..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Tanrı insanı yarattı, insan da sanat yapıtını. -Oscar Wilde
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Varoluşçuluk > Nergiz Şimşek




13 Haziran 2010
Kötücül Ruhlar Dergâhı  
Nergiz Şimşek
Bir tespihe dizilmiş son boncuğum ben, ağdalı bir kıvamda dönen, dönen... Karar kılınıp da davet edildiğimde sahneye, sonsuzmuş gibi duran dönüşüm de son bulacak, işte o vakit bana yol görünecek. Ayan beyan anlatılacak ne yapmam gerektiği. Olgun bir meyve gibi düşeceğim dalımdan sonra. Ama önce olgunlaşmam gerekiyor, biliyorum. Düştükten sonra olacakları göğüslemeye hazırlanacağım: Kimsesiz çürümeye terk edilirim ya da çirkin ama tatlı, haşarat bir velede, dişlerken o meyveyi mutluluk veririm. O zamana kadar, kader birliği içinde olduğumu bildiğim bu insanlarla kalacağım. Kefaretini ödeyememiş zavallı ruhlarla. Ben de onlardan biriyim.


:BCJJ:




Bu sefer ortak değilim başkalarının acılarına. Sızmaya çalışmıyorum kederlerine ya da ızdırabın yüreğime sızması için sokulmaya onlara. Bana ait. Ah! Oraya, ailemin yanına vardığımda ne de artacak; annem, kuzenlerim, diğer halalarım, amcalarım, en çok da mevtanın kocası ve kızıyla tabii sarılıp sarılıp ağlaşacağız. Gözlerimin kılcacık damarları kan çatlayana, ağzım burnum çiçeğe durmuş, her an patlayıverecekmiş hissi veren tomurcuklar gibi kabarana dek ağlayacağım. Gerçekten de çiçekler olacak bu işin sonunda. Cenazeye hangisi uyar? Acı… Yüreğimdeki balçığın fokurtusunu duyabiliyorum. Hiç bitmeyecek değil mi; ağdalı damlacıkları herhangi bir günümün herhangi bir anında aklıma yapışıverecek? Halam… O, ölmüş. Sevmezdim yahut pek severdim diyemem; ama hiç olmasa kanımdan biri. Üzülüyorum. Gerçekten.

Benim içimdeki katransı şeyin, mis kokulu bir çiçeğe döneceğini biliyorum. Nergise belki. Biliyorum!


*



Nasıl da yağıyor; günün kasvetine yaraşıyor hani. Sileceklerin salınımı hipnoz etkisi yaratmaya başladı; dursam iyi olacak. Geç de oldu; hatta bir otelde konaklamak gerekecek sanırım. Önce uygun bir yer bulmalı. Ara ki bulasın şimdi. Şu ışıklı yer… Dal kızım; hiç olmadı bir çay içer, dinlenirsin biraz. Üstte odalar var ama pek uygun değil sanırım. Artık nasıl bir yerse - içeridekilerin kılıkları da bir tuhaf hani. Allah’ım! Yoksa kamyoncuların mola yerlerinden birine mi geldim! Yok canım, kadınlar da var içeride. İlk bakışta görünmüyorlar ama arkalara konuşlanmışlar işte. Ben de yaklaşayım bari. Girdik bir kere. Sorarım uygun bir otel. Bilirler elbet.



Genç garson öyle zayıf; buradaki güruha meydan okur bir hali var. Önümde düzensiz aralıklarla oturan oraya buraya serpişmiş balkabaklarını anımsatan tüm diğer adamların göbekleri o kadar büyük ki, zavallı gövdecikler göbeklerin uzamı gibi kalmışlar. Ha hay! Tersi olmalıydı. Ay ay – Ohhhh! Büyük hata: Burada, böyle kahkaha atmak. Tüm kafalar bana dönük şimdi. Suratlarda bir ifade olduğunu iddia etmek yersiz kaçıyor. Hani tastamam bana köyde, dayımın ahırında gördüğüm koyunları anımsatıyorlar. O gün de ahırın kapısını açmamla, gövdeleri çeşitli yönlerde konuşlanmış koyunların kafaları tıpatıp bu şekilde bana dönmüştü; sabırla beklemiştim bir süre ya hiç biri en ufak bir hareket yapmamış, öylece bakakalmışlardı. O koyun yüzleri şimdi… Zihnim oyun oynuyor bana; her yanımdan koyun yüzlü erkekler ve kadınlar bana bakıyor. Tamam, çevirin hadi kafalarınızı; pustum işte; unutun beni. Çıtı pıtı garson bakışları yara yara ilerliyor bana doğru. Uzaktan melek gibi görünen yüzünde sinsi ışıltılar oynaşıyor yaklaştıkça. Yanaklarındaki gamzeler toplaşıp yumru oluşturacak et güruhunun yokluğundan, iki kesik çizgi halini almış. Âdemelması neredeyse sivri bir tepecik gibi fırlamış boynundan. (Zayıflıktan iç organları dışarı taşmış sanki.) Derisinin altındaki tüm o kargacık burgacık devinimi görebiliyorum; yutkundukça, peristaltik hareketler dalgalanıyor ince boynunda. Biyolojik bir atığı çağrıştıran damarlı elleri önümdeki kavuk kemiklerini alıyor. (Boştu hâlbuki masa; tembel olacak; kaldırmamış işte.) Şimdi de alev alev yanan alaycı bakışları, gülümsemeden çok yılışık bir sırıtışın yapışmış olduğu dudaklarının arasından sızan sivri dişleriyle bana bakıyor. ‘’Ben bir çay alayım,’’ diyorum. ‘’Tabi ki ablacım,’’ derken önümde reverans yapar gibi bir hareketle bükülüyor. Kıkır kıkır gülüyor sonra, tek elini ağzına götürüp yüzünü benden kaçırarak, başını, artık bir bedenden çok hayali bir S’ye dönüşmüş gövdesine gömerken. Delimselek herhalde. Neyse, böyleleri de ekmek parası kazanacak elbet. Sert bakışlarımı görmüş olacak çay ocağındaki adam; kendisi getiriyor çayımı. Oh! Çay güzelmiş ama.

Çaycı televizyona doğru ilerliyor. Evet evet, aç televizyonu. Hepimiz nasıl da bön bön bakarak yitip gideceğiz birkaç dakika içinde. Hem beni de unutmuş olurlar. Kanal arayışları bile fayda verdi, şimdiden pür dikkat televizyon izleniyor işte. İlginç bir şey fark ettim ama: Herkes tek başına oturuyor burada; yahu hiç mi olmaz birlikte yolculuk eden eş dost, akraba? Ben kaçak bakışlarla etrafı izlerken, onlar kendi kabuklarına sıvıştı bile. Meraklı, sabırsız bir kımıltı seziliyor; kesik, kısa ve incecik ivmeler içinde deviniyor kimi. (Birinin gözü seğiriyor. Birinin boynundaki damar bir türkü tutturmuş tempo tutar gibi. Bir diğeri çenesinin altına koyduğu elinin parmaklarıyla etli dudaklarını mıncıklayarak, önünde duran çaycıyı aşıp televizyona ulaşabilmek için bir sağa bir sola, saat sarkacı gibi salınıp duruyor. Öbürünün sol bacağı belli belirsiz titriyor mu?) Bazıları da soluksuz bir kıpırtısızlık içinde donakalmış; öyle ki, dikkatle bakılmazsa hani bu insanların kuklalarının, ruhlarını teslim aldıkları düşünülebilir. Her biri, yıllardır izini sürdükleri, şimdi benim aklıma hayalime sığmayan düşsel bir kadrajı televizyon ekranında yakalamanın derdine düşmüş, bekler gibi. Garip, çok garip ama yine de rahatladım doğrusu. Bakışlar üzerimde tamamıyla uzaklaştı. Dur be adam sen de! E bul artık bir kanal! Sesli mi söyledim yoksa? Duydu mu? Durdu. Ah! Olamaz. Âleme ibret olsun diye hazırlanmış, gerçekten yaşanmış hayat kesitlerinden –ama sadece ızdırap unsuru barındıranlardan tabii- canlandırmalar. En sevdiğim programlardan biri. Ama tutamam ki gözyaşlarımı şimdi!


*



Yaşanmış hayat kesitlerini canlandıran acı dolu, ızdırap içindeki karakterlere dalıyorum. Olayların canlı şahitlerini dinliyorum. Kanımca onlar biraz bozuyor işi; şöyle ki: karaltılar içindeki şahitlerin bir yerlerden kendi akrabalarının ya da komşularının dramatik hikâyelerini okudukları kesin, aslında bıraksalar hıçkırıklar içinde doya doya anlatırlar. Zavallıcıkların zaten okuma yetileri tartışma götürür, bir de önlerindeki ekranda akan metne biraz olsun ruh verebilmek gayretiyle bocalıyor, sık sık duralıyor, anlamsız yerlerde aslında hiç mi hiç olmayan vurguları cümleciklerin orasına burasına, bir çivi gibi küt küt çakarak komik durumlara düşüyorlar. Canlandıranlar hiç olmasa oyuncu ya da oyuncu olma hayalleri peşinde koşan, canlandırdıkları karakterlerle biçarelikte aşık atan kişiler diyelim; yine de en kötüsü bile ağlayacak noktaya getiriyor adamı. Zorla evlendirilmek istenen ya da güvendiği, umutlarını bağladığı sevgilisi tarafından orospuluğa zorlanan genç kızların; ihanete uğrayan, saçını süpürge etmiş karıların ve ekmek parası peşinde yapmadığı iş kalmayan, her türlü alçalmaya ailesini geçindirmek uğruna göğüs geren sadık kocaların; baba dayağından yılıp evlilikte çareyi bulan ancak yine kurtulamayan talihsiz yavrucakların; en yakın arkadaşı tarafından kazıklanıp borç batağına itilen biçare aile babalarının; arkadaşının aşkına âşık, ihanetin önce acı sora baldan tatlı büyüsüyle gözleri kamaşmış gencecik oğlanların; sapkınlıkları bakışlarından oluk oluk taşan, yaşlılara özgü o saydamlık yerine kömüş derili elleriyle taze etleri mıncıklayan geçkin adamların -yaşamları boyunca ruhlarında kötü izler taşıyacağını bildiğimiz ama yine de mutluluğu kendilerince yakalandıklarında, onanmaz bir çabuklukla toparlanmayı başarabildiklerini gördüğümüzde hürmetimizin bin kat arttığı- kurbanlarının: o cillop gibi delikanlıların ve tazecik kızların; uyuşturucu batağına saplanmış çırpın çırpın çırpınan, aldıkları ilaçların tesiriyle ana babasını soyup soğana çeviren acınacak durumdaki gençlerin ve o gençlerin kötülük arzularını ayan beyan haykıran çizgi film karakterlerinden hiç de geri kalmayarak, hatta tıpa tıp onlara benzeyerek, içlerindeki caniyi arsızca ifşa eden arkadaşlarının hayatlarından canlandırmaları, adım adım takip ediyorum. Bunları izlerken de eski püskü sandalyelerde oturup, varoş kahvelere gidip, kocaman çiçek desenleri olan eski moda çekyatlara uzanıp, muşamba örtüler serili masalarda dirsek çürütüp, hararetli konuşmalarda çıt çıt çekirdek çıtlatıp, uzun basma eteklikler, pazar işi, üzerindeki parlak boncukları kendi anlamsız geometrilerinde dalgalanan bluzlar giyip, saçlarımı süsten çok süsten uzaklaşma hissi veren plastik tokalarla toplayıp, terliklerimi şapır şapır şaplatıp, eski püskü takım elbisemin altındaki işporta işi ayakkabılarımın arkasına basarak, süklüm püklüm yürüyor, arkadaşlarımla uzun uzun konuşuyor, kocama laf anlatmaya çalışıyor, yüzümde patlayan şamarın acısıyla feryat ediyor, aldığım ilaçların etkisiyle uyuşuyor, uğradığım ihanetin acısıyla hüngür hüngür ağlıyor, borçlarımdan kurtulmanın çarelerini kara kara düşünüyor, çaresizlik içinde o kapıdan öbürüne umut dileniyorum. Burada oturmuş ağlıyorum işte. Zavallı biçarelerin kaderine ağlıyorum. Hıçkıramadan ama. Tükürüğüm artık ağda kıvamda, gırtlağıma yapıştı; güçlükle yutkunuyorum. Derken çaycı kapatıyor televizyonu. Ohh! İyi yapıyor. Ağladığım anlaşılmasın diye kafamı kaldıramıyorum. Yüzüm gözüm düzelince kalkarım artık. İnanması güç ama yaklaşık bir saattir buradayım. Bu arada çıt çıkmadı hani. Ben… Ben daldım da fark etmedim herhalde; mutlaka gelen giden olmuş, biri öksürmüş, biri yemek yemiş, biri kalkıp tuvalete gitmiştir. Mutlaka. Of, yılışık garson geliyor yine. Elindeki tepside çaylar var. Tepsiyi sallarken bir taraftan da bağırıyor: ‘’Mola vakti beyler, bayanlar, merdivenden kayanlar! Çaylar!’’ Ne ki bu şimdi? Ne molası? Münasebetsiz oğlan. Alayım bari bir çay daha. Önümdeki gazeteyi okur gibi yaparak, çayı bırakıp gitmesini bekliyorum. Ama o dikilmeye devam ediyor. Kafamı kaldırmadan gitmeye niyeti yok gibi. Göz göze geliyoruz. Sırıtıyor. Gidiyor. İlla yüzüme vuracak. Şunu içip kalkmalı hemen.


Çaycı yine açıyor televizyonu. Ekrana bakıyorum dikkatle ya kanal logosunu göremiyorum. Sunucuyu da daha önce hiç görmedim. E mutlaka çıkacak logo. Bir önceki program hangi kanaldaydı peki? Merakım depreşiyor iyice. Beklemeli. Ekranda acılı bir yüz beliriyor. Erkeklerin ağlaması hep çok dokunmuştur bana. Ekrandaki adamın kırış kırış cildinde bir o yana, bir bu yana yollanıyor gözyaşları; istikamet değiştirirken de her an yitivereceğini hissettiğimiz bir denge içinde birkaç saniye asılı kalıyor, oldukları yerde titreşiyor, en sonunda da karar veriyor sanki ne yöne akıp gideceğine. Adam pişmanlıktan kıvrana kıvrana, üç beş bileziğin hırsına kapılıp karısını nasıl da gırtlaklayıverdiğini anlatıyor. Kumar batağına sürüklenmesinin hikâyesini, borç para bulmak için çalmadık kapı bırakmadığını, karısından istediği bilezikleri alamayınca şuurunu yitirip üstüne çullandığını sonra… Bir yandan da yakınıyor: ‘’Cezamı çekseydim böyle olmazdı. Bir nebze olsun… O zaman kaçmak… Kaçmak akıllıca gelmişti. Ama şimdi… Acımı çekemedim yeterince. Kaçtım çünkü tüm suçlamalardan. Hata ettim. Hâkimlerin vereceği ceza nedir ki? Kızımın, oğlumun, akrabalarımın gözlerindeki kinin yanında… O gözlerle karşılaşmamak için kaçtım ama şimdi anlıyorum doya doya bakmalıymışım meğer. Hakaretlere maruz kalıp hırsla sırtıma binen yumrukları yemeliymişim. Bu azap… Bu vicdan azabı… Biraz olsun azalmaz mıydı, ha? Şimdi gidip teslim olacağım ama önce evimin kapısını çalacağım. Hakkım olan kin dolu yumrukları yiyeceğim. Hatta önce ben, gözlerimi kapatıp tam da sol yanını yüzümün, uzatacağım.’’ Aklım almıyor! Ne ki şimdi bu? Ben şaşkınlığımdan sıyrılamadan, bir hıçkırık patlıyor. Ses beş metre kadar önümde oturan adamdan geliyor. Ulumayla karışık tuhaf öğürtüler çınlıyor sonra salonda. Ellerini dizlerine vura vura dövünüyor da hızını alamayıp King Kong gibi göğsünü yumrukluyor. O yumruklarken de çatır çutur kemik sesleri, boğuk bir gümbürtünün içinde, kendinden katmer katmer doğarak kulaklarımızda yankılanıyor. Ayağa kalktığında, dehşet içinde televizyondaki adam olduğunu fark ediyorum. Yorgunluktan süklüm püklüm ama nihayete ermenin rahatlığı uzuvlarından aşağılara doğru süzülürken yürüyor çıkış kapısına doğru. Onun bedeninden akan bu buharımsı kütlenin, bir çağlayanın etrafındaki o beyaz sis bulutunu anımsattığını ve artık bu yaşlı adamın yanan böğrünün bir çağlayan gibi serin olduğunu hepimiz anlıyoruz. Çevreme bakındığımda herkesin ağzının gözünün şiş olduğunu, bu sahne karşısında gözyaşlarını tutamayan tek kişi olmadığımı görüyorum. Çok daha acayip olansa, burada geçen birkaç saatten sonra hepsinin gözyaşı yerine yağ akıtmışçasına zayıflamış, dal gibi kalmış olması. Şimdi öyle biçare, kırılgan, zayıfçıcık görünüyorlar. Kollarında derman, yüzlerini ovuşturmak için ellerini kaldırmaya mecalleri yok. Öyle incecik bilekleri var ve kemikli elleri…


Omzumun üstünden geriye baktığımda, bir kadını tanıyıveriyorum. Bir önceki programdaki figüranlardan biri bu. Çevreme daha bir dikkatli bakınca, tüm yüzleri tanıdığımı anlıyorum. Buradakilerin hepsi, küçük ya da büyük rol almışlardı önceki iki programda da. Bu derlemeleri yaratanlar bu oyuncular mı yani? Burası nasıl bir yer? Oyuncular ya da figüranlar kıraathanesi falan mı? Öyleyse, neden bu denli profesyonellikten uzak, perişanlar? Sorularım zihnimi beyin bulamacına döndürmüşken, şaşkınlık gözlerimin birincil anlamı iken, bir fikir parlıyor ışıl ışıl. Âdeta gözlerim kamaşıyor. Huzurlu bir uyuşukluk tüm bedenime yayılıyor. Bir de, bir koku… Bir koku geliyor burnuma belli belirsiz. Bir çiçek kokusu… Nergis belki.

Hey hat! Anlayıveriyorum: Bol bol ağlayıp acımızı çekmek için toplaştık. Ve nihayetinde acımızı dindirecek yola girebilmek için cesaret toplayacağız. İlahi bir güç tarafından bir araya getirildik, biliyorum. Bu güce şükran duyuyorum. Tanrısızlığım yol buldu; ruhum kendi daracık yatağında akıp gidecek artık. Kötücül ruhlar dergâhı, burası! Gitmek istemiyorum buradan. Sıramı beklediğim hissine kapılıyorum. . Bu sahnede oyuncular, seyircilerden farksız artık. Oyuncunun kötü performansı söz konusu bile değil, çünkü bir yandan tüm seyirciler can-ı gönülden anlıyor onu, bir yandan da kendileri de ikincil de olsa oyuncu. Önündekinin kafasını aşıp da oyunu izlemek için çabalamaya da gerek yok burada; aslında herkes, her şeyi önceden biliyor. Evet evet… Tek ortak konumuz, vicdan azaplarımız olduğuna göre… Hepimiz, biliyoruz işte ve hepimiz, tüm diğerleri için yüreğimizin en derinlerinde dövünüp dövünüp ağlaşıyoruz. Biz burada süklüm püklüm, ağzı gözü şiş otururken, acılı ruhlarımız çıkıp sergiliyor kötücül yazgılarımızı. Kendi yazgısı sahnelendiğinde, seyirci koltuğundan süzülerek, sahnedeki yerini alıyor artık olgunlaşmış kötücül ruh ve sonrasında alkıştan yoksun bir uğurlama merasimi başlıyor. O giderken de arkasında, hüzünlü ama umut dolu gözler bırakıyor. O ya da bu sebeple… Ama hepimiz suçluyuz ve bir arda olunca böyle, suç ortaklarının o kaskatı bağlılığıyla seviyoruz birbirimizi.

Şimdi de bu salondaki son katılımcı yerini aldı. Ben… Bir tespihe dizilmiş son boncuğum ben, ağdalı bir kıvamda dönen, dönen... Karar kılınıp da davet edildiğimde sahneye, sonsuzmuş gibi duran dönüşüm de son bulacak, işte o vakit bana yol görünecek. Ayan beyan anlatılacak ne yapmam gerektiği. Olgun bir meyve gibi düşeceğim dalımdan sonra. Ama önce olgunlaşmam gerekiyor, biliyorum. Düştükten sonra olacakları göğüslemeye hazırlanacağım: Kimsesiz çürümeye terk edilirim ya da çirkin ama tatlı, haşarat bir velede, dişlerken o meyveyi mutluluk veririm. O zamana kadar, kader birliği içinde olduğumu bildiğim bu insanlarla kalacağım. Kefaretini ödeyememiş zavallı ruhlarla. Ben de onlardan biriyim. Affedildim. Ekrandaki adama kaçış nasıl tatlı geldiyse, bana da affedilmek öyle tatlı gelmişti. Kurtulduğumu sanmıştım büyük günahımdan. Yaptığım kötülüğün kurbanı affetmişti ne de olsa beni. Ama doğrusu bu olmamalıydı. Hak ettiğim hakaretler yüzüme vurulmalı, sinirlerim yıpranıp çaresiz kalmalı, ellerimi kafama vura vura hayıflanmalı, kara kara bunu nasıl olup da yapabildiğimi düşünmeli, düşüne düşüne dipsiz bir dehlize yol almalı, gide gide batmalı, battıkça kaybolmalı, kahırdan ölecek duruma gelmeliydim. Olmadı, affedildim. Hiç konuşulmadı bir daha günahım ya, yine de rahata eremedim.

*



Büyük affedişten sonra bende daha öncesinde olmayan garip alışkanlıklar gelişti. Hiç âdetim olmadığı halde filmlerin acıklı sahnelerinde ağlamaya başladım sözgelimi. İlk böyle aldım tadını acının. Ağladıkça ağlamak istedim sonra. Dökülen gözyaşları kâfi gelmez oldu da başkalarının acılarını her nerede yakalarsam artık içine dalmaya, hatta sonra sonra izini sürmeye başladım. Her türlü kaynağı değerlendirdim: Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini, gerçek hayatlardan kesit canlandırmaları, haber programlarında gösterilen hasta çocukları, işyerinde moralinin bozuk olduğunu gördüğüm mesai arkadaşımı, dilencilerin yakarışlarını, ölüm ilanlarını, her ne bulursam işte. Önceleri, iş yaşamımda sert tutumunla bilinirdim; kimin ne derdi varmış umurumda olmazdı. Bu yüzden de iyi işgüderdim. Övgü plaketlerini hak edendim. Sonra sonra, acı çekme ihtiyacım kabarıp dağlara taşlara sızmaz olunca, tutumum da değişti. Her ne kadar engel olmaya çalışsam da artık, yakınını kaybeden, akrabası hastalanan, kocasıyla arsı bozuk olan, kızı evden kaçan, her ne dert bulursam çevremde, yırtıcı bir kuş gibi saldırmaya, avlarımı pençelerimin arasına alıp iliklerine kadar sömürmeye başladım. Önce, yüzlerdeki ifadeleri gözlüyor, bozuk olanı tespit ediyor, hemen varıp yanına konuşuyor, geçmiş referanslarımdan dolayı güvenmeyenler çıksa da dertlerini başkalarından öğreniyor, koşullara uygun iyilikler yayıp güvenlerini kazanıyor, dertlerine ortak oluyor, uzun uzun sohbetler ediyor, bir taraftan da onlarla birlikte ağlıyordum. Hayır kurumlarına, haberlerde gördüğüm yardım hesaplarının hemen hepsine kendime göre yüklü meblağlar akıtmaya başladım. Aslında bir taraftan dramatik hikâyelerinin sonu gelmesin diye dualar ederken, bir taraftan da içim kıyım kıyım kıyılıyordu zavallı biçareler için. Mümkün olursa sadece para göndermekle yetinmiyor, bu insanlara ulaşmanın yollarını arıyor, ulaşabilirsem hemen elim kolum dolu, ziyaretler yapıyor, dinliyor, dinliyordum. Hatta bir sefer ben de çıktım haberlere; örnek insancıllığım tüm memleketin gözüne sokuldu. Bir dilenci inandırabilirse beni, gerçekten kötü durumda olduğuna, tutup onu takip ediyor, mesaisinin sonunda acı dolu bir gerçekle karşılaşmayı umuyordum. Ama dilencilerden umudu kestim. Çoğunun sadece meslekleri olduğu ortaya çıktı kısa zamanda. Sadece biri gerçekten kötü durumdaydı. Bu kadar az bir olasılık içinde vakit kaybetmeye değmezdi. Cenazeler varken… En sevdiklerim cenazelerdi. Daha önce hiç huyum olmadığı halde, büyük affedilişten sonraki süreçte, okunan salaları duyar duymaz araştırmaya, mahallede ve çevre semtlerde kimin öldüğünü bulup hemen taziye ziyaretlerine gitmeye başladım. Bu sayede çeşit çeşit insan tanır, her türlü felaket haberini öğrenir oldum. Derdi olanlara komşu oturmalarına gidiyor, elimden gelen yardım varsa yapıyor, böylece de pek seviliyordum artık. Kısa sürede varlığıma alışıp cemaatlerine kabul etiler beni. Ben bilmeden kimse ağlayamaz oldu. Hatta yalnızlığa ihtiyaç duyanlara dahi hunharca saldırıyor, ağızlarından girip burunlarından çıkıyor, en sonunda da hüngür hüngür ağlayacak denli içlenecek yeni kozamı elde edip ince bir işçilikle ruhumu ilmik ilmik örme başarısını gösteriyordum. Komşu cenazeleri gibisi yok tabi: Onlarla sokakta karşılaşıp da ağlamaklı gözlere birbirini selamlamak var; aylarca şiddeti gittikçe azalsa da parçık pönçük acı kırıntılarıyla karşılaşma umudu dolayısıyla. Salalar… Ah! Öyle az okunuyorlar. Bunlar da yetmedi, cenaze ilanlarının izini sürmeye başladım. Adreslere bakıyor, yakınımda olanlar varsa mutlaka katılıyordum. Hata iki üç saatlik mesafeleri aşar, cenazelere gider oldum. Yahut örneğin bir arkadaşımla buluşmaya giderken denk gelirsem bir cenaze namazına kendime engel olamıyor, uğramadan edemiyordum. Acının algıları daralttığı, artık sarıldıkları kişinin kimliğini ayıramayan bu biçare insanlara sarılıp sarılıp ağlıyordum. Ama işin özünde hep başkalarının acılarına ortaktım. Kaybettiğim bir yakınım, hastalanan çocuğum, parasızlıktan tedavi ettiremediğim kimse yoktu. Tecavüze uğramamış, hiç kimse tarafından kandırılıp şehrin çöplüğüne savrulmamış, anne babamdan prenses muamelesi görmüş, zenginlik içinde değil ama huzurlu bir ortamda büyüyüp serpilmiş, güzelliğim yanında çeşitli yeteneklerimle gıpta edilen olmuş, tek bir olay dışında içim yanmamıştı. Başkalarının acılarıyla yetinmek durumundaydım. Bu yüzden de bir türlü tatmin olmaz bir noktaya gelmeye başladım. Halam… Öldüğünü duyduğumda gerçekten üzülmüş ve gerçekten sevinmiş olmam anlaşılabilir sanırım. Ama bu da yetmeyecek, biliyorum. Bunu şimdi anlıyorum. Burada, dergâhımda…


*



Şimdi gidip bir oda tutacağım kendime. Kader ortaklarım teker teker odalarına çıkmaya başladı bile. Ben de burada kalıp sıramı bekleyeceğim. Her ne kadar sürerse artık, bilemiyorum. Kalacağım. Gerçekten umutluyum şimdi ve mis gibi bir nergis kokusu geliyor burnuma.


Nergiz Şimşek, 2008

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Begeni
Gönderen: Nur Debre / , Türkiye
26 Haziran 2010
Zevkle okudum,cok guzel.Basarilar diliyorum!




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın varoluşçuluk kümesinde bulunan diğer yazıları...
Topal Remzi'nin Dilsiz Kızı
Beşinci Kapı
Zaman
Kara Üçlü

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Dönüşüm
Fare Kız
Gölge
Bir Adam
Defol!
Soluk
Mavi Kurt
Boşluk
Akide Şekeri
Av...


Nergiz Şimşek kimdir?

. . .

Etkilendiği Yazarlar:
...


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.