..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bilim Kurgu > Haşmet Şenses




19 Mayıs 2010
Kesişme  
Haşmet Şenses
Akşamın renkten renge bürünen son ışıltıları yitip gideli saatler olmuştu.


:AEGC:
Akşamın renkten renge bürünen son ışıltıları yitip gideli saatler olmuştu.

Kalabalık iyice seyrelmiş ve kalanlar sağa sola dağılmışlardı. Hemen hiçbiri kendini bilecek durumda değildi. Genç adam sütunlu caddenin arkasındaki bayıra yarı yatar durumda uzanmış, şarabının kalan son yudumlarını çekerken, sallana sallana evlerinin yollarını tutan kentlileri izliyor, bir yandan da, şuraya buraya dağılıp şöleni sürdürmeye çalışanları arıyordu.

Günbatımında başlayan şölen saatler sonra biterken, hala içmeye doyamamış küçük gruplar, tümü gölgeler içinde kalan sütunlu caddenin daha da koyu olan kuytularına çekilmiş fısıltıyla konuşmaya çalışıyor, ama dolaşan dillerinin peltekliğiyle pek beceremiyorlardı.

Testiyi havaya kaldırıp bir yudum daha aldı ve çimenlerin üzerine kafasını koydu.

Güney yönünden esen rüzgar denizin belli belirsiz kokusunu getiriyordu burnuna. Havada bir yumuşaklık ve teninde ılık bir esintiyle düşüncelere daldı. Hala tam bitmemiş olan yazı düşündü. İlk kez denize açılmıştı üç ay önce. Akdenizin kıyı şeridi boyunca dolaşmış, yeni ülkeleri görmüş, denizciliği öğrenmişti. Dönerken yanlarında küplerle şarap getirmişlerdi. Şimdi neredeyse uykuya dalmasına neden olacak, akşamdan beri içip durdukları şarapları.

Yunuslar geldi neden sonra aklına. Daha denize açılışlarının üçüncü gününde görmüştü onları. Geminin yüz kulaç kadar ilerisinde, denizin ortasındaydılar. Bir an telaşlanmış, ama kendinden daha genç olmasına karşın yıllardır denize açılan arkadaşının, kendisinin dalgalarla belirip kaybolan kayalıklar sandığı gri çıkıntılara nasıl keyifle gülümseyerek baktığını görünce, ne olduklarını anlamasa da içi rahatlamıştı.

“Yunuslar” demişti genç adam.

Bir yunusun ne olduğunu yıllardır denizcilerden dinlemiş olsa da, nasıl bir şey olduğunu tam bilmediği için, uzun süre gözünü onlardan ayıramadan hayranlıkla izlemişti.

O anları yeniden yaşar gibi yıldızlı göklere doğru daldığı derinliklerden, uzandığı bayırın biraz düzleştiği sol tarafında kalan, görünmeyen bir yerden işittiği seslerle uzaklaştı. Yüzünü o yana çevirdi, ama gözkapaklarının kapanmasına engel olamadı. Yaşlı ceviz ağacının biçimsiz gövdesinin dibinde olmalıydılar. Fısıltılarla birbirini daha sıcak bir geceye hazırlayan bir çiftin sesi.

Neler diyorlardı sahi. Kafasını biraz havaya dikti. Boynu zorlama bir biçimde sola dönmekten ağrıyordu ve bu yaptığının ayıp olduğunu düşünüyordu. En azından yıldızlara bakarak yatışını sürdürebilir ve kulak kesilmeyebilirdi. Ama anlamlı bir sözcüğe dönüşemeden ağızlardan dökülen sözler çok tanıdıktı ve net bir biçimde ortaya çıkmaları için sanki biraz zorlanmaları gerekiyordu.

Yine de ani bir kararla dinlemeye çalışmaktan vazgeçti.

Tutulan boynunu oğuşturarak eski sırtüstü yatar konumunu aldı. Yıldızlar var güçleriyle ışıldadıkları boşluğu hiçbir zaman aydınlatamayacaklarını bilmenin alçakgönüllü rahatlarında kendi şarkılarını söylemeye dalmışlardı. Yeniden denizi düşünmeye zorladı kendini. Kolayca kapanan göz kapaklarının - artık açık tutmakta zorlanıyordu – perdesi önünde, gökyüzünden daha fazla yıldız parıldamaya başlamıştı. Ancak şimdi sarhoşluğunun gerçek yoğunluğunu hissederken, kendi göz çukurlarında ışıldayan bu sahte yıldızların biraz azalmasıyla oluşan siyah fonun önünde yunusları canlandırmaya çalıştı.

Yazın sisli, sıcak fanusuna kapanıp kalmış engin denizin, neredeyse dalgasız, durgun ve açık mavi yüzeyinde, açık gri renkte yumuşak kıvrımlarla seçilen, ancak denizin yüzeyinden keskin bir karşıtlıkla ayrılamadığı için ne yaptıkları pek anlaşılamayan kaygan yüzeyli kayaları andıran kıpırdanışlar…

Sonra biri aniden sıçradı ve bütün hatları suyun yarım metre kadar üstünde netleşti. Ardından uzunca bir süre yüzeyde belirip kayboldular. Zihninde canlandırmaya çalıştıklarının, sınırından içeri süzüldüğü düşlere dönüşmeye başladığını anladı. Bir anımsamayla ortaya çıkan yunuslar giderek yoğun bir uykuya eşlik edecek düşlerin kahramanlarına dönüşüyordu.

Ama o da ne!

Birinin bağırtısıyla yunuslar ürktü. Hatları netliğini yitirdi sanki...

Kafasını sol yana çevirdi zorla. Uyku ile uyanıklığın menzili belirsiz geçidine hakim olan katransı yavaşlıkta bu hareketi yapıp yapmadığını bile bilemiyordu aslında. Yunusların yumuşak gri hatları da belirsizleştikleri saydam fonla birlikte sol yana geçiyorlardı. Ama artık onları göz önünde tutmanın giderek olanaksızlaştığını anladı adam.

On beş adım kadar ilerisindeki ceviz ağacının altından gelmişti ses. Öyle olmalıydı, çünkü en son çevrede birilerinin olduğunu bildiği en yakın yer orasıydı. Ancak şimdi ses seda yoktu. Birkaç dakikalık bir uyuklama sarhoşluğunu tamamen geçirmiş gibiydi.

İşte yine başladım, diye düşündü. Açık havada da olsalar, gecenin örtüsüne sığınmış ve böyle bir akşamın sonunda birbirine daha da yaklaşmayı hak ettiklerini düşünen bir çiftin, hemen yanıbaşında süregiden mahremine sokulmak… Kendine yakıştıramadı. Yine de kafasını zorla biraz dikip, boynunu uzatarak o yöne bakmaktan da kendini alamadı. Aklında az önceki anlam veremediği bağırtı vardı hala.

Her şey yolunda olmalıydı. Şimdi ses duyulmadığına göre... Kaldı ki, bir terslik olsa da bana ne bundan. Birbirlerini sevseler de, dövseler de bana ne ki...

Tam bu düşüncelerle ilgisinin ikinci kez uzaklaşmaya başladığı noktadan, bu kez bazı gülüşmeler duydu. Sonra anlayamadığı bir takım konuşmalar. Fısıltılar değil ama. Üstelik alçak sesle de değil. Gülüşmelerle karışık konuşmalar, açıkça duyulan...

Yine de bir tuhflık vardı. Konuşmaların tek sözcüğünü bile anlamıyordu. Yabancılar olmalı! Ama bir şey daha... Bu daha da tuhaf.

Seslerin ikisi de erkek sesiydi. Ya da kadının sesi oldukça kalın olmalıydı. Hepsini tanıdığı kent halkının bütün kadınlarını ve genç kızlarını düşündü. Ancak bunların hiçbiri kendi dillerinden başka dil bilmezlerdi. Aslında bu, bir kadına ait olamayacak kadar kalın ses kadar, diğer ses de kendine çok uzaktı. Belleğini zorluyordu ya, boşuna.

Bir an düşündü.

Bu kadar yeter artık, dedi. Her hangi bir çift işte... Aşıklar ya da iki sarhoş denizci. Dön arkana yeniden ve yunuslara dal sen yine. Hatta sabaha kadar burada kalıp... Birden, yunusların geldikleri maviliğin derinliklerine çekilip, maviliğin de çoktan kaybolup gittiğini anlayınca, tanrılar adına lanetler okudu kendine. Ne kadar tanrısı varsa yerlerin ve göklerin... Ne aptal bir adamım ben. Toy bir denizci ve acemi bir sarhoş. Takılıp kaldım aptalcasına bir şeye.

Ağrıyan boynunu farkında olmadan oğuşturarak, karanlıkta bir hayalet gibi yükselen ceviz ağacına bakmaktan vazgeçip arkasını dönecekken, hala süren konuşmaların bildiği hiçbir dile ait olmadığını farketti. Ne kuzeyde, ne batıda, ne doğudaki komşularının kendi dillerinden pek de farklı olmayan dilleri, ne de daha yeni döndüğü seferde tanıdığı güneyli deniz halklarınınkiler. En azından sesini tanıdığı o dilleri de pek anlamasa bile, bu konuşmaların yıldızlar kadar kendisine uzak olduğu gerçeği karşısında afalladı.

Yunuslar gitmiş olsa da, hala uykudamıyım ki diye geçirdi aklından. Konuşanları daha bir kez göremediği halde, israrla bakmakta olduğu yerden hızla arkasını dönüp uzaklaştırdı dikkatini. Kafasını usulca çimenlerin üzerine bıraktı yine. Ağacın altındaki insanları çabucak unutmaya çalıştı, sağa doğru uzanmış yatarken. Yunuslara da lanetler okudu, bir kaç tanrı adı anarak. Hemen terkediveriyorlardı insanı. O kadar kaypaklar ki...

İki yıl önce umudu kesip peşinde koşmaktan vazgeçtiği, şu kibirli deri tüccarının kumral kızını anımsadı. Şölenin başladığı saatlerde, uzun zamandan sonra ilk kez, babasının Likya'ya gitmiş olmasından aldığı cesaretle yanına sokulmuştu. Kız biraz nazlanmış ama sonra kendisiyle uzunca bir süre konuşmuştu ayaküstü. Ancak hepsi bu kadardı. Tam ilk kez çıktığı seferin ayrıntılarına girmeye hazırlandığı sırada, kızın kent konseyinde yer alan dayısı gelip, bir şey göstermek üzere uzaklaştırınca bir daha yaklaşamamıştı yanına.

Kızın çok güzel bir sesi olduğunu düşündü. Hatta bir kez küçük bir topluluğa şarkı söylerken dinlediğinde nasıl da büyülenmişçesine kalakaldığını anımsayınca, tatlı düşlere doğru yolalmaya başladı yine. Bu hoşuna gidiyordu. Kızın o zaman söylediği, balığa çıkan adamların yaşamını anlatan şarkısını duyar gibi oldu. Sütunlu caddenin sonundaki, babasına ait testi satılan dükkanda, bütün o sıcak yaz günlerinde akşama kadar pineklerken, bu şarkıyı zihninde diri tutmaya çalışarak kendini nasıl avutmaya uğraştığını anımsadı.

Ve kız şarkısını yine söylüyordu işte. Bu kez yalnızca kendisi için söylüyordu. Kutsanmış bir sesle...büyüleyici bir şarkı...Bambaşka, hiç duyulmadık bir şarkı. Çok uzak diyarlardan, hiç bilinmedik şeylerden söz açıyordu sanki. Sanki başka bir zamandan...

Tanrılar adına!

Bu da ne böyle. Bu ses kumral kıza ait değil ki. Sonra ona eşlik eden o çalgılar. Bütünüyle yabancı. Her şey birden o kadar uzak ve yabancı geldi ki kulaklarına... Müzik olması düşünülerek çıkartılan o sesler... evet müzik aslında ama... alışılmadık bir gürültü... Acıyla, ruhunu yırtarcasına, kanırta kanırta bağırıyor sanki, şarkısına eşlik eden o tuhaf çalgıların sesini bastırmaya çalışarak...

Sonunda şarkının sözlerinin, az önceki anlamadığı bir dilde konuşan o iki kişinin dilleriyle benzerliğini farketti. Uyukluyorum, diye düşündü ve direnen gözlerini zorla araladı. Arkasına döndü, bir şeyler görmeyi umarak.

Yalnızca karanlığa gömülmüş ceviz ağacı yine, hepsi bu. Hala orada olmalıydılar, konuşmaları duyulmasa da, bir kadının sesinden dinlediği o tuhaf şarkıyı onlardan biri söylüyor olmalıydı. Demek yanılmamıştı, biri kadındı, daha ince sesli olanı. Yine de çok kalın. Tuhaf biçimde, her yanı mermer bir odanın içinde yankılanır gibi...zaman zaman pesten...arada boğuklaşarak...bir yandan şarkısını söyleyip, diğer yandan ağlar gibi...Ve üstelik o çalgı sesleri. İçinin bulandığını hissetti.

Doğruldu ve iki elnin avuçiçlerini arkasında çimlere yaslayıp öylece oturdu bir süre. Gözünü, hiçbir şey göremediği cevizin belirsiz siluetinden ayırmadan ve sarhoş olmadığına şaşarak oturdu. Şarap testisini alıp büyükçe bir yudum içti sonra. Kararlı bir biçimde doğruldu oturduğu çimlerin üzerinde. Şaşırtıcı bir biçimde sarhoşluğundan sıyrıldığını düşündü yine.

Kadının hala şarkısını söylediği yöne doğru bir kaç adım atıp durdu. Şarkı sona ermişti. Konuşmalar... Gülüşmeler... Sonra bu kez başka bir müzik başladı. Önce yalnızca çalgılar var güçleriyle inlediler, ardından kadın başladı böğürtüye benzer bir sesle.

Korku, kararsızlık, bulantı ve merak içinde yaklaştı yamacın eğiminin yükselmeye başladığı yere. Bir kaç adımda artık görebilecekti onları. Ama görmek istediğinden pek emin değildi doğrusu. Ben ne yaptım ki acaba tanrıları kızdıracak, diye düşündüyse de, pek bir şey gelmedi aklına. Yalnızca geçen haftalarda, denizden döndükten sonra ailenin büyüklerine ve kentin ileri gelenlerine yapması gereken ziyaretleri geciktirmişti bir süre. Ama bu kadarcık bir şey için tanrılar, bu, yeraltının derinliklerinden gelircesine lanetlenmiş seslerle cezalandırmazlardı her halde kendisini.

Ağır adımlarla ilerledi ve her adımda sesler daha da yükseldi, erkek sesli kadının şarkısı daha da netleşti:

"Yıktın sen gönlümü...vicdaaansııııız..."

Yabancı kulaklarına hiçbir şey anlatmasa da, birilerinin içini tırmalayan bir şeylerden sözaçtığı belliydi. İçinin bulantısı arttı. Bir kaç adım daha atıp durdu. Olduğu yerden bir adamın kafasının karaltısını görebiliyordu. Ağaca dayamıştı adam başını. Şarkıyla birlikte sağa sola devirip eşlik ediyordu müziğe:

"Yaktın sen ömrümü...şereeefsiiiiiiiz..."

Şimdi şarkı söylemiyor, düpedüz bağırıyordu kadın nameyle. Hırçınlaşmıştı birden...

Artık merak duygusunun dayanılmaz olmaya başladığı bir anda, eğimin düzleştiği noktaya kadar hızla yürüdü ve gördükleri karşısında donakaldı.

Belden yukarıları çıplak iki adam, ellerinde birer şişe, uzanmışlardı cevizin altında.

Az önce kafasını ağaca dayadığını gördüğü ilk adam, şarkıyla birlikte başını kendisinden yana çevirince, kendisinin orada şaşkın dikilip durduğunu farketti. Gözleri denizcinin üzerinde sabitlenip kaldı.

Denizci şarkı söyleyen kadını ve çalgıcıları aradı boşuna. Öteki adam, diğerinin ayağının dibinde boylu boyunca uzanmıştı. Elindeki şişeyi kafasına dikerken hala denizciyi farketmemişti. Ağaca sırtını vermiş olan tek ayağının ucuyla dürttü arkadaşını.

"Nooluyo lan" dedi beriki.

"Kalk lan kalk, ecinniler bastı oğlum burayı. Dedim sana burda içmeyelim diye. Sonunda olacağı buydu işte."

Öteki güçlükle doğruldu yerinde. Bir kaç metre ötelerinde baştan ayağa kuşandığı beyaz entarisini belinde bir kuşakla bağlamış olan adamı görünce, hortlak görmüş gibi açıldı gözleri. İnanamayarak gözlerini oğuştururken sallana sallana ayağa kalktı ve bir iki adım geriledi.

"Ne o lan incirin dibine mi işedin sen" dedi, titreyen bir sesle, hala ağaca yaslanmış halde donakalmış duran arkadaşına.

Denizci iki adamın konuştuklarını duyuyor, ama tek sözcüğünü bile anlamıyordu.

Yok, diye düşündü, eğer bir düşte değilsem, kesin cezalandırılıyorum ben.

Daha uzun olan ilk adam da yavaşça ayağa kalkmış, ötekinin yanında ayakta duruyordu şimdi. Kendisinden korktukları belliydi. Tıpkı kendisinin de onlardan korktuğu gibi. Soğukkanlı durmaya çalıştı.

Bir süre konuşmadan ve hiç kımıldamadan birbirlerine baktı üç adam.

Denizci neden sonra, ortalarda görünmeyen kadının başka bir şarkıya geçtiğini farketti. Bu kez daha yumuşak, içli bir şey söylüyordu. Bunca korkusuna ve tetikte duruşuna karşın, merakla sesin kaynağını araştırdı. Ayakta yan yana dikilen iki adamın hemen önlerindeki boş şişelerin arasından geliyordu ses. Gözlerini şişelere dikti.

Adamlar birbirlerine baktılar önce. Kısa boylu olan omuzlarını silkti. Sonra yine denizciye döndüler.

"Bilader ne ayaksın sen" dedi uzun boylusu. Denizci karşılık vermedi.

Neci bu adamlar, deli mi, nerden gelmiş olabilirlerki, diye geçirdi aklından. Üstlerinin çıplak olması bir yana bacaklarındaki giysiler de bir tuhaftı. Her iki bacaklarını da sımsıkı saran ve bellerinde birleşen, tuhaf, mavimsi rengi solmuş bir şey giymişti ikisi de. Ağacın dibine atılmış kumaşlar da her halde üstlerinden çıkardıkları olmalıydı.

Dili dili dııt... dıt dıt dırı dıııt dıt... Dili dili dııt...dıt dı..

Birden kadının şarkısı sona ermişti. Onun yerine, komik, çocukça bir ses çıkmaya başlamıştı yerden. İki sarhoş yine birbirlerine baktılar. Eğilip şişelerin arsından bir şeyi eline aldı kısa boylusu. Küçük, siyah, el kadar bir kutu. Parmağıyla bir yerine basıp kulağına yaklaştırdı.

"Ne var lan... Tam da zamanında ararsın ha..."

Ağzı açık izleyen denizci gözünü adamdan ve elindekinden ayırmıyordu. Bütün o şarkıların geldiği kutudan... ve sonra o deli saçması dıt dıt müziğinin...

İyi de kadını onun içine sokamayacaklarına göre... Sesini mi hapsetmişlerdi ki? Ulu tanrılar! İşin içine tanrıların adı karıştı mı her şey mümkündü sanki.

Kutuyla konuşuyordu adam hala.

"Dinle bak şimdi anlatamam, ama içe içe sapıtmadıysak eğer, başımız belada bizim biraz. Diyorum ya lan anlatamam... Hee bizim Seyfi ile beraberdik işte...Eee uzun ettin ama haa."

Fırlatıp attı yere adam elindekini.

Kadını susturdu, diye düşündü denizci. Ya da o sesi işte, her ne ise o. Çünkü artık ses seda yoktu kutuda. Belki bana olan saygılarından, kimbilir. Ama hiç kibarca değildi doğrusu. Hayallerimin kumralı olacak da oradaki... yani onun sesi... ben ona bağıracağım ha! Susturamam ben onu, tanrılar şahidimdir. Ama kutudan gelen sesi düşününce belki de böylesi daha iyi, dedi kendi kendine. Ses artık kendisini dinlemediklerini anladığında bozulmuştu belki de. Bütün dıt dıt kadınca bir tepkiydi belki, kimbilir.

"Ne bakıyo lan bu telefona böyle. Göz mü koydu ne. Bilader tımarhaneden kaçmadıysan, artis martissin diyecem ya bu üstündekilerle... Pek normal gelmedin yine de bana. Kimsin, ne ayaksın sen ya."

Denizci artık yerdekine olan ilgisini kaybetmişti iyice. Kadınları hor gören bir ırktan olmalıydılar. Konuştuklarının da bir tekini bile anlamış değildi.

Adamların karşısında ilk kez ağzını açtı:

"Siz de denizci misiniz? Şölende gördüğümü hatırlamıyorum sizi. Sonra... Ama galiba beni anlamıyorsunuz. Ne yalan söyleyeyim ben de sizi hiç anlamadım."

Kollarını öne doğru uzatarak adamlara doğru iki adım yaklaştı. İki adam irkilerek gerilediler birden.

"Hayır benden çekinmeyin. Size bütün içtenliğimle hoşgeliniz diyorum."

Adamlar beyazlar içindeki delinin iyice yaklaştığını ve durmaya niyeti olmadığını anlayınca arkalarına dönüp, yaklaşan adama omuzları üzerinden bakarak hızla uzaklaşmaya başladılar.

"Lan Nuri, kötü bu kaçığın niyeti, kaç lan."

Sonra birden sarsak adımlarla koşmaya başladılar. Nuri bir yandan koşarken bir yandan bağırıyordu:

"Telofon kaldı Seyfi."

"Başlatma telefonundan, giden telefon olsun, benim karının eskisi duruyor evde, onu veririm sana."

Aralarında yüksek sesle konuşarak, harabelerle yolu ayıran tepenin yamacından koşarak uzaklaştılar.

Denizci ağacın altında, bu iki tuhaf, ama denizci olamayacak kadar korkak yabancının arkasından bakakalmıştı.

Yazık, diye söylendi kendi kendine. Adamlar yolun gölgeli uzaklıklarında yitip gitmişlerdi. Bir an yolun kendisine ne kadar değişik geldiğini düşündü. Sandığımdan daha sarhoş olmalıyım. Hatta... burada bir yol var mıydı ki? Dar bir patika belki. Nasılsa dikkat etmemişim bugüne dek.

Eğilip yere oturdu. Siyah kutuyu biraz çekinerek eline aldı. Bildiği hiçbir şeye benzemeyen bu nesnenin, insan elinden çıktığı belliydi ama... Üzerindeki küçük çıkıntılara bastırınca kutuda ışıklar belirdi ve sesler çıkartmaya başladı. Ardından çıkıntının birine, biraz sertçe dokununca kadının sesi duyulmaya başladı yine. Başta telaşla bırakacakken elinden, son anda kendine hakim olmayı başardı. Korkmuş değildi, ne yapacağını, böyle yüzünü bile görmediği bir kadın karşısında nasıl davranacağını bilememişti yalnızca.

Kutuyu yanına, çimlerin üzerine bıraktı. Ayaklarının dibinde duran boş şişelere takıldı gözleri. Üzerlerine, yazılı ve resimli kağıtlar yapıştırılmıştı. Adamların yarım bıraktıkları, ama devrildiği için çoğu boşalmış bir şişeyi alıp içine baktı. Burnuna yaklaştırınca, keskin ama alışık olmadığı kötü bir şarabın kokusunu alınca şişeyi olabildiğince uzağa fırlattı.

Tanrılar adına, bu da ne böyle diye kalkan midesini bastırmaya uğraşırken, bayırdan aşağı yuvarlanan şişeyi izleyen gözleri karanlığın iyice koyulaştığı bir noktada, belirsiz bir aydınlıkta sütunları farketti. Gözleri dehşetle büyüdü bir anda. Hızla bir uçtan diğerine sütunlu caddeye göz attı. Ortalıkta ne cadde vardı, ne de caddeyi vareden sütunların çoğu. Olanlarsa, zavallı yükseltiler halinde, üçerli dörderli gruplardan ibaret, üflesen yıkılacakmış gibi dikiliyorlardı karanlığın içinde. Yerinden doğrulmak istedi ama başı döndü.

Ellerini gözlerine bastırırken, az bir uykuyla sıyrıldığını sandığı sarhoşluğun yeniden ortaya çıktığını düşündü. Belki, her nedense şu cam şişelerin içine doldurdukları iğrenç şarabın kokusundandır,diye düşündü.

İyi ama, bu karşımdaki manzarayı da mı şaraba ve sarhoşluğa yormalıyım.

Yeniden bayırın aşağısına bakacak cesareti toplayamıyordu. Oturduğu çimlerin üstünde, sıkı bir yumruk yemiş gibi karnına doğru büzülmüşken, ağır ağır ellerini gözlerinden uzaklaştırdı. Sonra hafifçe başını kaldırdı. Gördükleri deminkinden de vahimdi.

Bulutların arkasından hafifçe ışıyan yarım ayın belirsiz aydınlığında, bir savaş meydanını andıran yıkılmış sütunların çevresini kuşatan, dev kutuların siluetlerine inanamayarak baktı uzun süre. Kimi yerlerinde ateşböcekleri gibi dörtgen biçimli sarı ışıklar olan karanlık siluetlere... Sütunların bir kaç yüz adım ötesindeki dört bir yan, bu karaltılarla kuşatılmıştı.

Anlaşılmaz, karanlık bir şeylerden sözedercesine lanetli bir sesle şarkısını söyleyen kadının sesi eşliğinde, hızla dönmeye başlayan başı çimenlere devrildi. Derin ve kendisini büyük bir güçle içine çeken bir burgacın açılan ağzından aşağılara doğru yuvarlanmaya başlamasına engel olamadı. Upuzun bir düşüşün her anı boyunca kadının, ürkütücü bir şarkıya dönüşen ve giderek boğuklaşan sesi azaldı, uzaklaştı, yitip gitti sonunda.

Uzun bir sürüklenişten sonra yavaş yavaş herşey sakinleşti. Tatlı bir maviliğin kımıldanan yüzeyinde sırtüstü yatarken yunusların gelip tenine sürtünüşüyle kendinden geçti. Onca çabayla ulaşamadığı onların yumuşak gri çizgilerine karışıp, hiç dinmeyecekmiş gibi süren bir dansın ritmine bıraktı kendini.

************

Gri-mavi bir düşün derinliklerinden günışığının yüzeyine doğru yükseldi. Ilık bir sıvının alnından, yanaklarından aşağı süzülen yumuşaklığında hafifçe ürperdi. Sonra şarabın keskin ve yavanlaşmış tadını duydu dudaklarınnın kenarında. Dilinin yüzeyine yayılan keskin tatla birden afalladı. Şarabı yüzünün, saçlarının her yanında hissediyor, kulaklarından beynine doğru yayılıyordu şimdi.

"Kalk lan Seyfi..."

Böğrüne inen sert bir tekmeyle gözlerini açtı. Sırılsıklam halde, tepesinde dikilen adama baktı bir süre, bir şey anlayamadan.

Nuri'nin elindeki şarap şişesini tepesinden aşağı boşaltmakta olduğunu anladığında:

"Ulan ben senin sülaleni..." diye yerinden fırladıysa da, matadorun kırmızı pelerinini boynuzlarıyla sıyırıp geçen boğa gibi, Nuri'nin elindeki şişenin altından hızla ileri savruldu. Ayakta kalmak için epeyce bir sarsak adımdan sonra dengesini yitirip bayırdan aşağı yuvarlandı.

Ancak harabeleri çeviren tellerin dibine kadar yuvarlandıktan sonra, binlerce yılda süngere dönmüş bir mermer kaidenin dibinde durabildi. Güçlükle kalkıp tel örgünün dışında kalan taşın üzerine oturdu.

Yüzüne gözüne bulaşan şarabın kokusundan iyice midesi bulanmıştı. Elleriyle yüzünü sinirli sinirli sildi. Kafasını kaldırıp bayırın tepesine bakınca, Nuri'nin elindeki şişeyi havada sallayıp kahkahalarla güldüğünü gördü. Sağ elini yumruk yapıp ona doğru öfkeyle havaya kaldırdı. Nuri seslendi tepeden:

"Hadi lan sallanma da inelim kıyıya, adamlar teknenin başında bekliyorlardır."

Seyfi söylendi duyulur duyulmaz bir sesle:

"Adamlara da.. tekneye de.. denize de.. yunuslara da..."

Bir an ürperdi. Yunuslar da nereden gelmişti aklına.

Bulanık, belirsiz ve karanlıkta kalan bir şeylerin anısına eşlik eden tatlı bir ılıklık hissetti içinde. Daha bu yaz açıkta ağ çekerken, yaşamında ilk kez gördüğü o yunusları düşündü. İçinde bir mutluluk duydu, şarap kokusuna bulanmış berbat haline karşın.

Sağını solunu, uzayıp adam boyuna ulaşmış otların bürüdüğü harabelere dönüp baktı. Sütunlar, kaideler, süngere dönmüş mermer ve granit taş yığınları, rastgele konmuş gibi, kazılarak sınırları açığa çıkarılmış oda duvarlarının arasında uzayıp gidiyordu. Bir zamanlar bir cadde olduğu söylenen yol boyunca... Üzerlerine yaz sonu sabahının keskin sarı ışığı vurmuştu bile.

Dönüp diğer yöne baktı. Dün akşam içmeye başladıklarında batıdaki renk cümbüşü arasından çekip giden güneş, doğudaki apartman sıralarının arkasında çoktan yükselmişti.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bilim kurgu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Mısırcı ve Deli

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Tavşanlar ve Bir Ayrılık
Hurda
Götürülüş
Çözülüş
Krem Renkli Kedi
Durmuş
Bir Balık Öyküsü
Sabah Akşam Mozart
Sercan
Alaaddin'in Uykusu

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İstila [Şiir]
Krallar, Duvarlar, Köpekler [Şiir]
Lütfen Kapatın Ekranı ve Bir Şans Verin Kendinize [Deneme]
Kulelerin Dışında [Deneme]


Haşmet Şenses kimdir?

Görüntülerin giderek hızlandığı, belleği ve bilinci dumura uğratan bir girdaba dönüştüğü günümüzde, yazının yavaşlığında soluklanmak ve direnmek için yazıyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Klasikler, gerçekçi ve toplumcu sanatçılar, ressamlar, müzisyenler ve dünyayı anlamaktan ötesini, onu dönüştürmeyi öngören tüm insanlar, sanatçılar, düşünür ve bilim insanları...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.