım.” “Mevzuyu açmasanız o konuya hiç değinmeyecektim. Şok etkisinde sayıkladığınızı duydum. Konuştuğunuz bir sigara izmaritiydi. Bu haberci parmaklarınızdaki zehir olmasın sakın! Ona da aynı şekilde hitap ediyordunuz.” “Sizi anlamıyorum doktor.” “O zaman iyi dinleyin. Yağ, tuz ve kolesterolü hayatınızdan çıkaracaksınız. Sıkı bir perhiz yazıyorum. Sebze ve meyveyi seviyoruz. Sloganımız bu... Bizi zafere götürecek kadar derin değil mi? Ve en önemlisi... Müjdemi isterim elinizdeki son sigaranız, sigarayı bırakıyoruz.” Beyninde müteaddit kez yankılandı aynı cümle: “Doktorlardan nefret ediyorum!” Hastanenin bahçesine çıktı. O zaten sigara kullanmıyordu ki. Çektiği her nefes duman değil bir hayalet efkardı. Geçmişinden geriye kalan son kırıntıyı, sigarasını kimse elinden alamazdı. Kadim dost... Buna müsaade etmeyecekti. Ağzına doldurduğu dumanı, penceresinden Tinhu'yu göz hapsine almış olan doktorun yüzüne savurdu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |