Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
SESSİZLİĞİN ÇIĞLIĞI Mimarlık ofisinde yapı ressamı olarak çalışıyordu. İşten yeni geldiği için yorgun ve terliydi. Yorgunluğunu atabilmek için banyo yapması gerektiğine inanıyordu. Bu düşünceyle banyoya girdi. Yıkanıp çıktı. Giyinirken kapının zili çaldı. Yarı giyinik olduğu için kapıyı babası açtı: Karşısında iki sivil polis. Ne istediklerini sorduğunda, komiser yardımcısı olan: “Siyasi şubedeniz. İfadesine başvuracağız.” dedi. Korku içinde oğlunun yanına koştu, polislerin siyasi şubeye götürmek için geldiklerini söyledi. O anda oğlunu da korku, heyecan ve telaş sardı... Kendini toparladıktan sonra aceleyle ceketini giyip, dışarı çıktı. Kendisini bekleyen polislerle birlikte kapının önündeki sivil araca bindiler... Aracın içinde bir sivil polis daha vardı. Yol boyunca kendisine hiç bir şey sorulup konuşulmadı. Siyasi şubeye getirildiğinde önce üst-baş araması yapıldı. Üzerindeki şahsi eşyalarını, tutanakla bir başka görevli polis teslim aldı. Sonra, üst kata çıkarıldı. Dar uzun koridordan geçirilerek dipteki hücreye götürüldü. Bu hücre iki metre boyunda, bir buçuk metre genişliğindeydi. Görevli elindeki anahtarla hücrenin demir kapısını açtı. Kapı açıldığında, içerdekilerle göz göze geldi. Koridordan içeriye vuran ışık, içerdekilerin gözlerini kamaştırdığından kısık gözlerle ona baktılar. Polis ani bir hareketle içeri itip, demir kapıyı üzerine kapadı. İçerisi karanlıktı; sadece seslerini duyabiliyordu. Onlar sırayla “geçmiş olsun!” derlerken gözü karanlığa alışmış, görmeye başlamıştı. İçerdekileri gözüyle saydı; kendisi hariç dokuz kişiydiler. Sıkışarak oturmak bile olanaksızdı; bu nedenle ayakta duruyorlardı. Hiçbiri konuşmuyordu; çünkü hepsi endişeli ve düşünceliydi. Zaman denen o kavram, öylesine yavaş ilerliyordu ki anlatılacak gibi değildi. Saat gecenin 03’ü olduğunu hücreye getirilen kişiden öğrendiler. Dışarıdan yeni getirildiği için onun zamandan haberi vardı. Artık on kişi olmuşlardı. İçlerinde çok yorulanı olunca, onun çökerek veya oturarak duvara yaslanmasına izin veriyorlardı.Yorgunluk, uykusuzluk, açlık ve susuzluk iç içeydi. Hepsinden de önemlisi uykusuzluktu. Uykusuzluktan kanlanan gözlerine sanki diken batırılıyordu. Bir ara, sigaraya da öylesine özlem duydu ki... O gece sabaha dek bir çok düşler kurdu. O geldi aklına. Acaba, gecenin bu ileri saatinde ne yapıyordu? Ne yapsın kızcağız, uyuyacaktı elbette. Hem de mışıl mışıl... Onun, gözaltına alındığından haberi olmadığına göre... Hoş, haberi olsa ne yapabilirdi? Duyup, yanına gidemezdi; gitse de görüştürmezlerdi. Kaldı ki babası evden alındığında arkasından gitmiş, ona bile nerede olduğu hakkında doğru dürüst bilgi vermemişlerdi. Uzun, sıkıntılı bir geceden sonra sabahın olduğunu koridordan ve odalardan gelen seslerden anladılar. Az sonra, nöbetler devir teslim edildi. Bu arada, gözaltındakiler de tekrar sayıldı. Dışarıda su gibi akıp giden zaman, içerde durmuştu adeta. Geçmek bilmiyordu. O geldi aklına yine. İçinden: “Acaba uyandı mı? Yoksa yatıyor mu? Kim bilir? Belki de kalktı; kahvaltısını yapıyor. Çok özledim onu. Tıpkı sigarayı, çayı, yatağı özlediğim gibi...” dedi. Açlık, susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk. Hepsi iç içeydi. Hele uykusuzluk. Şu an, onun için hepsinden de önemli.. Rahat bırakıverseler; şöyle uzanıverse boylu boyunca olduğu yere. Çok değil, bir kaç saat kestirse yeter de artardı bile. Ama nerde? Saat on sularında, nöbetçi polis hücrenin kapısını açtı. Sivil polisler içlerinden ikisini alıp götürdüler. Aradan bir sigara içimlik zaman geçince büyük bir gürültü koptu. Ardından çığlıklar gelmeye başladı. Hücreden aldıkları kişileri işkence yapmaya başlamışlardı. Geri getirildiklerinde üstleri -başları tozlu, saçları dağınık, yüzleri morluk içindeydi. O hâlâ kendisinin suçsuz olduğuna inanıyor ve serbest bırakılacağını sanıyordu. Sıra kendisine gelince hücreden alınıp, bir alt kattaki sorgu odasına götürüldü. İçerde beş sivil polis. Hepsi de oturmuş, ellerinde sigara ve çay; demleniyorlardı. Boş duran sandalyelerden birine oturttular. Sorgulamaya başladılar. Verdiği her yanıt karşısında kızdılar, bağırdılar, küfrettiler, aşağıladılar. O an, onlara derdini anlatamamanın ezikliği içinde kıvrandı. İçlerinden biri: “Kuşu götürün, ötsün biraz. Bakalım, sesi güzel çıkıyor mu?” dedi. Ne demek istediğini işkence odasına alınınca anladı. Orada bulunan dört kişiden biri sinsice gülerek: “Gel bakalım kanarya. Biraz da seni öttürelim.” dedi. Sandalyeye oturttular, sorgulamaya başladılar. İstedikleri yanıtları alamayınca biri yerinden kalktı, duvarın dibinde duran araba dış lastiğini boynuna geçirdi. Sonra, kalktılar, sandalyeyi tekmelediler, sırt üstü yere yatırdılar. İşkencecileri görmemek için gözlerini kapadı. Saçlarından tutup, yerden kaldırdılar. Ayakta duramıyordu. İki gündür açlık, susuzluk, uykusuzluk... Bir de sabaha dek ayakta kalmak onu iyice yormuştu. İşkenceye ara verdiler. Tekrar sorgulamaya başladılar. Onlara anlatacak başka bir şeyi olmadığını, her şeyi anlattığını söyledi. Bu kez de yüzüne yumruklar inmeye başladı... Sonra işkence aletlerini gösterip, içlerinden birini “seç” dediler. O da onlara: -Siz bana zaten en büyük işkenceyi yaptınız: Suçsuz yere iki gündür tutuyorsunuz. Artık ne yaparsanız yapın, dedi. İyice çökmüştü. Bacakları vücudunu taşımakta zorlanıyordu. İçlerinden birisi “falakaya yatıralım” dedi. Diğerleri de kabul etti. Yaşamında ilk kez falakaya yatırılacak, ilk kez acısını tadacaktı. Tekrar sırt üstü yere yatırıp, ayaklarından bağladılar. Ellerini arkadan kelepçelediler. Sırt üstü yattığında kelepçe bileklerini kesiyordu. Bu arada birisi ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttı; diğer ikisi falakayı tuttular, bir diğeri de kafasına bastı. Ayakkabılarını çıkartan eline kalın meşe sopasını aldı; ayaklarının altına acımasızca vurmaya başladı. Ayakları -kan basıncından dolayı- şiş olduğu için ilkin yediği birkaç sopanın acısını duymadı; fakat kan dolaşımı hızlanınca dayanamaz hale geldi. Ayaklarının altındaki deriler kan toplamıştı. Bu şekilde kalmasının sakıncalı olduğunu bildikleri için jiletle patlatıp, çürüyen kanları dışarı akıttılar. Bu arada, emniyet müdürlüğünün bahçesinde, polisin biri, gözleri yeni açılmış kedi yavrusuna plastik kap içinde süt veriyordu. Ayaklarını falakadan çözdüler. Ayağa kalkmasını istediler; lâkin elleri arkadan bağlı olduğu için kalkamıyordu. Omuzlarından tutarak sandalyeye oturttular. Yine sorgulamaya başladılar. Bu ikinci sorgulamalarında da sordukları soruların yanıtlarını istedikleri gibi vermezse daha ağır işkence yöntemlerine başvuracaklarını söylediler. Bu arada başını öne eğip, ayaklarına baktı: Kan içindeydi. İçlerinden en yaşlı olanı babacan bir tavırla: -Bak evladım, boşuna direniyorsun. Burada, senin gibi niceleri direnip, yenik düştüler. Bizi yorma , kendini de üzme. Bizim de senin gibi evlatlarımız var. Sana eziyet etmeye hevesli değiliz; ama bizi mecbur ediyorsun. O gün toplantıda başka kimler vardı, neler konuştunuz, ne kararlar aldınız? Anlat. Sordukları sorularla ilgili bildiği her şeyi anlattığını, başka bir şey bilmediğini, duymadığını, görmediğini söyledi. Bu kez, genç ve sarışın olanı arkadaşıymış gibi yakınlık göstererek: -Şurayı imzala. O da: -Okumadan imzalayamam, dedi. Birden değiştiler. O babacan ve arkadaş tavırlarının yerine, tekrar otorite ve öfke egemen oldu. Sandalyeden kaldırıp, tekme-tokat giriştiler. Kolları arkadan bağlı olduğu için dengesini yitirip yere düştü. Bu kez saçlarından tutup, duvarın dibine sürüklediler. Bir sigara içimi kendi haline bıraktılar. Anlaşılan o ki işkenceciler de yorulmuştu. Kendilerine sigara molası verdiler. Bu arada, babacan tavırlısı masanın üzerindeki -telsizi andıran- radyoyu açtı; tam o sırada spiker haberleri veriyordu. Bir haber çok ilgisini çekti. O günlerde, gündemden düşmeyen olaylardan biri de işkence konusuydu. Bu konuya en çok duyarlı olan bir partinin genel sekreteri, işkence yapmanın suç olduğunu, bunu yapanların insanlık suçu işlediklerini, bu suçu işleyenlerin tespit edilmesi halinde cezaya çarptırılacaklarını söylüyordu. O anda, onlara tiksinerek bakınca, biri hemen radyoyu kapattı. Yaşlı babacan tavırlısı ile genç sarışın olanı koltuk altlarından tutup kaldırdılar. Düşmemek için duvara yaslandı. Sonra, uzun boylu, dazlak kafalı ve patlak gözlü olanı, elindeki su dolu yangın kovasıyla yanına gelip, kovada bulunan tuzlu suyu ayaklarının üstüne boşaltınca canı öyle yandı ki... Daha sonra, zayıflıktan avurtları çökmüş, gözleri kanlanmış, kısa saçlı, esmer, sarkık bıyıklı olanı zıplamasını emretti... Yapmayınca kafasını önce yumrukladı, sonra da sırtına bindi; zorla yürüttü. Yürüdükçe ayaklarındaki şişlik yavaş yavaş inmeye başladı... Saat on iki olunca odada yapayalnız bırakıp, yemeğe gittiler. Tek başına kalınca, yere uzanıp gözlerini kapadı... Kendisine yüklenilmek istenilen suçları kabul etmemekte kararlıydı. Kendini bu konuda şartlandırmıştı. Çözülmeyecekti. Yattığı yerde, sırtına vurulan tekme ile kendine geldi. Yemekten yeni döndükleri için, tokluğun verdiği rehavetten dolayı biraz uyuşuktular. Çay ve sigaralarını içtikten sonra görevlerine başladılar. Yemekten sonra, ilk iş olarak patlak gözlü olanı yanına gidip, bileklerindeki kelepçeyi çözdü. Alıp, tuvalete götürdü. Yer yer sırları dökülmüş aynanın karşısında kendini tanımakta zorlandı. Su içmek için musluğa uzandığında, yanındaki dazlak saçlarından tutup, geri çekti. Su içmek için uzandığını söylediğinde “olmaz, yasak” dedi. Bu kez içinden: “Hayret! Su içmek bile yasak!. Peki, nefes alıyorum; bari o da yasak olsun.” dedi. O durumda, tuvaletten alıp, ikinci kez hücreye koydular. Kendisine düşünüp taşınması için süre verdiler. Eğer istedikleri gibi konuşmazsa daha ağır işkence uygulayacaklarını söylediler. Tuzlu suyun pişirdiği ayakları ise hâlâ yanıyordu. Sıra diğerlerine gelmişti. Hücreden tek tek alıp sorguluyorlar, sonra da işkence ediyorlardı. Hücreye geri götürüldüğünde duvara dayanıp, ayakta durmaya çalıştı. Ağzından ve burnundan gelen kanları eliyle sildi. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Ceplerini karıştırırken nasıl olduysa eline bir mendil geçti. Yüzünü, ağzını burnunu silip, temizledi. Bembeyaz mendili kan lekeleriyle dolunca dayanamadı; mendilini avuçlarının arasında sıkıp ağlamaya başladı. Öğleden sonra saat 15 sularında ikinci kez hücreden alıp, tekrar işkence odasına getirdiler. Suçsuz olduğuna inanmışlardı artık. Serbest bırakacaklardı... İlk kabul odasına götürüldü. Gözaltına alınırken üzerinden alınan şahsi eşyaları kendisine teslim edildi. Artık serbestti. Tam dış kapıdan çıkarken aniden geri çevrildi. Yüreği yine sızlamaya başladı. İçinden: “Hay Allah! Çilem bitmeyecek mi daha?” derken nöbetçi polis ayakkabısız oluşunu hatırlattı. Salıverilmenin sevinciyle ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Ayakkabılarını verdiler; ama ayakları şiş olduğu için arkasına basarak giymek zorunda kaldı. Hızla ayrıldı oradan. Artık sokaktaydı. Sanki yıllar sonra ilk kez sokağa çıkıyordu. Karmakarışık duygular içinde evinin yolunu tuttu. Eylül 1990 Çiğli/İZMİR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nail uyar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |