Gençliğinde müzik öğrenen, felsefeyi daha iyi anlar. -Platon |
|
||||||||||
|
Yemeğin ardından hemen her akşam , eş dost bizim evde toplanırdı . Zaten kalabalık olan aile nüfusumuz bu vakitlerde ikiye üçe katlanır , bu yüzden biz çocuklar , koca evde oturup oyun oynayabileceğimiz bir tenha köşecik bulamazdık. Evimiz beş on dakika içerisinde konuklarla dolup taşacağından , yemeğimizi yer yemez sofra kaldırılır , yatağa koltuğa çeki düzen verilir , iki ayrı demlikte ocağa çay konulurdu . İskambil kağıtlarını ve domino taşlarını çıkarıp oyun masasını hazırlamak babamın göreviydi . Ağabeyim oyunlarda tutacağı hesap için kağıdını kalemini hazırlar , ablalarım giyimlerini son bir kez kontrol etmek üzere ayna karşısında sıraya girerdi. Ev halkımın bu telaşına çok zaman ben de katılır , yeni oyuncaklarımı kurnazca en kuytu köşelere gizlemeye çalışırdım . Her gece başıma üşüşüp bana huzur vermeyen yaşıtlarımdan ,bu şekilde oyuncaklarımı korumayı planlardım . Bir kez çalmaya başladı mı dur durak bilmeyen kapı zili , ne zaman ki uzun bir istirahate çekilir , gelenlerin tamam olduğu kanaatiyle önce bardak bardak çaylar içilmeye başlanırdı . En keyifli dedikodular , gün yüzüne çıkmamış ilginç haberler , işte bu anlarda dillendirilirdi . Bu nedenle çay vakti , evimizin en gürültülü vakti olurdu . Biz küçükler ellerimizde birer oyuncak parçası (çünkü benden daha kurnaz bir çocuk çıkar ve her seferinde oyuncaklarımı bulurdu) oralı değilmiş gibi görünüp gizlice kulak verdiğimiz bu hararetli sohbet anlarında neler işitmezdik ki… Kimin gözü kimdeymiş , kim karısını dövermiş , kim parasını kumarda kaybetmiş gibisinden türlü türlü konular , işte bu gecelerin en heyecanlı tartışma ve yorumlarına sahne olan bulunmaz anlarıydı . İçilen çaylara ara verilip , bir köşede iskambil , başka bir köşede domino oyunu başladığında bile her grup kendi arasında az önce çözümsüz kalmış konuları yorumlamaya devam ederdi . Bu birbirinden renkli konuların kulağı çınlatılan kahramanları arasında –kendisini az çok tanıdığımdan olsa gerek – benim ilgimi en fazla İsmail çekerdi . Mahallemizde İsmail’in oldukça bol çeşidi bulunduğundan , (Topal İsmail , Uzun İsmail , Kara İsmail) bu İsmail’e de onun en belirgin ve belki de sahip olduğu tek özelliğiyle hitap edilir ; ”Kendi Kendine Konuşan İsmail”denirdi. Çay sohbetlerinde en az o konu olur ; ancak en gizemli ve yanıtsız sorular onun adına sorulurdu: “ Bu adam ne konuşuyor kendi kendine ?” “ Bir insan niçin kendi kendine konuşur?” Her kafadan ayrı bir ses çıkıp farklı farklı tahminlerde bulunulması ve kimsenin de bir diğerinin tahminini kabule yanaşmaması yüzünden bu sorular hiç bir zaman ortak bir yanıt bulamaz , çözüme kavuşmadan bir sonraki geceye bırakılırd ı. Ve ben çok daha fazla meraklanırdım bu kez . Koca koca adamların bulamadığı yanıtları bulma derdine düşer , derin derin düşüncelere dalardım . Gündüzleri bu adamı gördüğüm vakitler yüreğim eziliyormuş gibi bir hisle , içten içe ona acırdım . Kimselerle ilgisi olmayan , aslında yanıtsız kalmış bir iki sorusu dışında , kimselerin de onunla ilgisi bulunmayan bu insana , her şeyden önce lakabından dolayı acırdım . Niçin diğer adaşları gibi kısacık değil de tren vagonları gibi upuzun bir lakabı bulunurdu bu zavallının ? Kendi kendine konuşan diy e uzatılacağına ,niçin bunu karşılayabilecek tek bir sözcükle tanımlanamamış İsmail ? Eğer öyle olsaydı , adının söyleniş kolaylığı sayesinde gece sohbetlerinde belki de daha fazla konu edilirdi . Ve bir insanın kendi kendine ne konuştuğu , daha da önemlisi , niçin kendi kendine konuştuğu soruları sıklıkla ele alınıp tartışılır , böylece ortak bir sonuca ulaşılarak mahalleli meraktan kurtulurdu. İsmail’in evi , mahallemizin yorgun bir ihtiyar gibi sırtını dayadığı yamacın en tepelerinde , kestane ormanı denilen sık ağaçlıkların bir kıyıcığında olmalıydı . Her gün , sabahları aşağı , akşamları yukarı olmak üzere iki kez kapımızın önünden geçerdi . Onu görebildiğim anlar işte bu vakitlerdi . Bir de –yalan olmasın- bazı günler , evden uzaklaşma cesareti gösterdiğim (çoğu kez dönünce azar işittiğim) deniz kaçamaklarımda , ıssız sahilde bir başına dolanırken rastlardım : Kendi kendine konuşan İsmail , hep kendi kendine gezerdi . Yakası ve dirsekleri ağarmış , buruşuk lacivert takımı dışında başka bir elbise giydiğine tanık olmadım. Oldukça uzun boyluydu . Geçip giden yıllara yalnızca rengini vermekle yetinmiş ,kar gibi beyaz saçları vardı . Hiç evlenmediği bilinen bu ihtiyarın , sonradan anlaşıldığı üzere hayatta kimsecikleri de yokmuş . Yani hep kendi kendine yaşamış İsmail . Kapımızın önünden geçtiği vakitler , gizliden yüzünü izlerdim . Etli dudaklarının kıpırtısını , kaşlarının ve iri gözlerinin hararetle oynayışını defalarca gözlemiş ; buna rağmen , bozuk bir radyo frekansı gibi işitilen fısıltılarından anlaşılır tek bir sözcük olsun yakalayamamıştım . İz peşinde koşturan bir dedektif gibiydim . Kat kat bulutların göğü siyaha boyadığı bir sonbahar ikindisi ,merakımı yarılayacak ilk kanıtlara ulaştım . Hızarla doğranmış iri kütük yığınlarının gerisinde , yalnızca bana nasip oldu o gizemli sözcükler… Ağaçtan bir oyuncak tekne yapma hevesiyle uygun bir dal parçası bakıyordum . Taş merdiveni çıkan ayak seslerini duyunca başımı kaldırıp baktım ve İsmail’i gördüm . Benim ardında gizlenmiş olduğum odun yığınının diğer yanında , düzgün kesilmiş bir kütüğü altına çekip oturdu . Varlığımdan habersiz derin derin soluklanıyor , soluklarından fırsat buldukça incecik sesiyle konuşuyordu : “ Off . Çok yoruldum . Yok canım , basamakları hızlı çıktın , ondandır . Öyle deme , yetmiş yaşı devirdik artık . Sağlığın iyi ya , sen ona bak . Pek iyi değilim aslında . Kötü kötü rüyalar görüyorum zaten . Telaşlandığın şeye bak . Herkes rüya görür . Bunlar farklı ama . Bir yere davet ediliyorum gibi . Sanki toprak beni ça…” O anda toprağı arayan gözleri , tam karşısında beni buldu . İşlemekte olduğu suçun tek görgü tanığıymışım gibi dehşetle bana bakıyordu . Ben bu buz gibi bakışların etkisiyle tir tir titrerken , yapmamış olmam gereken bir şeyi yapmış olmanın suçunu çoktan kabullenmiştim . Neredeyse ayaklarına kapanıp özür dileyecek : “ Duydum ama endişelenmene gerek yok ; yemin ederim kimselere söylemeyeceğim ” diye yalvaracaktım . Öfke kusan bakışlarla ayağa kalktığını görünce , üzerime saldırıp hemen oracıkta beni boğacağını düşündüm . Ben ev halkımdan birine duyurabileceğim kadar yüksek bir çığlığın hazırlığındayken o , hızla geri dönüp yoluna koyuldu . Dudakları hareketlenmiş , kaşı gözü daha bir çılgınca oynar olmuştu : Kendi kendiyle savaşıyor gibiydi . O günden sonra gece sohbetlerinin kalabalıkları içinde , İsmail hakkında en çok bilgi sahibi olan bendim . “ Ne konuşuyor acaba ? ” “ Bilmem . Bir şeyler mırıldanıyor ama anlaşılmıyor ki (!) ” Çocukça bir gurura kapılıp duyduklarımdan , hiç bir yerde hiç kimseye bahsetmedim . İsmail’in , sanki karşısında bir dostu varmış gibi kendisiyle gayet olağan biçimde sohbet ettiğini ; ve buna tanık olarak , herkesin çokça merak ettiği iki sorudan birinin yanıtını artık bildiğimi , yüreğimin derinliklerinde kutsal bir sır gibi gizledim . Ne konuştuğunu biliyordum şimdi ; niçin konuştuğunu da elbet bir gün öğrenecektim . * * * İsmail bir süre ortalıkta görünmedi . Yokluğu sanırım benden başka kimsenin dikkatini çekmedi . Bana yakalandığı günün üzerinden bir hafta kadar geçmişti ki , bir anda tüm mahallelinin ağzındaki tek isim oldu . Kestane toplamak için ormana giden bir kadın , onun ıssız kulübesi önünde soluklandığı sırada pis kokular aldığını söylemiş . Şüphelenen komşular arkasından sürgülü kapıyı kırıp içeri girmişler . Yatağında boylu boyunca uzanıyormuş ;kendi kendine ölmüş İsmail . Kestane Karası denilen fırtınalı bir havada taşıdılar . Evimizin önünden geçişlerini bahçe duvarının ardında gizlenerek izledim . Rüzgar , üzerine attıkları paçavranın uçlarını havalandırınca , saçları kadar beyaz yüzü göründü . Benden yana dönük bu yüzde artık ne bir hareket ne de ifade vardı . Yine de ben bu çok kısa an içinde , sanki bir şeyler fısıldadığını duyar gibi oldum : ” Senin yüzünden oldu ” dedi ; ” Sen de benim gibi ol ! ” Yıllar sonra bugün , İsmail’in öyküsünü yazmaya çalışıyorum . Sisler ardında kalan geçmişi her anışımın ardından , onun kadar kimsesiz hissediyorum kendimi ; ve onun kadar çaresiz … Ben bugün dört yanımı kuşatan soğuk duvarlar arasında onu hatırlarken , İsmail’in bir zamanlar merak ettiğim ikinci sorusunun yanıtını da öğrenmiş oldum . Ve bu yanıtı , günden güne İsmail’e benzeyen birisi verdi bana . İsmail gibi kendi kendine konuşuyor o da ; yalnızca adı İsmail değil , o kadar… Aralık-2000
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © erkan şahin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |