İnsan kendini bilmeli. Gerçeği keşfetmeye yaramasa da, yaşamayı öğretiyor. Ve bundan daha güzel birşey yok. -Pascal |
|
||||||||||
|
GONCA BİR GÜLDÜ Sürgülü demir kapıdan girenler, sol taraftaki binanın önünde çeşitli yaş ve meslek guruplarından oluşan erkek kalabalığını görünce şaşkına dönüyorlardı. Üç numaralı odada balını yapmaya çalışan arı gibi çalışıyordu genç kadın. Ceyda diyorlardı ona. Henüz yirmili yaşlarındaydı. Servi boylu, ince belli, uzun kumral saçlı, ela gözlü bir afet. Kaşları yay, kirpikleri sanki bir ok. O servi boylu vücuttaki ince belin altında dolgun bir kalça, üstünde ise diri ve yüklü göğüsler vardı. Beyaz ve pürüzsüz teninin üstüne giydiği, yarı ipekli siyah iç takımı çok kışkırtıcı bir hale sokuyordu. Oysa, aynı kadın giyinik olduğunda ise, masum bir güzelliğe bürünüyordu. Daha tayin ve terfi görmemişti. İlk geldiğinin haftasında, çalışma arkadaşlarından en büyüğü: “Kızım aç gözünü, benim durumuma düşme” demişti ona. Kuyrukta bekleyen karşı cinslerinin, ihtiyaçlarını gidermek için olanca gücüyle işine sarılıyordu. Kuyruktakiler, o’nun yarı çıplak bedenini ve yüzünü odadan odaya veya tuvaletten odaya koşuştururken görebiliyorlardı. İçlerinden bazıları kendilerini tutamayıp, “afet, afet yahu!” diye mırıldanıyorlardı. Baştan kendisine yakın duran arkadaşları, şimdi kendisine gösterilen tercih karşısında gizliden gizliye kıskanmaya başlamışlardı. Çaça’nın bile ona daha yakın durduğunu fark etmişti arkadaşları. Çaça kadın, (ki çalışan kadınlar ona anne derler) ayağında yüksek topuklu siyah rugan terliği, üzerinde ipekten çiçekli şalvarı, sırtında nar çiçeği kısa kollu triko kazağı, kömür karasına boyatılmış dalgalı kısa saçları, kolunda onlarca Adana burması ve sağ kulağına iliştirilmiş nergis çiçeğiyle, giriş kapısının hemen önündeki masada oturuyordu. İri kara gözlerine kuyruklu sürme çekmiş. Sol burun deliğinin yanında koyu kırmızı bir et beni vardı. Yuvarlak çenesinin altındaki gerdanı tombulluğundan dolayı iyice belli oluyordu. Gençliğinde bir esmer güzeli olduğu, çok canlar yaktığı her halinden belliydi. Bu yaşta bile hâlâ çekiciydi. Çaça, sadece göz banyosu yapmak için kapının önüne yığılan erkeklere kızdığı zaman, elindeki gürgenden yapılmış sopasıyla demir kapının sacına vurarak: “Haydi beyler, yeter artık! Ya girin, ya da kapının önünü açın!” diyordu. * * * Çaça, henüz otuz iki yaşını yeni kovmuş, Yozgatlı yapı işçisine gir işaretini verdi. Yozgatlı odaya daldı… Tam sonlara doğruydu. Çaçanın cırlak sesi… Ceyda Yozgatlı’ya çıkıştı: -Haydi! Çabuk ol! Kanı hızlanan Yozgatlı daha hızlı git-gel yapmaya başladı. İş biraz uzayınca Ceyda’nın canı sıkıldı: -Ne geç gelirmiş be! Mübarek Yemen’den geliyor sanki. Yorgun musun yoksa? -…………………. 2 GONCA BİR GÜLDÜ İşini bitiren Yozgatlı’nın ter kokusundan tiksinen Ceyda, arkasından homurdandı: -Yabanın ayısı. Karyolanın yaylarını koparacaktın. Yozgatlı sesi duyduysa da aldırmadı… Ceyda haksız da değildi. Karyola yıpraktı. Yayları kopabilirdi. Sıra genç bir öğrencideydi. Bu onun ilk deneyimiydi. İşleri biraz uzayınca, Çaça yine cırlak sesiyle koridoru yankılandırıyordu. -Zilliiiiii! Çabuk tut elini! Az sonra, işini bitiren genç öğrenci, odadan çıkarken Ceyda’nın gösterdiği ilgiye karşılık teşekkür etti; Ceyda da ona gülümseyerek “gene beklerim” dedi. Sıra ellisini geride bırakmış, saçları, sakalları kırlaşmış dinç bir adamdaydı… * * * Çok yorucu da olsa, Ceyda müşterilerinin çokluğundan memnundu. Bir an önce yataktan kurtulup masa başına geçmeyi düşünüyordu. Birinci çözüm buydu ona göre. İkincisi dışardan biriyle evlenmek. Bunu olanaksız, ya da binde bir olasılık görüyordu. Elini çabuk tutmaz ve kazandığını çar çur ederse, uzun yıllar yataktan kurtulamazdı. Kendisine bu ilgi olsa olsa üç beş yıl. Ya ondan sonra?... Zaten yüzdeyle çalışıyorlardı. “Kızım aç gözünü, benim durumuma düşme.” Çalışmaya başladığı günden bu yana duyduğu bu ilk öğüt aklından hiç çıkmıyordu. Çıkmasını da hiç istemiyordu. Yaşamına yön verecek ve belki de ilerde bu ortamdan kurtulmasına bu söz vesile olacaktı. Saat 23,30’dan sonra genelevinin kapısında görev yapan kolluk kuvvetlerinin düdükleri öttü. Bu düdükler o günkü mesainin sona erdiğinin işaretiydi. Biraz sonra genelevinin kocaman, ağır, sürgülü demir kapısı kapanacaktı. Müşteriler ve başı boş dolaşanlar düdük sesinden sonra birer ikişer çıkmaya başladılar. Ve çeyrek saat sonra, kolluk kuvvetleri tarafından kocaman, ağır, sürgülü demir kapı, büyük bir gürültü çıkarak kapatıldı. Metal kapının çıkardığı sesler, karanlık gecenin sessizliğini bıçakla sanki ikiye bölüyordu. Gecenin bu saatinde, hava üşütecek kadar serinlemişti. Üşüyen kolluk kuvvetleri, görev yaptıkları sürgülü demir kapının yanındaki nöbetçi kulübesine dalıp, ısınmak için birer sigara yaktılar… * * * Yatma saati geldiğinde herkes odalarına geçmişti. Aynalı giysi dolabının karşısına geçen Ceyda, tavandan sarkan kirli ampulün altında yarı çıplak bedenini seyretti. Sonra aynaya iyice yaklaşıp, yüzünü inceledi ve ilk geldiği günden ne kadar farklı olduğunu gördü. Oysa bedeni tazeliğini kaybetmemişti daha. İçini çekti. 3 GONCA BİR GÜLDÜ Gözünün önüne çocukluk yılları geldi. Gediz Ovası’nın üzümü ve şehzadeleriyle ünlü ilinin, bir kasabasındaki kerpiçten yapılmış bahçeli evleri. Bahçenin içinde üzümden eriğe, kayısıdan şeftaliye dek çeşitli meyve ağaçları. Evin önünde büyük bir akasya ağacı… Kendisi henüz beş altı yaşlarında. Mahallelerinde çiftçi ve esnaf ailelerinin çocuklarıyla, akasya ağacının koyu gölgesi altındalar. Toprağa serili küçük bir kilim parçasının üstünde -bezden yapılmış bebekleriyle- oyun oynadıkları yıllar… Bahçenin içinden ve sokaktan topladıkları taş parçalarını yere sıralayarak yapılan sözde evler… Bu evlerde komşuculuk adına birbirlerine misafirliğe gidip gelmeler… Sonra ilkokul yılları… Milli ve dini bayramlar… Bu bayramlarda, okul yönetimi tarafından, kendisi gibi yoksul öğrencilere verilen kırtasiye yardımları, giyim kuşamlar. Sevinçle almalar. Koşarak eve gelmeler. “Anneciğim bak!. Bana neler verdiler neler!...” demeler. Mutluluktan uçarak boynuna sarılmalar. Hüzünle bağrına basmalar, sessiz gözyaşları dökmeler… Neden ağlardı annesi? Sanki ağlamasa olmaz mıydı? Daha sonra gençlik yılları… Önce bağ, bahçe işleri, sonra pamuk tarlaları … Ardından çırçır ve dokuma. Buralarda geçen acı tatlı günler, aylar, yıllar… Çırçırda geçen tozlu topraklı günlerde, işçileri, ustaları gülmekten kırdıran Boşnak Zehra, Hatice, Cemile, Safiye; Kürt Bahtışen, Güllü, Dilşah, Bağdagül… Dokumadaki Makedonyalı Zeynep, Cevahir, Hayriye, Şükriye; dedeleri 93 muhacirlerinden Kıvırcık Recep, Çerkez Emine, Niğdeli Fatma, Arnavut Nazmiye… Kıvırcık Recep’le Süslü Zehra’nın, Adanalı Kara Cemal’le Oynak Hayriye’nin aşkları… Gözleri nemlendi. Tüm bunlar, gözünün önünden bir film şeridi gibi geçerken karşı binadan gelen acı bir çığlık her şeyi alt üst etti. Ağustos 1977 Çiğli/İZMİR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © nail uyar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |