Güzel birşeyin fazlası harika olabilir -Mae West |
|
||||||||||
|
Kalemliğimi ve kapağında Atatürk resmi bulunan çizgili defteri aldım, odadan çıktım. Mutfağa doğru yürüdüm. Mutfakta iki kapı var: Birincisinden içeri girdim; ikincisinden de yazacağım odaya, balkona, çıktım. Elimdekileri masanın üzerine bıraktım. Tekrar mutfağa döndüm. Beli ince olanından büyük bir cam bardak aldım. Buzdolabından iki küp buz alıp bardağın içine bıraktım. Kola şişesini de dışarı çıkardım. Son damla düşene değin bardağa boşalttım. Ne koyuyorlar bu zıkkımın içine? Bana bir damla şarabı çok gören şu hayat ne diye hapseder ben bir kola şişesinin içine? Hep çocuk mu kalacağım ne... Elimde dolu bardakla balkona döndüm. Eski, yakası aşınmış gömleği asılı olduğu kapı kolundan alıp oturmak istediğim plastik sandalyenin sırtına serdim. Kalemi ve silgiyi çıkardım. Defterin temiz bir sayfasını açtım. Müziksiz yazamayacağımı anladım. Yerimden kalktım. Mutfağa geçtim, radyoyu üçüncü programa ayarladım. “Gece ve Müzik” bitiyordu: Sunucu kadın son parçayı anons etti. Önümüzdeki sefer tekrar görüşme dileğini iletti. Önümüzde bir sefer daha kaldı mı ki? Radyonun sesini kıstım; kimseyi uyandırsın istemedim, –beni bile. Tekrar balkona yürüdüm. Yerimi aldım. Hazırdım.Öykü yazacaktım: üçüncüsünü. İki öykü yazanı boş yere küçük görmedim ya... –üçüncüsünü yazayım da ayrılayım onlardan. Çalma şu düdüğü bekçi efendi! Birden, içime hiç de derin olmayan bir sıkıntı sızdı. Şüphe yoktu, sıkıntı bekçinin düdüğünden çıktı. Çıktı ve o vakitte diğer balkonlarda taş oynayanların değil, sıcağı ve karanlığı sigaranın dumanıyla, yalnızlıklarıyla yenmeye çalışanların değil, herkesten gizlendiğini sanarak çıplak kadın fotograflarına bakanların değil... benim içime sızdı. Hadi onları sıkmayacaksın, şu aşağıdaki kedi yavrusuna gitsene. Sık onu! Onu sık! Sıkıntıdan öldür. Yoksa ben öleceğim. Öykü yazanlara öykünmüştüm. Öykündüğümle kalmasaydım. Öyle sığ bir sıkıntı sızdı ki içime, hiçbir şey düşünemediğim saniyeler yarattı. Kalemi elime almayı akıl edebildim bir ara. İlk harfi yazayım, dedim. Peki hangisini? Saniyeler hızla geçti. Çok kararsız, çok dikkatli, çok sessiz, çok sabırlı, çok ışıksız, çok hızlı. Kayboldum. Kendimi kaybettim. Bunu fark ettim. Duraksadım. Beni bulana büyükçe bir ödül verebilirdim. Büyük değil, ama büyükçe. Buna değerdim. Radyonun başına gittim. Fişi prizden çektim. Her şeyi susturdum. Beni kim giydirdi, niye yeşil şişedeki kokuyu sürdüm tenime, saçımı ne diye taramadım... Bunların yanıtı yoktu. Soru bile değillerdi ki: Bir anda, ben kayıpken olup biten şeylerdi. Ayakkaplarımı ayaklarıma geçirdim: önce sağa, sonra da sola –öteki türlü işlerim rast gider miydi hiç. Ne tür işler? İnce işler... mi? Hadi canım ben de! Kapıyı çektim, çıktım. Theodorus anahtarı icat edeli yirmi asır olmuştu, benim anahtarım bile yoktu. Nereye gidiyordum ki ses çıkarmadan. Önümüzde bir sefer daha var mıydı? Vardı da niye haber vermediniz? Hiç değilse anahtarımızı alırdık yanımıza. Nereye gidecektim o hükümsüz halimle. Karşıdaki karakol geldi aklıma önce. Karakola gidecek, polis abilere kendimi bulduğumu söyleyecektim. Beni bulana verilecek büyükçe ödülü alacaktım sonra da. Gitmedim -yapamadım-, korktum: Parmaklıklardan korktum, amirin telsizdeki sesinden korktum; sabaha karşı salıverilmekten korktum. Üstelik en az da polisten korkuyordum. Şimdi boku yedim, dedim içimden. Kimse duymasın diye... kedi yavrusu bile. Merdivenleri, onların basamaklarını, katları, katlarda yatanları üçer beşer indim. Apartmanın kapısında durdum. Polise gitmeyeceksem kime gidecektim ki. Gökyüzüne baktım. Camiye gitsem, dedim. Sahipsiz bebekleri, sahipleri oraya bırakırlar: Ben de oraya bıraksaydım kendimi. Beni bulsalardı. Ben kaybettim, onlar bulup sahibine verselerdi. Camiye yöneldim. Caminin küçük avlusuna girene değin yüz metrelik yolu kaç saniyede aldım? Kaldırım taşlarını birleştiren çizgilerin kaçına bastım? Kaç yaşındaydım? Kaç yazar kaç! Avluya girdim. Çeşmeye değil su dolabına gittim. İki musluğu da açtım. Dolaba zimmetli iki metal bardağı da doldurdum. Sağ elimdekini içtim, sol elimdekini başımdan aşağıya boca ettim. Kimse görmeden yaptım bunları. Kulağımın ardında kalan damlayı da serçe parmağımın ucuyla süpürdüm. Avludaki banklardan birine oturdum. Karanlığı içinde rahatlıkla seçilen bembeyaz musalla taşına baktım. Yan taraftaki karakolun önünden yola çıkan ambulansın siren sesini duydum. Kimi dövmüşlerdi? Burada beni kimse dövemezdi. Dövemezlerdi ya, bari okuyup üfleselerdi de kendi içime dolsaydım eskisi gibi. Karanlıktan korktum. Musalla taşına baktım; yine korktum. Kiliseye benzemiyordu burası. Kiliseye hiç gitmemiştim ki. Nereye gitseydim? Karar vermek zordu. Gitmek kolay... Ömrümün sonuna kadar gidebilirdim. Kaç yazar kaç! Cami avlusundan çıkarken aklıma başka bir avlu geldi: hastane avlusu. Hastanenin avlusu olur muydu? Boşverdim. Hastane de yakındaydı. Yürümeye başladım. İki travesti gördüm; onlara dokunmak istedim. Ne kadar ayıp!? Dokunsaydım anlardım: Yumuşaksa, kadını bulur onunla kalırdım. Çok ayıp! Sertse, adamı görür ondan kaçardım. Ne kadar kadındı, o kadar da adamdı. Travesti işte, ne yumuşak ne diri. Dokunmadım. Bu kavrayışları da yolun karşı tarafına geçerken refüjde bıraktım. Onları, çalıların dibinde uyuyan evsizlerin arasına attım. Bahçesi demir parmaklıklarla çevrili hastanenin beyaz boyalı çelik kapısından girdim içeri. Bahçede yürümeye başladım. Çalma şu düdüğü bekçi efendi! Beni mi takip ediyorsun yoksa sen? Fişekleri kıskandıran parlak mavi ambulans ışıklarını öteden fark ettim. Avluya yaklaşırken sireninin sesini bile duydum. Yine geç kalmıştı. Ben yürüyerek ondan evvel ulaşmıştım hastaneye. Vah, dedim.Bir kenara oturdum. Anlamsız, şaşkınca yürüyen köylü kadınları izledim. Sesi olduğum yerden rahatlıkla duyulan dahili anonsları dinledim. Doktor beyi ameliyathanede bekledim. Hepsini boşverdim. Acil servisin kapısına yanaşan ambulansa baktım. Karakolda dayak yiyen adam çıkacak içinden, diye bekledim. Ben beklerken adamın sedyeden düştüğünü gördüm. Ah! Ben de ‘ah!’ dedim içimden. İçime dedim, kimse duymadı. Yine korkuttular beni. Gitmek istedim, ama nereye? Yakında başka avlu kaldı mı? Güldürmeyin beni. Beni ürkütmeyin. Ah çektikten sonra aklıma müze geldi: evimden iki blok ötedeki müze. Yürümeye başladım. Müzenin avlusunun bulunduğu taraftaki girişe giderken çürümeleri için bırakılmış heykelleri gördüm. Onlar antik heykellerdi, çürümezlerdi. Karanlıkta parıldayan metal plakaların üzerlerinde yazanları okumaya çalıştım: Theodorus. Selam verdim. Benim anahtarım bile yoktu. Antik bir heykeldim; çürümek istemiyordum. Ben de onlar gibi yirmi asır... Boşverdim.Giriş kapısına ulaştım. Kapı kapalıydı. Zaten kapılar da kapalı dursunlar diye yapılırdı. Anahtarım olsa açmayı da denerdim. Denemeden yoluma devam ettim. İlk kez korkmadım. İçime yönelen sıkıntının –sızıntının- yavaşladığını, eve yaklaştıkça durmaya yüz tuttuğunu hissettim. Eve doğru yürüdüm. Kaç yazar kaç! Evimin bulunduğu binanın kapısına geldim. İçeri girdim. Asansörü çağıracak düğmeyi de karanlıkta elimle koymuş gibi budum. Düğmeye bastım. Beklerken düşünmeye başladım. Her zamanki gibi kısa sürdü. Ne zaman düşünmeye başlasam kısa sürerdi bu. Çünkü sorulara yanıt arardım hep. Çünkü yanıtları çabuk bulurdum. Bir de kendimi bulabilseydim. Kararımı asansörü beklerken verdim. Ya da birisi kararı benim yerime aldı: Gidecek avlu kalmayınca evin balkonuna dönmek en iyisiydi. Kendi avluma gitmeliydim. Asansör geldi. Bindim. Üzerinde kabartılmış bir ‘1’ bulunan düğmeye bastım. Birinci kata üç saniyede çıktım. Kapıyı açtım. İkinci kattaki evime varmak için basamakları üçer beşer ardımda bıraktım. Kapıda durdum. Çektiğim kapı kapanmamıştır, diye umdum. Kapanmışsa -anahtarım bile yoktu- zili çalacaktım. Avlulardan, bahçelerden, girmeyi istemediğim nezarethanelerden kimseye bahsetmeyecektim. Kedi yavrusuna bile... Çektiğim kapı kapanmamıştı. Kapıyı ittim ve içeri girdim. Ayakkaplarımı çıkardım. Herkes hala uyuyordu. Ağarmaya başlayan gün evin içine henüz girmemişti. Üzerimi değiştirdim, mutfağa döndüm. Radyonun fişini taktım. “Gece ve Müzik” bitiyordu: Sunucu kadın son parçayı anons etti. Önümüzdeki sefer tekrar görüşme dileğini iletti. Herşeyi duydum, hepsini boşverdim. Balkona çıktım ses çıkarmadan. Yerimi aldım. Bardağın yüzünde yüzen buz küpleri erimemişti. Tadına baktım kolanın; gazozu da kaçmamıştı. Bıraktığım gibi duruyordu. Ben de bıraktığım gibi duruyordum. Artık hazırdım. Öykümü yazabilirdim: dördüncüsünü.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ahmet Gündoğan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |