Kendinden daha uyanık insanları işe aldığın zaman, senin onlardan daha uyanık olduğunu kanıtlamış oluyorsun. -R. H. Grant |
|
||||||||||
|
Sıradağlar arasında, yüksek vadide bir cemaat yaşardı. Bu cemaat üyeleri dışında kimseciklerin ayak basmadığı bu topraklarda hayat, olağan deviniminde sürüp giderdi. Vadi, geçit vermez dağların arasında öyle bir sıkışıp kalmıştı ki, atalarının buraya nasıl olup da ulaşabildiğine akıl sır erdirmek mümkün değildi. Zaten bu insanlar da, atalarını arada akıllarına getirirler belki ama uzun uzadıya kafa yormaz, geçmişin bir sis bulutundan öte bir şey olmadığına inanırlardı. Gelecek, kaygı barındırmayan bir kopyaydı. Sadece bir önceki güne ait bir kopya, daha öncesine değil işte. Böyle olunca da, geçmişle gelecek, daraşmalık aralıklarda bir taraftan harmanlanıp bir taraftan silikleşerek dönüşür, öz anlamlarından geriye muğlâk bir iz kalır işte. Bu insanlar tarafından, zamanla ilgili kavramlar, bir güne sığan anlarla açıklanabilirdi desek, yeri. Vadi, onların muhakeme alanlarını tek başına dolduran, içinde bulunulan andan başkasına ait olmayan yegâne yaşam merkeziydi ve öncesi-sonrası düşünülmeksizin, bu vadide hayat günübirlik yeşerirdi. Ah! Lanetli inilti! Tek bir kulak tarafından ayrıldı doğanın tüm diğer yabanıl seslerinden. Yaşlı Zeyduks’un kulaklarıydı bunlar. Zeyduks, kendilerine Kenturlar diyen bu cemaatin en yaşlı üyesiydi. Sevgili karısını on altı yıl önce kaybetmiş, kendisi cemaatin şaşkın ve saygın bakışları altında yaşamaya devam etmişti. Koşulların benzerleri için uygun görmüş olduğu, ortalama elli beş yıllık ömür payesini aşalı, yirmi yıl kadar olmuştu. Onun tuhaf ve açıklanamaz –böyle bir isteği ve çabası yoktu çünkü- bir dirençle ölüme karşı koyuyor olması; mucizelerden, büyülerden, her türlü mistik ya da ilahi güçten bihaber bu toplumda alışık olduğumuzun çok altında olmakla birlikte, yine de bir etki yarattı: Burada mahkemeler ya da cezalar yoktu zira anlaşmazlıklar da yoktu; ola ki tek tük olduğunda Zeyduks’a danışılır, fikri alınırdı. Buraya kadar her ayrıntı olağan deviniminde çalkalanırken, feleğin yazgısının anlaşılmaz bir biçimde yazılmaya başlandığı an işte bu andı: Yaşlı kulakların, iniltiyi ayırdığı... Zeyduks odun kesmek için vadiden ormana doğru açılmış –kimse onun kadar ormana dalamazdı-, olanca uzaktan gelmesine rağmen, dağların vahşi soluğunu yırtarak kendisine kadar ulaşan bu acı çığlıkla irkilip alelacele geri dönmüştü. Kimseye bir şey demedi zira korkak olduğunun düşünülmesini istemezdi. Bu sesin bir kurda ait olabileceğini hemen anlamıştı. Bu dağlarda her cins birbirinin düşmanıydı ama Zeyduks’un en sevmedikleriydi kurtlar. Soğuk kış günlerinde köye kadar sinsice sokulup -onun bildiği- beş çocuğu, iki yetişkin kadını, bir de yetişkin adamı telef etmişlikleri vardı. İnsan, ne olduğunu anlamadan çevresi kuşatılmış, kızgın hırıltıları ve alev alev yanan gözleriyle karşı karşıya gelirdi bu canilerin. Yine de bunlar değildi tedirginliğinin sebebi. Kendisine bile açıklayamadığı –sık sık duyardı ormanın seslerini hatta severdi dinlemeyi- tuhaf bir önseziyle, o kurttan kaçmış ama işte engel olamamıştı yine de olacaklara. Sonradan kendisinin adlandıracağı biçimiyle bu aptallar sürüsüne-kendi soydaşlarına anlatamamıştı derdini. * Kenturlar eğlenmeyi severdi: Şenlikleri, bağırış çağırışı, dansları, bebe viyaklamalarını, müziği, hengâmeyi… Şenlikler sık sık ve düzensiz aralıklarla, herhangi bir tarih ya da olaya atfedilmeden yapılırdı. Takvimleri vardı ama neredeyse hiç kullanmazlardı. Zira dediğimiz gibi takvimler ve zaman mihenk noktaları olmaksızın sıradan birer detaydan daha önemsiz olabiliyor. Burada en ağırından en basitine hiçbir olay yâd edilmediği gibi (Ölümler, doğumlar, evlilikler ve benzeri olayların hiçbiri için tören düzenlenmezdi.), neşe ve üzüntü ait olduğu kişiden çalınıp da sanki cemaate dağıtılır, hep beraber yaşanırdı; ertesi gün de hayat kaldığı yerden taptaze devam ederdi de değil, evet evet, başlardı sanki. Ama yine de bazı döngülerden kimileri, örneğin baharın gelişi herkesin kanını kaynatır, kahkahalarını coşturur, neşeli çocuk cıvıltılarının da vadiye yayılmasıyla, şenlikler yapılırdı. Başka detaylara ihtiyaç duyulmaksızın, müzik ve dansla dolu geçerdi şenlikler. Zeyduks’un telaşeli dönüşünün ardından iki gün geçmiş ve mis gibi bahar havası tüm solukları coşturuyordu o gün. Gonter’in on altısına gelmiş, kızışmışlığını sarı buklelerine dolamış, saçlarını savura savura ortalıkta dolanan kızı Fhunster: ‘’Haydi bu akşam eğlenelim. Şenlik kokusu alıyorum. Ha hay!’’ deyiverince, kaçınılmaz olarak şenlik planlanmıştı işte. (Bir kişinin ağzından çıkan tek bir kelime yeterli olabiliyordu bu insanlar için.) Çiftçilik ve hayvancılıkla hayatlarını idame ettirip yorucu günler geçirirlerdi ama eğlenmek söz konusu olduğunda enerjileri her zaman olurdu. Sadece, yüzü hoşnutsuzlukla düşmüş, yüzündeki derin yarıklar iyiden iyiye belirginleşmiş hatta bunlara bir yenisi eklenmiş gibi duran ve ağzında acı bir tat duyan Zeyduks, havanın akşamları çok soğuduğunu, biraz daha beklemeleri gerektiğini söylediğinde herkes şaşırdı. Tüm saygınlığına rağmen ona kulak asan olmayınca, akşama herkes köy meydanında toplandı. Tam da söylediği gibi Zeyduks’un soğuk bir geceydi. Sis bastırmış, elli metre ötesini görmek mümkün değildi. Yaz ayları dışında hemen her gece alanın ortasına yakılan ateş, bu gece de yanıyordu. Ateşi, akşam yemeğine gitmeden önce Kurska yakardı. Bu onun gönüllü görevi olmuştu. Çok üşenirse eğer ya da hastalıktan yataktaysa, ateşin yokluğu ilk kimin içine oturduysa o yakardı. Sonrasında da ahali tek tük alana dökülür, çaylar eşliğinde ayaküstü sohbet ederdi. Böylece kimin koyununu kurt kaptığını, kimin kızının adet görmeye başladığını, kimin ineğinin sütten kesildiğini, kimin bebesinin ateşlendiğini, kimin ayağındaki nasır yüzünden ayaklanamadığını, bunun gibi bir sürü gündelik detayı ve kimin nelere üzülüp neler için endişelendiğini bilmeyen kalmazdı. Her edilen laf, herkese edilirdi; işiten kulak içgüdüsel bir bilinçle öbür kulaklara iletirdi duyduklarını. Dedik ya başta: burada dert de neşe de herkesindi; baş döndürücü bir hızla tüm vadiye ulaşır, aynı hızla da yok oluverirdi. (Zeduks’un sıkıntısı dışında. Kimseye anlatmamıştı duyduğu iniltiyi. İlk olarak bir şey gizlemişti.) O gece ateş her zamankinden daha büyüktü. Herkes evlerinden akşam yemeklerini getirmiş, masaya koymuştu. Birkaç sürahi şerbet de, içleri ısıtmak için hazırdı. Çocukların kulakları meydandan uzaklaşmamaları için peşinen çekilmiş, müzikle birlikte dans da başlamış, neşeli çığlıklar dağlarda yankılanıyordu. Soğuğa rağmen ateş, şerbet ve toprağı tepe tepe yapılan dansın etkisiyle, üstlerdeki giysiler teker teker çıkarılmış, alınlardan boncuk boncuk terler akmaya başlamıştı. Eğlence doruktayken, tüm şamatayı bastıran bir çığlık koptu. Herkes olduğu yerde donakaldı. Yine mi bir bebe kurtlara yem olmuştu? Hemen ardından Bulkhaser’in büyük oğlu koşarak geldi. Anasının eteklerine yapıştı, korkudan pörtlemiş mavi gözleri ve işaret parmağıyla bir yeri gösterdi. Kalabalık o yöne endişeli gözlerle baktı. Ancak sis iyiden iyiye bastırmış, görüş mesafesi iyice düşmüştü. Görünürde bir şey yoktu. Yine de herkes, sessiz bir anlaşmayla tek noktaya doğru birbirine yaklaşıp bu arada başlarını omuzlarının arasına sıkıştırarak, kamburlarını çıkarmayı da ihmal etmeden, geriye doğru birkaç adım attı. Sisin içinde bir hareket sezildi önce. Birkaç adım daha geri kaçıldı. Sadece Zeyduks olduğu yerde, beklediği laneti karşılar gibi cesurca dikildi. Sonra hareket somut bir biçim aldı: Bu bir kurttu; iki gözünün yerinde kara delikler varmış gibi gözüken bir kurt. Bu doğada canlılar mavi gözlüydüler ve göz akları her zaman belirgindi: Ayılar, kuşlar, kurtlar, insanlar, sincaplar hatta balıklar yani gözleri olan tüm canlılar. Örneğin siz, kahverengi gözlerinizle bu dağlara çıksanız, olağanüstü bir şaşkınlık uyandırır, sıradan canlı bir varlık olup olmadığınız tartışma götürürdü. Genç mavi kurt da aynı şaşkınlığı uyandırdı. Yaklaştıkça, mavi gözlerinin etrafındaki göz akları yerine kara-kızıl göz karası göründü. Üstelik kurt gibi görünüyor ama kurt gibi davranmıyordu, saldırganlığından eser yoktu. Sislerin içinden çıkmış, kalabalığa doğru, sakin mi sakin adımlarla ilerliyordu. Kalabalıktan, gırtlaklarda yapıştığı yerden ağır ağır sızan bir ‘’ğoooooğ’’ sesi yükseldi. En öndeki Zeyduks dinginliği yırtıp insanları bu büyünün etkisinden uyandırmak ister gibi, hemen aldığı kalın bir odun parçasıyla öne atılıp elindeki silahı tehditkâr bir şekilde sallayarak, hayvanı uzaklaştırmak istedi. Ancak kurt birkaç saniyelik duralamanın ardından hiç mi hiç etkilenmemiş, sakin yürüyüşüne devam etmişti. Genç mavi kurt adımlarını bir Tanrı azametiyle harmanlamış kalabalığa yaklaşırken, Zeyduks’ un iki gündür yüreğine yakın bir yerlerde oynaşan sıkıntısı, katransı bir hâl aldı ve yüreğine çöreklendi. Artık karşı konulamaz bir yazgının kurbanı olduğunu hissetti ve sadece kıpırtısız kaldı olduğu yerde - olacakları beklemeye başladı. Bu arada ahalinin, kendilerine yaklaşan kurda karşı korkusu azalmış gibiydi. Toplaştıkları yerdeki kaskatı kımıltısızlıklarını terk edip kendi aralarında mırıldanmaya, el kol hareketleri yapmaya, omuzlarını kaldırıp birbirlerine soran gözlerle bakmaya hatta bazıları kıkırdamaya bile başlamıştı. On adım kadar mesafe kalınca aralarında -bir derenin yatağını buluvermesi misali- onlar da ikiye ayrılarak bir koridor açıtılar kurt için. Kurdun iki yanı etten oluşan bu koridorda ilerleyip ulaştığı nihai yer, işte onun temelli mekânı, kendi öz varlığına ve ölümü sonrasında büyülü anısına ait, bir kurt güdüsünün –mantıken- tamamen dışında ama külliyen cemaatin bilincinin oluşturduğu krallığının tahtı olacaktı. Genç mavi kurt, meydana çepeçevre bakan barakanın önündeki tahtına kuruldu. Yüzünü kalabalığa döndü. Bir süre birbirlerini izlediler öylece. İlk hareketi yapan oynak Fhunster oldu. Bir kap içine birkaç parça yiyecek koyup kurda doğru yürüdü. Bu arada anası kolundan hafifçe tuttu ama o kolunu silkeleyip kendini kurtarırken, dipsiz bir huşu içindeydi. Bu bilinmeyen geçmişlerindeki ama yine de geçmişlerindeki –hiç olmasa en yaşlıları Zeyduks’un da tanık olduğu- en heyecan verici olay olmalıydı. Göz akları yerine göz karaları olan bu mavi kurt, tüm benzerlerinden hem görünüşüyle ayrılmış hem de boyun eğilen tüm doğa yasalarının dışına taşarak, kendini ve onları dönüştürmüştü işte. Bu kurttan korkmadığını anladı. Ona karşı ne hissettiğini henüz bilmiyordu - hiç mi hiç alışık olmadığı bir şeydi bu sadece. Diğerleri de ondan farksız sayılmazdı. Herkes şaşkınlık içindeydi ama tarifsiz bir saygı da besliyorlardı kurda karşı. Burada her canlı, kendilerine pay biçilen görevleri eksiksiz yerine getirirdi ve aralarındaki tüm ilişkiler belliydi. Bu durumda övülecek bir şey olmadığı gibi yerilecek de bir şey yoktu. O an yaşadıklarıysa nasıl yorumlayacaklarını bilmedikleri bir durumdu. Kurdun yaptığı neydi? Nasıl tepki vermeli? Her bireyin bu cemaatte eşit olmak kaydıyla bir yeri var; evcil hayvanların, hatta yetiştirilen mahsulün ayrıca kendileri dışında kalan doğanın tüm öznelerinin… Hepsi de bir diğerinden üstün olmayan, kendi alanlarında sıkışmış durumda. Peki, bu kurt? Dünün düşmanı. Şimdinin evcili mi? O da olmaz ki… Ancak fazlaca düşünmeye gerek de yok doğrusu. İşte olan olmuş, değişim başlamıştı; işleyen zaman artık anlam kazanacak. Kurt, kendisine ikram edilen yiyeceği mideye indirirken, kalabalık fazlaca da yaklaşmadan onu izliyor, aralarında sesli sesli konuşuyor, yaklaşmak isteyen çocuklar azarlanıyor, kimi birkaç adım öne atılıp dokunmakla dokunmamak arasında kalıyor, sonunda da tekrar kalabalık içindeki yerini alıyordu. Bu arada Zeyduks en arkada, hâlâ kıpırdamamış, dikilip duruyordu. Kendine biraz gelince son bir denemede bulundu, haykırdı: ‘’Hey hat! Siz bilmez misiniz bu hayvanı? Düşmanlarımızdan biri o. Bir kurt. Onun yazgısında bizim dostluğumuz yok. Bilmez misiniz bunu? Defedelim bu hayvanı!’’ Fhunster: ‘’Ne zararını gördün onun, yaşlı Zeyduks? Baksana Bulkhaser’in oğlu Maskha’ya. Ona hiç zarar vermemiş. Yalnız yakalamıştı onu hâlbuki. Bırak da kalsın olduğu yerde.’’ Bulkhaser: '’Hâl bu: Hiçbir zararı olmamış. Fhunster doğru der bence.’’ Yaşlı kadın Dolghka: ‘’Bırakın kurdu olduğu yerde! Bana öyle gelir ki: O bizim uğurumuz.’’ Zeyduks: ‘’Uğura ne gerek Dolghka. Bizim neye ihtiyacımız var ki? Mutlu olmayan mı var aramızda? Daha biraz öncesine dek, neşe içinde dans ediyordunuz. Hayatınızdan memnundunuz. Şimdi uğur da nereden çıktı? Uğura ne gerek? Deyin bana. Ne diye böyle pörtlemiş gözlerle bakarsınız ona. O bir kurt. O bildiğimiz kurttur işte. Defedelim onu!’’ Yeni ana olmuş, güzeller güzeli Jilkgon: ‘’Benim bebem var. Korkmam lazım kurdun köyümdeki her adımından. Ama niyedir bilmem, hiç korkum yok ondan. Oracıkta oturuyor işte. Edecek olsa, ederdi çoktan. Bırakın kalsın.’’ Dolghka: ‘’Bak gördün mü Zeyduks? Kimse korkmuyor, huzursuz olmuyor ondan. Sen dışında. En hassas zamanlarını yaşayan şu genç kadın bile. Bir sen misin aramızda korkak! De bana.’’ Sonyark: ‘’Doğru değildir. Ben de istemem onu. Zeyduks doğru der. Bize ne ondan. Bize ne gerek ki uğur muğur. Biz uğur mu istedik ki şimdi bulalım. O bir kurt. Başka görünüp başka davranıyor ama yine kurttur işte. O, kurt kalsın; biz, biz kalalım. Nemize gerek bu kurt? Niye onu bahşedilmiş sanırsınız ki? Yol verelim, gitsin.’’ Fhunster: ‘’Ne korkarsınız, anlamam ki. Orada oturuyor işte. Kimseye dert değildir. Biz, bizken ve kurt, kurtken… İşte o, başka bir şey yapmıştır. Artık ne biz, eski biziz; ne o, eski kurt. Biz onu kovsak da bu geceyi unutamayız. O gitse de olan, daha da doğrusu olmayan olmuştur.’’ Dedi ve ona doğru ilerledi. Elini uzattı kurda doğru, burun hizasına otuz santim kadar da yaklaştırdı. Ancak kurt tam burada hırladı. Ve böylece Kenturlar, kurtla aralarında bırakmaları gereken minimum mesafeyi anlamış oldular. Bu sözler üzerine Zeyduks artık ses etmedi. Sadece, ‘’Onu beslemem ben, siz isterseniz bakın o hayvana.’’ dedi, o kadar. Ahali kendi mırıltılarını yararak dağıldı evlerine. Bir: Dişsiz ağzından dökülen, ‘’Uğur o… Uğur… Uğurumuz bizim… Olmayacak olan, oldu işte… Uğur…’’ mırıltısı kaldı en son, dağlarda yankılanan. * Günler geçerken kurt, oturduğu yerde kendine bırakılanlarla besleniyor, birkaç adım sağa sola gezinmek dışında bulunduğu noktadan ayrılmıyordu. Bu birkaç adım, Kenturlarla onun arasındaki doğal sınırı belirledi. Görünürde, gündelik yaşamda değişiklik yoktu; Zeyduks’un gözüne çarpan, tanık olduğu birkaç olay dışında. Artık insanların ateş başına gelirken, çaylarıyla birlikte üç beş lokma yiyeceği yanlarında getirdiğini fark ediyordu mesela. Yine bir gece yarısı uyku tutmamış –bu kurt geldi geleli iyi bir uyku çekmemişti-, dolaşmaya çıkmışken, bebesi hastalanan sevgili Jilkgon’un kurtla bir sohbettir tutturduğunu, ona derdini açtığını görmüştü. Bu olan karşısında gözlerine inanamamış, hemen müdahale edip onun bebesinin yanında olması gerekirken, orada ne işi olduğunu sormuştu. Kızmıştı da doğrusu. Sorusu karşılığında sessiz bir gülümseme almış, ardından bakakalmıştı Jilkgon’un. Bir başka gece, genç oğlan Fankeser’i kurdun iki metre kadar önüne çömmüş, tutulduğu evli bir kadından bahsederken yakalamıştı. Sessizce dinlemişti Fankeser’i ya duyduklarına inanamamıştı. Duydukları kadar, herkesin derdini bu kurda açıyor olmasına da… Bu sefer müdahale etmemiş, başka yöntemlerle yanaşmaya çalışmıştı Fankeser’e. Babacan tavırlarla sevgilisiyle ilgili şakalaşmış; baktı olmuyor, bir akşam şerbet ikram etmiş, oturup dertleşmek istemişti. Lakin bu çabalarının hiçbiri sonuç vermemiş, genç oğlan anlatmamıştı ona gönül yarasını. Bunların yanı sıra Dolghka’nın, kurtla ilgili sürekli övünmelerini, o geldi geleli mahsulün arttığını, hastaların şifaya erdiğini, koyunların daha bir besili olduğunu, cemaatin üzüntülerini içine atmayıp dillendirdiğini, dertleşerek rahatladığını, herkesin daha bir mutlu göründüğünü anlatıp durduğuna da tanık oluyordu. * Artık bu vadide hayat beş ay öncesinden farklıydı. İlk başlarda insanlar gizliden gizliye kurdu anlatır, ziyaret ederken, zaman içinde saklama gereği duymaz oldular. Sonra sonra dertleri olmasa da, görünürde bir nedene dayanmaksızın, kurdun yanına gidip sersem sepelek çevresinde dolanmaya, kimileyin yanında öylece oturmaya başladılar. Çocuklar bile her zamanki taşkınlıklarını yapmıyor, onun yakınından korku dolu bir tedirginlikle geçiyorlardı. Dolghka’nın önderliğinde bu ziyaretler toplu ve düzenli bir hâl aldı. Artık onlu-on beşli, süreç içinde sayıları daha da çoğalan gruplar hâlinde, kıçlarının dibinde olduğu hâlde, kurda özel ziyaretler düzenlemeye başladılar. Bu ziyaretler esnasında ziyaretçilerin şapşal görünüşlü, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, o yana bir adım atmışken arkasına dönüp öbür yana iki atım atan, bir göğe bir yere anlamsızca bakan, yapacak bir şey bulamadıkları için durduk yere kafasını ya da burnunu kaşıyan, göz göze gelip de laf edemeyip saçma sapan geveleyen hâllerine bir çare düşünmek gerekti elbet. Bunu da yine Dolghka düşündü. E tabii, oynak Fhunster de yardımcısıydı. Artık üç günde bir, ikili sıralar hâlinde, ağır adımlarla (kurdun gelişini temsilen!), akşam yemeğinden hemen sonra köyün en uzak ucunda toplanılıp tüm sokaklardan geçilerek meydana kadar yürünüyordu. Vardıklarında, ellerinde tuttukları meşaleleri daha önceden hazırladıkları yerlerine dikiyorlar, Dolghka’nın mırıldana mırıldana zihinlere kazıdığı türküyü alçak sesle söylüyorlardı. Kurdun önünde - art arda, sıralı yarım daireler hâlinde- çömüp ortaya konan kaba yavaş mı yavaş hareketlerle birkaç lokma yiyecek bırakıyorlardı. İsteyen, sonrasında bekleyip kurtla yalnız kalabiliyor, dertleşebiliyor, dileyebiliyor, anlatabiliyordu bol bol. Böylece ahali artık günleri sayar oldu. Bir gün Zeyduks, evinin önünden geçerken kordona katılmak istediğinde –kendisine verilecek tepkiyi merak ediyordu- hemen karşı çıkıldı. Ritüele aykırı davranmak olmazdı, bu en büyük günahlardandı. Tabii Zeyduks’a söylenenler bu kelimelerle ifade etmemişti kendini. O zaman için henüz, günah, ayin, adet kelimelerinin anlamları zihinlerde yerini bulamamış, koşulların kendileri için sabırla ama sağlamca örmeye başladığı örümcek ağlarından yapılma korunaklı yuvalarını bekliyorlardı. Bu gidişattan Zeyduks gibi rahatsız olan başkaları da vardı. Çareler düşünmek için bir araya gelmeye, akşamları konuşup tartışabilecekleri toplantılar düzenlemeye başladılar. Bu ilk bölünme oldu. Süreç içinde, Dolghka’nın, Fhunster’in oynak, şımarık davranışlarının yakışık almadığını iddia etmesi ve aralarının açılması, ikinci bölünmeyi doğurdu. Bu arada Zeyduks’un grubunda da, onun fazlaca yaşlı ve taş kafalı olduğunu düşünenler yok değildi. * Genç mavi kurt... İki gözüne de oturan kanın pıhtılaşması, görüşünün azalması, bilincinin muğlâklaşması… Ne de şanslı!… Ama bunun farkında değil. Farkına varabilecek durumda olsa, olması muhtemelleri varın siz düşünün. Buraya kadar, o sadece beslenirken durduğu yerde, bir toplum kendini şekillendirdi onun artık iyice şişkin midesinin etrafında. Hâl buyken, hâl bu olduğu gibi sürüp giderken, artık dokuzuncu ayıydı gelişinin, bir gece bir ziyaret esnasında, bir çocuk ona fazlaca yaklaşıverdiğinde, ilk olarak ısırdı onlardan birini. Hafif, çok hafif bir ısırıktı. Çocuğun korkusu dışında kayda değer pek bir şey yoktu. Birkaç ay sonra bu sefer öne doğru sert-kesik bir hareket yaparak hırladı bir başkasına, hatta havadan bir ısırık bile almışken, durdu. Her iki durumda da hemencecik eski hâline döndüğünden, kimsecikler pek ses etmedi ama düşünmeden de edemediler doğrusu. Genç mavi kurdun gelişinin yıl dönümüne yaklaşılır ve bununla ilgili iki grup farklı etkinliklerle kutlama yapmayı, diğer grup protesto için hazırlanmayı planlarken, sanırız ki on gün kadar öncesinde yıl dönümünden, yine bir şenlik esnasında oldu olan. Kurt bu sefer yetişkin bir kadını adam akıllı ısırdı. Bir panik ki etrafa dağılan, şaşkın gözlerden fışkıran… Bu panikten yaralanıp Zeyduks, varıp getirdiği kalın odun parçasını kurdun kafasına indirdi. Şimdi elindeki, ilk geldiğinde kurda salladığı ancak işlevsiz kalan odun parçasıydı. Saklamıştı onu bir gün kullanmak üzere. Ona bakıp bakıp bu anı hayal etmişti ya işte olmuştu. Zeyduks’un gözleri zafer ışıltısıyla parlarken, kurdun kafatasının çıkardığı çatırtı, hiç olmasa o gün kulaklarına ilişen o malum inilti kadar keskindi. Bu sefer çatırtı tüm kulaklar tarafından işitildi. Kenturlar, zamanla oynadılar da sanki durdular anı: Oldukları yerde kıpırtısız, donakaldılar. Zeyduks dışında. O, bir yıldır yüreğinde çöreklenen sıkıntıdan, kulağında yankılanan iniltiden bu çatırtıyla kurtulmuş, haz içindeydi. Kollarını iki yana açmış, yüzünü gökyüzüne uzatmış tuhaf bir biçimde gürlüyor, anlaşılmaz kelimelerle haykırıyordu. Bu birkaç saniyenin ardından başını indirdi. Dolghka ile göz göze geldi. Kızgınlıktan şişmiş damarları, kan ve yaş oturmuş gözleri, pençe gibi kıvırdığı parmaklarıyla Dolghka haykırdı: ‘’Bunun burada bittiğini mi sanırsın zındık! Daha bitmedi! Daha yeni başlıyor!’’ Zeyduks mırıldandı: ‘’Bilirim. Daha yeni başlar...’’
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Öztürk Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |