Sanat hem bir coşma, hem bir yadsıma işidir. -Camus |
|
||||||||||
|
KİM ULAN BU CAHİDE ? ÇIK İÇİMDEN CAHİDE... - Cahide Hanım, hadi gelin size servisi göstereyim. O anda anlamıştım. Beni yatıracaklardı. Öyle gelin servisi görün filan. Ben anlamaz mıyım hiç? Anlamaz mıyım ulan ben? Ve yattım. Evet, tabii ki kendim de istedim. Çünkü artık mücadele edemiyorum ben. Artık yaşamaktan zevk almak istiyorum, hem de kendimi kandırmadan ya da beklemeden ve de ilaçsız. Eskisi gibi. Evet, çok eskisi gibi. Ne olmuş yani çok gerilerde kalmışsa, gene bulabileceğim. Doktor da diyor hem. Bir kocaman salon burası. Yaşamın minyatürü bana sorarsanız. Bir kocaman salon. Hepimiz buradayız, bir aradayız. İletişim kurmamız gerekiyormuş. Kendi kabuğuna çekilmek yookkk. Sürekli öne arkaya sallanan kız bana yapıştı. “Annem haklı” deyip ağlıyor. Nohut nohut sivilcelerinin arasından yol bularak akıyor göz yaşları. Fazla ilgilenmezsem gider belki yanımdan. Yarım saat oldu. Hala yanıbaşımda sürekli öne arkaya sallanıyor. Dayanamayacağım, eve gitmek istiyorum. Hem ben bunlar gibi/kadar hasta değilim. Ben sadece yaşam hevesimi yitirdim. Hepsi bu. Ölmek filan değil umudum ayrıca. Olaylar üst üste geldi ya, o yüzden. Senelerdir böyleyim. - Cahide Hanım, sıkın dişinizi. Zaten en fazla 1 saat içinde uyur gider...İğneli kendisi. Senelerdir uyuşturulup durmuşsunuz bakın. İlaçsız yaşamak ve gene de mutluluk duymak, yaşıyor olmaktan heyecan duymak istemiyor musunuz? Sıkın dişinizi. Siz hasta değilsiniz. Hem ayrıca bu da terapinin bir parçası. Dayanma gücünüz sınanıyor. Ama bu kız çok ağlıyor, çok. Hadi. Hadi Cahide, hadi diyorum kendime. Hadi Cahide, hadi diyorum Hadi Cahide, hadi Hadi Cahide Hadi Uyandım. Kıçım açıkta kalmış mı diye kontrol ediyorum kıçımı. Evet, açıkta kalmış. Kıçım açıkta kalınca Cahideli rüyalar görürüm hep. Cahide’yi nihayet kafayı yemiş olarak gördüm bu kez. Ama şaşırdığımı ve etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Çok belliydi, onun yolu yol değildi, yolu bile yoktu onun. Kaç kere uyardım kendisini, kaç kere belirttim kendisine yaklaşan tehlikeyi, evet satır aralarında ama olsun...okumamış hiç...okur sanıyordum... Herkesin bir “öteki ben” i var ya. Bu öteki ben sanki bir çeşit hastalık gibi geliyor insanın kulağına, parçalanmış birşey, bölünmüş kişilik filan,.. Öteki benimiz neden öteki oluyor hep? Çok mu kabul edilemez bir öteki bu öteki? Bu yüzden mi gün ışığına çıkaramayız bu zavallı ötekilerimizi? Vampir öteki, pis öteki, gizlen çabuk ötekiiii! Bu öteki “asıl” olan ben mi? Ya da asıl olan ben, kendinden memnun olmadığında mı “öteki” ni yaratıp duruyor? Ben bu görünen değilim, öteki beni bir görseniz var ya, dibiniz düşer...birkaç gün (en az) kendinize gelemezsiniz...gibi birşeyler. Cahidem öteki benim, yaşamım, herşey gibi geçici olanım, bir iz bırakmak için uğraşanım, en gizli izini kendisine bırakacak olanım. Derinlere dalanım, sığlıklarda boğulanım ve ah! Boşuna kendini yoranım!... filan gibi artistik laflar ederken kendime, telefon çalıyor...Acı acı çaldı derler ya...hakikaten de çalıyormuş be...boğazım düğüm düğüm. Cevap vermesem...cevap vermediğim binlercesi olmadı mı ki? Bir tane daha olur. Ama bu başka türlü çalıyor...ahizeyi kaldırıyorum artık. -Merhaba şeycim (ismin ne önemi var), evet yeni kalktım...bugün için zor çünkü yarının alışverişini filan yapmam gerek. Hayatımda ilk kez hindi almanın heyecanı içindeyim. Hindiyi sokacak fırın bulmam gerekecek ayrıca. Dünkü konuşma için de üzgünüm ayrıca. Dediklerim için