..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Öykü Yüzer




6 Ocak 2007
Kokteyl  
Öykü Yüzer
“Ayyyyy içim şişti, çok duygu oldu” demiştin. Gene gülümseyip susmuştum. Gözlerim dolmasın diye çok sıkmıştım kendimi. Şimdi sıkmıyorum. Rahat rahat doluyorlar.


:BDEA:
Ve yıllar yılları kovaladı, dünya garipleşmeye devam etti, hastalıklar arttı, mesela kanser aldı başını gitti.

Ve mesela biri öldü kanserden ve biri de şunları yaşadı ya da yaşadığını sandı:

“Mezarlığı ancak birkaç tur attıktan ve yine de bulamayıp köşedeki çiçekçiye sorduktan sonra bulmuştum. Azınlık denen kesime neden azınlık dendiğini anlamak için bir azınlık mezarlığına gitmek gerekiyormuş...senin ölümünle bunu da anlamış oldum.
Taş çatlasa elli mezardan oluşan bir yerdesin. Bizim mezarlıklardaki yeşil yok. O uzun ağaçlardan filan eser yok. “Bu ne be, açık otopark gibi” derdin eminim sen de görseydin. İstanbul’un en güzel köşelerini en güzel gözlerle görmüştün, o köşelerde yaşamış, kaybolmuştun. Nişantaşında doğup, Boğaz, Beyoğlu, Balat olmuştun. Enginar göbeğine oturtulmuş fava ve kömürde tavuk kanadını iştahla anlatmış ve tattırmıştın. Domates suyunu şişeden içmiştin. Yabancı bir dilde çalışıp, kazanmıştın hayatını...bol bol konuşarak, bol bol yazarak, bol bol aşık olarak. Bu bolluk mu yordu beynini? Güzelliğe, sadeliğe, özgünlüğe, özgürlüğe, içtenliğe ve saflığa hayran yaşadın, kovaladın. Aradığın hep güzellik, sevilme arzusuydu...bulduğunda ne yapacağını bilemediğin de...Boşver, olduğu kadar...

Girdiğin hayatları bazen pek etkilemedin, ciddiye alınmadın...bazen de çok alındın, çok etkiledin. Ama öyle ya da böyle “kendine has” dedirttin. Hep hayalini kurduğun gibi “izin” kaldı. Tanındın, gözlerde büyütüldün zaman zaman, bilginle, tuhaflıklarınla da anıldın. Zayıflıklarınla ve hatalarınla da...ama reklamın iyisi kötüsü olmaz. Yer ettin. Şekillendirdin. Anlam kattın, göz kattın, o göz baktı...baktığı herşeyi etkiledi, gözler gözleri doğurdu.
İşte hayat böyle akıp geçti.

Seni gömerlerken bilmediğim bir dilde mırıldanıyordu herhalde başındaki insanlar, en çok ağlayan kimdi? Son senelerde hep duyduğum, yanından hiç ayrılmayan, senin de bana bile “aşkım o benim be” dediğin kadın mı ağladı en çok?
Son kadının...
O kadın ağlarken güneşin altında, seni de uzaklaştırırken kürekler bir yandan,
ben taksideyken hala, gözlüğümün ardında seninle dolu, uzun zaman önce düşünmeyi bıraktığım anlarla boğuşurken ve ben gözyaşlarıma zar zor hakim olurken ve ben senin hep bildiğin halimleyken: kot pantalonum, üstünde düz siyah bir tişört, yan taktığım sarı renkli deri bir çanta, saçlarım dağınık, senin gibi tek çocuk, senin gibi hüzünlü kaçık, senin gibi hayatına anlamlar yüklemeye devam eden, malzemeler peşinde koşan iki lokma daha derinlemesine yaşayabilmek için her adımda... senin gibi yalnızdım. Tek fark vardı aramızda artık...sen ölüydün ben canlı. Taksi beni sana taşırdı çok çok önceleri...bir yerde ayakta dikilmiş beni bekliyor olurdun, tam önünde dururdu taksi çok çok önceleri.
Sen, ayakta bir yerde dikilmiş beni beklerken, ayaklarının dibinde duran taksinin kapısını tavşan dudaklarınla açıp beni kendi dünyanda erittiğinden bu yana seneler geçmişti. Ölümünü kafamda canlandırdığımdan bu yana da seneler geçmişti.
Ben seni mezarlıkta ziyaret ettiğimi rüyamda bile görmüştüm seneler önce. Ve bu rüya beni hem çok rahatsız etmiş hem de kendime bile itiraf etmeye çekindiğim bir haz vermişti. Ölmeni istediğim için değildi ama inan bana. Ben sadece seninle bu hayatta istediğim gibi iletişim kuramadığım, seninle istediğim gibi konuşup, istediğim ses tonunu kullanamadığım için seninle başbaşa sohbet etme yeri olarak senin mezarını uygun görmüştüm sanırım.
Ama gene de bu tuhaf hazzı kafamdan iteliyordum her hissedişimde. Haklısın, niye kendimi öldürmedim de ve seni, beni mezarımda ziyaret ederken ve benle sohbet ederken düşünüp haz almadım da...seni öldürdüm?
Çünkü ben ölsem, sen gelmezdin. Hayır deme şimdi, gelmezdin. Ancak bir kere gelirdin belki. Gördün mü bak ,senin ölmen gerekiyordu işte, biraraya gelebilmemiz için.
Ben gelirdim. Bazen çiçekle, bazen de son yazdığım öyküyle...bazen sadece geçiyordum, uğradım demek için...bazen sadece gelip, toprağa bakıp, susmak için...
Bazen senin sarı tişörtünü hatırlamak için, bazen de “çok aşığım çok” diye aşkı sana şikayet etmek için ve “bana yardım etsene” demek için.
Öldüğünü canlandırdığımda kafamda, böyle şeyler geliyordu aklıma işte hep.

Bugün bu görüntü capcanlı. Canlandırma yok... artık canlı. Ölümün canlı canlı ayaklarımın dibinde şimdi.

“Biraz önce dağıldı cemaat, bakın hemen şu üzerinde çelenkler olan mezar “ diye işaret etti görevli. Gözlerim yakışıklı, uzun boylu, kel, beyaz tenli, kotlu, tişörtlü bir adam aradı önce. Topak topak toprak olduğuna inanmak imkansızdı.
İşte o an “Ah canııııım benim” diye haykırdım sana doğru yürürken. Ne kızdım, ne hırslandım. Sadece içim acıdı.

Çok ama çok sıcak bir yaz günüydü. Güneş tam tepemizdeydi. Pardon, sadece benim tepemdeydi demeliyim artık. Çünkü sen artık güneşi bilmiyorsun.
Mezar taşın yoktu, daha çok yenisin tabii ...hani şöyle ismin, doğum-ölüm tarihin yazılı, bembeyaz bir mermer çerçeve içinde olsan daha mı hoş olurdu be, ne dersin? Böyle hoşuma gitmedi benim. Kürekler ki gayet gıcıktılar, hala etrafında yerde duruyorlardı. Kurak, çorak, bomboş, anlamsız, boktan...Boktan, bok gibi gerçek, bok gibi bir görüntü. Üstündeki çelenkler kaba, saba ...öylesine atılmış, özensiz.
Başbaşayız şimdi. Tam hayalini kurduğum gibi ama hiç haz almıyorum. Çünkü gene uzaksın, deniz kenarı değil, hafif sevdalı bir esinti yok, havuz kenarı bile değil. Sen bira, ben şarap içmiyorum. Ben böyle hayal etmemiştim ki...

Ne bir kestane ağacı, ne bir kedi vardı etrafta. İrlanda müziği olmasını da beklemiyorum tabii, İrlandayı bırak, martı sesi bile yok ki. Sadece güneş var tam tepede. Işıl ışıl yaşam veren, beni terleten, senin toprağını da kuruttukça daha sevimsiz hale getiren. Güneş artık aynı şeyi ifade etmiyor ikimiz için. İnsan kapalı havada ölür be. Ölüme yağmur, soğuk yakışır. Herkes sandaletlerle, yazlıklarına gitmek için yola çıkmışken, tam karşındaki alışveriş merkezinin önünde taksiler dolup boşalırken gömülünür mü be adam?

Tam ayak ucuna yere çömeldim. Korkunç tatsız bir görüntüydün. Güneş tam tepedeydi, toprağın hemen de kurumuştu...parmaklarımı toprağa sımsıkı geçirdim, sana birazcık daha yakın olabilmek için...baktım bir sürü karınca aralarda...hiç te taaa seneler önce kafamda canlandırdığım bir sohbet ortamı yoktu anlayacağın. Mezarlığın alçak duvarının hemen ardında hayat akıyordu...ben senin toprak halinle haşırneşirken kornalar çalıyordu, arabaların bazıları kırmızı ışıkta geçiyorlardı, bazı yayalar da kırmızı ışıkta geçmeye çalışıyorlar ve çok işlek caddenin ortasında çaresiz kalabiliyorlardı. Adabıyla yeşil ışığı bekleyenler şiddetle kınıyorlardı caddenin ortasındakileri. Sık alışveriş ettiğim bir mağazada indirim başlamıştı. Siyah bir pantalona ihtiyacım vardı. Bu gece bir caz konserine gidecektim, herhalde gözleme yerdim konserden önce, peynirli...

Aklıma hiçbirşey gelmiyordu söyleyecek. Dua bilmem, anlamam. Sana iki çift laf etmek istiyorum ama aklıma birşey gelmiyor. Tam anlamıyla salak gibiyim.
Sadece şunu hatırladım: “ Bakma be öyle derin derin, kuyu gibi gözlerin var zaten” demiştin bir masada. O kuyu gözlerimle kuyuna bakıyorum şimdi.
Kupkuru bir yalnızlıkla...
Sesin yok, tavşan gülüşün yok. Yağmur yağmadı. Sana anlatmak istediğim bir sürü şey vardı ama toparlayamadım gene karşında. Aslında konuşabilsem...beni daha iyi tanıyabilirdin, hissedebilirdin. Ama eskiden olduğu gibi gene sustum...gene sessizliğe gömdüm kendimi. İfade edemedim konuşarak (belki yazmalıyım). Ancak toprağını biraz daha sıktım avucumda. Gözlerim doldu ilk kez karşında...üzüntümü sana göstermekten ilk kez rahatsızlık duymadım. Gurur filan yapmadım. Gözlerinin dolduğu bir akşam yemeğini hatırladım. Gözlerin çaresizliğe yaşarmıştı. Özür dilemiştin gözlerinle, daha iyisini yapamadığın için.
Affetmiştim ben de, hafifçe gülümseyerek.
“Ayyyyy içim şişti, çok duygu oldu” demiştin. Gene gülümseyip susmuştum. Gözlerim dolmasın diye çok sıkmıştım kendimi.
Şimdi sıkmıyorum. Rahat rahat doluyorlar.

Mezarlığın kapısından çıktığımda durup, kapıdan da hala rahatlıkla görebildiğim sana bakmak için döndüm. Görüntü değişmemiş!!! toprak, çelenk, mezar taşı yok, kürekler hala etrafta. Güneş zaten tepede, çok sıcak.
Farkettim ki, sana çiçek bile getirmemişim. Oysa rüyamdaki mezarına en sevdiğin “sarı güllerden” getirmiştim. Hani en çok sarı gül sevdiğini söylediğinde ben “Teksasın sembolü olanlardan mı” demiştim de, sen de “vayyyy , genel kültür o biçim” demiştin. Şimdi, elimde güneş gözlüğümle portakal renkli adını bilmediğim çiçeklerle bezenmiş çelenklerine bakıyorum.

Sırtımı sana dönüp yürümeye başladığımda, güneşe çıplak gözlerimle bakmak için başımı kaldırdım, gözlerim çok kamaştı. Yaşamı hissettim.
Ölümle yaşam içiçe geçti bir anlığına. Sonra ölüm uzaklaştı benden. Ben de senden...Geriye önümdeki yaşam, işlek cadde, tam karşımdaki alışveriş merkezi ve akşamki konser kaldı. Ve umutlarım.

Bir yolculuk başlatmıştın bende. Yolculuktan yolculuğa yol almıştım böylece. Bugün trene ilk adımımı attığım o ilk istasyonun yokoluşunu yaşadım. Sonra domino taşlarının birbirlerinden destekle yavaş ve kararlı yıkılışları gibi, diğer istasyonlar da silinmeye başladılar resimden, teker teker. İçimdeki bir kapı aralandı, aralandı, aralandı...ardına kadar açıldııııı ve TRENNNNN!!!
“SON İSTASYOOOOON, KİMSE KALMASIIIN” diye öttü düdük!!!.

Trenden narin bir 35 no ayak indi önce...sonra kuyu gözler. Koskocaaaaa upuzun bir trenden bir tek ben çıktım. Koca istasyona bir baktım, benden başka kimse yok. O kadar yolu, o upuzun trende, tüm kompartımanlarında atlaya zıplaya dansederek, tek başıma...gelmişim ben.
Seninle başlayan bu yolculuk bitti he? Ben trenden iner inmez, tren de, raylar da, bütün durduğum istasyonlar da yok olup gittiler, hem de birden...pat diye yani. İşte ses “pat” olunca bir daha asla aynı olamayacağını hissediyor insan. PAT.

Ben de içimdeki kapıyı şefkatlice kapayıp pat diye, kilitledim pat diye. Anahtarını da sana doğru fırlattım pat diye. Kapı da silindi resimden pat diye.

Patlar da resimden silinince, yolun karşısındaki alışveriş merkezine doğru döndüm yüzümü bu kez. Köfte ve piyaz yemeye karar verdim. Sonra da geçen gün gördüğüm pantalondan kalmış mıdır diye düşündüm. Artık yeni bir yolculuk başlamıştı bile benim için ve senin için de...

Yani kısacası, sık sık gelir miyim ya da bir daha gelir miyim bilmiyorum...
Sen de olsan ancak bir kere gelirdin ya...ancak bir kere geliniyor sanırım...

Hayata da ...”



11-07-2005








Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bireysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Evler
Sabahat Hanım
Kim Ulan Bu Cahide?

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kaos
Bir... Bir...Bir...Bir...
Kalırsa, İçinde Biraz Lavanta Kalır
Sis ve Rüzgar
Matruşka Tükürük Hokkasında
Orman
İstiklal Caddesinde Tütsü Kokuları
Renklerin Dili, Damağı ve Dişleri
Al bu kestaneler senin...
Balıklı Günlere Hamhumşaralop Bir Flashback


Öykü Yüzer kimdir?

.

Etkilendiği Yazarlar:
edgar alan poe, sait faik abasıyanık


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Öykü Yüzer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.