üzgün değilim...yanımda olmana izin vermediğim için filan. Ama yalnız kalmak istiyorum. Neyse ya, gene aynı şeyleri, aynı ses tonuyla konuşmak istemiyorum. Sıkıldım. Evet? Nasıl yani? Ne tümörü be??? Domuz gibidir o...Hayır olmaz öyle şey!!! Ciddi misin? Konuşamıycam...sonra konuşalım. Evet telefonu var bende... İyiyim, tamam Tamam sonra ararım. Dıııııııttt... Şaşkın ve salağım. Üzgün müyüm bilmiyorum. Sadece biraz gençleştim sanki. Aynadaki ben değiştim birden. En az 7 yıl önceki halime döndüm. Aşık ve çaresiz ve itilmiş, aldatılmış bir körpecik oluverdim. Beni şimdi karşımdaki aynada körpeleştiren adam yoğun bakımdaymış. Birşeyler atıştırmak için mutfağa dönüyorum yüzümü, gözüm ayaklarıma takılıyor...ne kadar küçükler....oysa onun ayakları ne kadar büyüktü...Kafamın içinde düzenleyemediğim bir sürü görüntü ve sesle mutfak yerine çalışma odasında buluyorum kendimi. Elimde bir bardak süt olacakken, sabahın köründe çok ta istediğim gibi yazmayan bir keçeli kalem var...yazıyorum...elim yazıyor...kalem yazıyor...ben yaşıyorum yazdıklarımı...ağlıyorum biraz da...; Ölsen ne olur diye düşünmüştüm ben bazen. Öldüğünü bir gün duysam birilerinden. Bayağdır da konuşup, görüşmemiştik ya...böyle bir şey olacaktı bir gün...ama daha vardı. Hem sen hala çok çekiciydin. Bir kere evlendin, boşandıydın değil mi? Tek çocuksun, hiç çocuğun olmadı. Sana aşık olduğumda sen hayli büyüktün, ben de küçük.. Ben sana çok fena aşıktım, bilirsin...sonra ne oldu? Ben kayboldum, sen yazmaya devam ettin. Biliyor musun ben de arada bir şeyler yazıyorum. Bir keresinde bahsetmiştim sana, 1 sene filan oldu galiba en son konuşalı...Biraraya gelelim de şu yazdıklarına bir bakayım demiştin. Ben de sana “ moralin bozulur, içinde sen de varsın” demiştim. Falan filan işte.. Sözlerin ne önemi var ki? Benim öyle çok anım var ki seninle...Şarap kırmızısı beyaz tenine yakışırdı senin. Ayakların için “çocuk mezarı “demiştim. Başka bir şey yazamıycam. Yoğun bakımdaymışsın. Beynindeki tümörleri tam temizleyememişler, pek umutlu olmamak gerekirmiş. Ne de hoş bir adamdın. Sesin, tenin ve yalnızlığın nasıl dokunurdu bana... Seninle güzel yerlerde yemekler yedik. Karidesli pizza hala sevmiyorum ben. Canımı çok yakmıştın benim, çok çok fazla yakmıştın. Sonra sarmaya çalışmıştın kendince ama sarılamazdı ki...Oooo, senden alamadığım hınçlarım için kaç adamı harcadım ben sonra... Bana kibrit kutusu kadar olduğumu söylemiştin, kızardın bana çok. Adam gibi bir işim olsun, adam gibi yaşayım isterdin. Ben ise senin yolundan gideyim diye tutturmaktaydım. Benzer o kadar yanımız var ki daha keşfedilmemiş. Ölme Söz veriyorum birazcık kendine gel, seninle görüşecem, seni affettim. Ölmeyi aklından bile geçirme. Daha yazılacak şeyler var. Daha yazdıklarımı okuyacaksın. Daha başbaşa istanbul’u turlayacağız. Şimdiki beni merak ediyordun..Ben ise uzak duruyordum. Eeee? Seni aynalara aşık, tavşan dudaklı allahın bok herifi. Yarın yeni bir yıla giriyoruz. Yarın bazı arkadaşlarım gelecek bana. Kendimi çok kötü hissediyorum. Ve gene senin yüzünden. Ben şarabımı içerken sen en iyi ihtimalle biraz kendine gelmiş olacaksın yarın. Ben ağlamak filan istiyorum. Ne bileyim ben? NE BİLEYİM BEN? NE BİLEYİM BEN? HAYIR. BİLMELİYDİM BEN. EN AZINDAN ARTIK BİLMELİYİM. ÇÜNKÜ BÜYÜDÜM (?). Yeni bir yıla girerken beraberimde götürmek istemediğim bir sürü duygu-anı-acı birikmeye başlamıştı ceplerimde. Yarın akşam yılbaşı...yeni evimde eskimeyen birkaç arkadaşım ve ben, yeni sehpamın etrafında yere çöküp (ilk defa pişireceğim) hindiyi barbarlar gibi haşin ve vahşi bir biçimde yiyeceğiz...haşin ve vahşi bir biçimde şaraplarımızı dikeceğiz (dikkatli içelim arkadaşlar! Halı da yeni hani). Yani bu anılardan kurtulmalıyım hemen şimdi. Tümörleri, aldanmışlıkları yeni yıla taşıyamam. Ceplerimi hemen şimdi boşaltmalıyım. Boşalın ceplerrrr... Yeterince ağırlık yaptınız zaten. Karanlık puslu havaları severim. Rüzgarın toz toprağı yerden havalandırıp döndüre döndüre tercihan benden uzaklaştırmasını izlemek hoşuma gider. Savrulan yapraklar (sonbahar için söylüyorum), kaygısız, telaşsız...belki kendime benzetirim ya da olmak isterim ya da aslında olmaktan korkarım. Yılbaşı arifesinde sokaklar hınca hınç dolu olur ya...gene doluydu. Cıvıl cıvıl öten insanlar, yeni yıla umutlarıyla girenler, eski yıl(lar)dan asla çıkamayacak olanlar, dolu dolu poşetler, boş boş bakışlar, bir koşuşturma, bir motivasyon, bir son çırpınış olur ya... Gene öyleydi. Hoşgeldin yeni yıl. Gene. Bence en güzeli havanın puslu olmasıydı. Yok yok, en güzeli yeni yılın en umutsuz olanlarımıza bile çaktırmadan umut vermesiydi. Hafızam rutin işleri yapmam gerektiğinde güçlü değildir. Alışverişe çıkarken mutlaka liste hazırlarım kendime. Ve avucumun içinde sımsıkı tutarım listemi...çok sık bakarım, baktıkça unuturum. Bir türlü, gerçekten bir türlü kaydedemem, ezberleyemem en kolay şeyleri...şeyler zor olmalı ki asla ve asla unutamayayım. Unutmak istesem de... Yoğun bakımdaki anılarım gibi... Bu Cahide isimli öteki benim, bir dönemin etkisinde bir sürü imgenin birleşmesiyle oluşmuştu. Cahide olmanın yaratıcı ve kafa karıştırıcı, hayal dünyalarına daldırıcı özelliklerinden yararlanmak güzel ve heyecanlı oluyordu olmasına. Benim farkında olamadığım ise Cahideyi tek başına taşıyor olmamamdı. Cahide‘ nin sırt çantasındaki 7 yıllık bir sicimi ve sicimde 7 tane tokmak gibi kördüğüm olduğunu bilmiyordum. Cahide’nin, beni kördüğüm eden anılarımın taşıyıcısı olduğunun farkında değildim. Şimdi alışveriş çılgınlığının ve uğultusunun arasında sanki bir nokta aydınlanıyordu. Bir ferahlama ki anlatamam. Avucumdaki listeye bakmadan alışveriş edebiliyordum. Bu inanılmazdı. Yeni yılın getirdiği birşeyler vardı...ilk kez böyle hissediyordum. Kafamın içini biraz daha kurcaladıkça aslında ürkütücü olan bir ferahlama hissettiğimi anlıyordum. Anılarımın yoğun bakımda olması beni mutlu etmişti belki. Hani sanki anılarım artık hastalanmışlar, ölecek kadar, beni terkedecek kadar hem de. Hafiflediğimi hissediyordum. Kurtuluyordum sanki. Sanki bir dönemin sonu (çoktan bittiğini sandığım) asıl şimdi geliyordu. Rüzgar yerdeki toz, toprak ve izmaritleri hazır kaldırıp benden çok uzaklara götürüyorken ben üzerime yapışıp kalmış anıları da rüzgara veriyordum. Alıp götür bunları. Denize dök istersen. Birdenbire farkedilir ya...hani “saksı düştü başıma” filan da deriz. Ve benim saksım şimdi düşüyordu...kafamı yarıyordu...yarıktan kanlar fışkırıyordu...dikiş atılmasın...kanlar, anılar, beni boğazlayan tüm bağlar o yarıktan, bitene dek aksın aksın. Dikmeyin kafamı. İçi boşalana kadar aksın, bırakın. Cahide, Hoşça kal. Hastaneden çıktığında , kendine yepyeni bir hayat kur. Kurabilirsin. Ben senden gidiyorum. Sen de çık içimden Cahide. Hindi’ yi pişirmek için bir fırın bulmalıyım şimdi. Şarapları onlar getirecek zaten. Hazırım. Yeni yıl sen hazır mısın bana, tek başıma bana ? 30. Aralık. 2003 Öykü Yüzer
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Öykü Yüzer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |