Yaşam hoştur, ölüm rahat ve huzurludur. Zor olan geçiştir. -Asimov |
|
||||||||||
|
Parlak bir dolunay ışıltısının bütün İstanbul'u aydınlattığı serin bir bahar gecesiydi. Boğazdan sokulan rüzgar, Haliç'in kendine has o ince yosun kokusunu bağrına sararak sürükleyip karşı tepelere kadar götürüyordu. Ve o gece, bütün İstanbul uykusuz, bütün İstanbul huzursuzdu sanki... Düşünceyle örülüp katmer katmer büyüyen boğucu bir huzursuzluk sarmıştı her yanı. Binlerce soru, on binlerce çelişki ve yüz binlerce endişe birleşmiş, ölümcül bir kıvranış olup İstanbul'u kuşatmıştı. Zaman durmuş, yaşam çekilmez olmuştu. Bazı hallerde herkesin yaşadığı o anlamsız sıkıntılar bu kez bir şehrin, üstelik İstanbul gibi bir şehrin üzerine çökmüş boğmaya çalışıyordu. Ne rüzgar esintisi, ne dolunay ışıltısı, ne de bahar neşesi yetmiyordu bu kasveti dağıtıp, sıkıntıyı atmaya. Derin bir nefes aldı İpsilanti Usta, karanlığın göbeğine işleyen bakışları daha bir hareketsizleşerek eriyip aktı. Boğazdan esen rüzgar, neredeyse cumbanın tamamını kaplayan iri bedenini yalayıp, dolunayın aydınlattığı odayı dolduruyor, kireçli beyaz duvarlara çarparak tekrar dışarı çıkıyordu. Duvarlar titriyor, İpsilanti terliyordu. Sanki o an duvarlar, İpsilanti Usta'nın geniş çehresinden daha canlı, daha renkli ve daha anlamlıydı. Karanlığın içerisinde eski birer mercan tanesi gibi duran uykusuz ve yorgun gözlerinin, süzülen göz kapakları ardında kaybolmasına rağmen, yüreğinde uyku için gerekli o iç huzur ve dinginliği bulamadığını hissetti. Yatmayı düşündü vazgeçti, oturmayı düşündü vazgeçti, gezinmeyi düşündü ondan da vazgeçti. Durdu öylece. Saatlerdir, günlerdir hatta yıllardır duruyormuşçasına, bir anıt gibi hareket etmeksizin yüz yıllarca daha duracakmışçasına durdu olduğu yerde. Sarraf Kework'un sesi çınladı kulaklarında ve sanki kulaklarına sığmayıp önce odaya sonra tüm İstanbul'a yayılarak hep aynı şeyi tekrarlayıp durdu; "Davacı ol" diye. İpislanti Usta, sesin duyulmasını engelleyecekmişçesine dişlerini sıktı, vücudunu kastı, gözlerini kıstı. Dalga dalga yayılan sesin yankısını taa Haliç'in öte yakasından duyar gibi oldu. Gözlerini açtı ve bir kabustan sıyrılırcasına gevşeyip rahatladı. "İşte davacı olduk" diye düşündü kendi kendine. Yüreği, öfkenin o deli cesaretinden ve bu cesaretin esaretinden yeni yeni kurtulmaya başlamıştı. Hatta öyle ki cesaret, yerini endişe ve korkuya terk ediyordu yavaş yavaş. "Şimdi ne olacak Kework Efendi, sözünü dinledik davacı olduk. Yarın da Kadı'nın huzuruna çıkıyoruz. Söyler misin ne olacak şimdi?". Keşke şimdi Kework karşısında olsaydı da söyleyebilseydi bunları. Hem o zaman belki kendini böylesine terkedilmiş yalnız ve umarsız hissetmezdi. Ama Kework değil, bütün İstanbul olsaydı da "Şimdi ne olacak?" sorusuna cevap veremezdi. Aslında cevabı biliyordu İpsilanti Usta ama söylemek, düşünmek bile istemiyordu. Yüreğini kuşatan pişmanlık, yüzüne korku, gözlerine kin olarak yansıyordu. "Dinlememeliydim o Ermeni'nin sözünü, davacı olmamalıydım" diye geçirdi içinden. Böyle düşünüp, Kework'a kin duymasına rağmen onun, "davacı ol" derken kötü niyet taşımadığını da biliyordu aslında. Ama sanki başına geleceklerin sorumluluğunu birine yükleyip ona kin duymak, İpsilanti'yi rahatlatıyor, kurtulmuşçasına hafiflemesini sağlıyordu. Ne yazık ki, bu durum pek fazla sürmüyor, yeniden en başa dönüp tüm sıkıntıları tekrar yaşıyordu. Evet davacı olmamalıydı. Bir hükümdardan davacı olunduğu görülmüş duyulmuş şey miydi? Kework, aptalca düşünceleriyle İpsilanti'yi bir hataya sürüklemişti. Hem de öyle bir hata ki dönüşü olmayan ve affedilmeyecek kadar büyük, bedeli can olan bir hata. Basit bir sebepten elini kaybetmişti İpsilanti, oysa şimdi kellesini kaybetmek üzereydi. Türkler'in "Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" dedikleri buydu herhalde. Kesilen elinin hesabını sormak isterken kafasından da olacaktı İpsilanti. Saatlerdir hareketsiz bir şekilde pencerenin önünde duran iri bedenini hareket ettirip odanın ortasına doğru yürürken "kaçıp gitsem mi buralardan?" diye düşündü. Aynı anda gözleri parladı, göz bebekleri büyüdü, kalbi çarptı. İyi de nereye gidecekti? İğnenin deliğine girse bulup çıkarırlardı. Hem çocuklar, dünya güzeli karısı ne olacaktı? Onları bırakıp gidemezdi. Yanına alsa, daha İstanbul'u çıkmadan yakalanırlardı. Üstelik bu defa onları da tehlikeye atmış olurdu. Bütün bunlardan dolayı kaçma düşüncesinin boşunalığını fark edip daha aklı selim hareket etmesi gerektiğine karar verdi. Pencerenin karşısında bir yere büzülüp oturdu. Oturmadı, adeta sığındı. İnsanın içini sıkıp yüreğini daraltan o garip ağırlığı üzerinde hissettikçe daha bir yığılıp kaldı olduğu yere. Hareket etmeden hatta belki nefes bile almadan saatlerce oturdu. Bu halini bir gören olsa anlam veremez, onun oracıkta öldüğünü yada taş kesildiğini düşünür, korkardı. Bu yüzden olacak ki, odayı dolduran dolunay ışıltısı ve rüzgar esintisi çekip gitmiş yerlerini kahredici bir sessizliğe terk etmişlerdi. Sanki kıyamet kopmuş, var olan her şey yok olmuş, bir bu iğrenç sessizlik bir de İpsilanti kalmıştı. Şimdi bir tek şey vardı İpsilanti Usta'nın kafasında, sessizliği bile unutturan bir tek şey... Sabah ilk iş, sevip güvendiği kişilere gidip çocuklarını ve karısını onlara emanet edecek, Kadı'nın huzuruna ondan sonra çıkacaktı. İçinde, derinlerde bir yerdeki zayıf ve cılız bir ses tüm endişelerinin yersiz olduğunu ve en doğru kararı verdiğini söylüyordu. Öğleye doğru, yüzlerce yıl kadar uzun süren gecenin soru, çelişki ve endişeyle örülü gücüne yenik düşen bedenini sürüklercesine gelmişti Kadı'ya. O iri cüssesi küçülmüş, eriyip zayıflamıştı. Yalnız, gecenin tüm sıkıntısına rağmen şimdi içini eşsiz bir dinginlik ve tarifsiz bir ölüm rahatlığı sarmıştı. Bitip tükenmek bilmeyen geceye inat, yaydan fırlayan ok gibiydi vakit. Bekletilmeden huzura alındı yada bekletildi de farkında olmadı. Kendine geldiğinde Sarı Hızır Efendi'nin karşısındaydı. O an ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmedi, hissettikleri bile belirsizdi. Bilincinde olduğu tek şey, Sarı Hızır'ın birer mavi boncuk gibi görünen küçük gözleriydi. İçini dolduran, anlam veremediği o garip rahatlığın bu gözlerden akmış olabileceğini düşündü. Kapı açıldı, Sultan Mehmet içeri girdi. O an titrediğini hissetti İpsilanti, boğazı düğümlenip, nefesi kesildi. Kalbi yerinden fırlarcasına atmaya başladı. Belli ki, kızgındı Sultan. İçeri girişinde, bakışında, duruşunda her şeyinde belirgin bir kızgınlık vardı ve onun bu halini gören herkes sezebilirdi kızgınlığını. İpsilanti, bilinçsiz bir şekilde, azcık da medet umarcasına Sarı Hızır'a çevirdi gözlerini, ancak biraz önce aynı gözlerde gördüğü o rahatlatıcı, o iç ısıtıcı bakışı göremedi. Sultan, kızgın, mağrur ve kendinden emin bir edayla geçip suçlu sedirine oturdu. Yeniden kaçmayı düşündü İpsilanti, ne olursa olsun kaçıp gitmeyi... Başını önüne eğip, sol eliyle tuttuğu, sargılı sağ el bileğine indirdi gözlerini. Tam bu sırada Sarı Hızır'ın ince ama etkileyici sesi duyuldu. Tane tane ve emredercesine: "- Davacı ayakta durmaktadır. Siz suçlusunuz, oturmanız olmaz. Burası adalet yeridir. Burada padişahlığınızın hükmü geçmez. Ayağa kalkınız." İpsilanti şaşkınlık ve hayret dolu bakışların sorgulamasında önce Kadı'ya sonra Sultan'a çevirdi gözlerini. Sultan, beklemediği bu tavır ve ihtar karşısında ne yapacağını şaşırmış bir an duraklamıştı. Odadaki tüm bakışların üzerine yönelmiş olmasından kaynaklanan bir tedirginlik vardı duruşunda. İpsilanti de ondan farklı sayılmazdı, bir şey yapması gerektiğini düşünüyordu ama ne yapacağına karar veremiyordu. Sultan'ın kalkmasındansa o mu otursaydı acaba. Oturması doğru olur muydu? En iyisi sormaktı herhalde. Sarı Hızır'a baktı. Sarı Hızır, yeni bir şey söyleyecekmiş gibi nefes alıp ağzını açtığında Sultan ayağa kalktı. İpsilanti, başından aşağı kaynar su yada kızgın yağ dökülmüşçesine vücudunun her zerresinin ısındığını hissetti. Kızardı, terledi,titredi... Sarı Kadı, göz yuvalarında kaybolacak kadar küçük gözlerini İpsilanti'ye dikerek kararlı ve hükmedici bir sesle; "- Davacı İpsilanti, şikayetiniz nedir? Dile getirin." dedi. İpsilanti, içinden bir şeylerin kopup aktığını, boğazının kuruduğunu ve nefesinin bir daha çıkmamak üzere kaçıp gittiğini hissetti. Vücudu halsizleşti, dizleri çözüldü. Ağzını açıp konuşmak istedi sesi çıkmadı. Sarı Kadı; "- Buyurun sizi dinliyoruz" dedi yeniden. İpsilanti, bu defa ona baktığında gözlerine saklı o rahatlatıcı garip şeyi görebildi. Boğazı ıslandı, nefesi çıktı, dinçleşti, güçlendi... "Efendim" dedi boğuk ve titrek bir sesle: "- Ben taş işçisiyim, Ailemin geçimini bu yolla sağlıyorum.Sultanımız'ın, adına yaptırdığı yeni caminin inşaasında çalışıyorum. Taşları, Sultanımız'ın istediği şekilde kesmediğim için Sultanımız, sağ elimi bileğimden kestirdi. Şimdi çalışamadığım için ailemin geçimini sağlayamıyorum." Her şeyi bir çırpıda söyleyivermişti İpsilanti. Konuşabileceğini ve bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemişti. Sarı Hızır, suçlu sedirinin önünde duran Sultan Mehmet'e döndüğünde İpsilanti, üzerinden tonlarca ağırlıktaki bir yükün kalktığını, hafiflediğini hissetti. İçine sığmayan garip bir mutlulukla uçtuğunu yada uçmak istediğini fark etti. Koşup zıplayarak bağırıp çağırmayı istedi. Ancak, bu hal çok sürmedi. Hızır Kadı, aynı ses tonuyla ve aynı kararlılıkla: "- Şikayetiniz nedir? diye sordu bir daha." İpsilanti, bu defa öncekinden daha zorlanarak ve ne diyeceğinin bilmeyerek: "- Haksızlık yapıldığını düşünüyorum efendim" dedi. Aynı anda eşsiz bir pişmanlık yüreğinin orta yerine oturup saldığı korkuyla, beynini, dilini hatta bütün varlığını esir etti. Başka şekilde mi söyleseydi acaba? Yoksa hiçbir şey söylemese miydi? Bu söz, başına gelebileceklere davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildi ve Sultan'ın hiddetini daha çok arttıracaktı. Başını yeniden önüne eğdi. Hızır Kadı, Sultan'a: "- Davacının şikayetini dinlediniz, vaka hakkında söyleyeceğiniz var mı?" "- Vaka anlatıldığı şekilde geçmiştir." Sultan ilk defa konuşmuştu. Sesi, mağrur ve hiddetli görüntüsüne rağmen oldukça ince ve yumuşaktı. Sakin ve soğuk kanlı ifadesi iyiye yorulabilirdi ama daha çok fırtına öncesi sessizliği düşündürüyordu İpsilanti'ye... Başına gelecekleri, kurbanlık bir koyun gibi önüne eğdiği kafasıyla kabullenmişçesine duran İpsilanti, o andan sonra düşünmedi, hissetmedi, hatta belki yaşamadı... Sarı Kadı, Sultan'a: "- O halde savunmanızı yapın." dedi. Sultan, konuşmaya başladı. Sesi hala ince ve yumuşaktı. İpsilanti, onu duyuyor ama dinleyemiyordu, varlığını biliyor ama göremiyordu. "- Biliyorsunuz bu cami, fetihten sonraki ilk cami olacak. Bu yüzden hem fethe hem de İstanbul'a yakışan bir heybeti olsun istedim. Caminin heybetli görünmesi için taşlarının büyük olmasını emretmiştim. Buna rağmen, bu usta taşları benim söylediğim şekilde kesmek yerine kısa ve küçük kesiyordu. Emre itaatsizlik yaptığını görünce kızdım. Diğer işçilerin de aynı şeyi yapmasını engellemek ve bundan ders almalarını sağlama düşüncesiyle elinin kesilmesini emrettim." Sarı Kadı bu defa İpsilanti'ye dönerek: "- Taşları kısa kesmenizin gerekçesi var mıdır?" diye sordu. İpsilanti, sıranın yeniden kendisine geldiğini ve sorunun ona sorulduğunu ilk önce anlayamadı. Odadaki sessizliği sorgularcasına başını kaldırıp, merak dolu gözlerle etrafa baktığında anlayabildi muhatabın kendisi olduğunu. Yaşadığı sıkıntının yeniden arttığını ve ağzını açıp konuşsa da sesinin çıkmayacağını hissetti. Kendisine yönelmiş ısrarlı bakışların zorlamasında yutkunup; "- Efendim, taşlar kapı etrafı için kullanılacaktı. O kısımdaki taşların kısa kesilmesi gerekiyordu." diyerek yeniden rahatlayıp derin bir nefes aldı. Bu rahatlığın fazla uzun sürmeyeceğini düşündü. Zira Kadı, şimdi Sultan'a yeni bir soru soracak ondan aldığı cevap üzerine yeniden İpsilanti'ye dönecek ve bu cehennem azabı gibi sorgulama İpsilanti'nin kıyametine kadar uzayıp gidecekti. Ancak, anlık rahatlamalar bile ona kurtuluş tadında gelmeye başlamış, bunlara bile razı olmuştu. Sarı Hızır Kadı'nın, Sultan'a dönmesi ve yeni bir soruya hazırlıklı görünmesi, İpsilanti'nin yanılmadığını gösteriyordu. Anlaşılan Sultan'da buna hazırlıklıydı ki Sarı Hızır'ın sorusunu bekliyordu. Sarı Hızır: "- O taşların kısa kesilmesi gerektiğini bilmiyor muydunuz?" "- Bilmiyordum." "- Gerekçesini sormadınız mı?" "- Emrettiğim gibi kesilmediğini görünce hiddetlendim, sormaya gerek duymadım." Sarı Hızır Kadı, ne Sultan'a ne de İpsilanti'ye başka soru sormadı. Önündeki rahle üzerinde duran kağıtlara bir şeyler yazdı. Kimse ne olduğunu, ne olacağını anlayamadı. Herkes merak ve endişeyle Kadı'ya bakıyordu. Sultan, belli etmeyip soğuk kanlılığını koruyordu ama aynı endişe ve merakı onun da yaşadığı gözlerinden okunuyordu. İpsilanti; görmüyordu, duymuyordu, düşünmüyordu hatta hissetmiyordu bile. Sarı Hızır, yazdıklarını bitirip kafasını kaldırarak odanın tamamını, odadakilerin hepsini o küçücük gözlerinin içine sığdırmış gibi baktı. Derin bir nefes alarak tiz sesiyle: "- Davacı İpsilanti'nin geçimini sağladığı ellerinden birini kestirdiği ve bunu yaparken adaleti göz ardı edip, mahkemenin varlığını hiçe saydığı için davalı Mehmet suçlu bulunmuştur. Davalının kısas yoluyla cezalandırılması gerekmektedir. Karar infaz edilecektir." diyerek kararını açıkladıktan sonra dışarı çıkılmasını beklercesine bakışlarıyla tek tek herkesi süzdü. Herkes hareketsiz, herkes nefessiz, herkes donuktu. En baştan beri her şeyi büyük bir dikkat ve süratle takip edip kayda geçen Katip bile durmuş, divit elinde öylece kalakalmıştı. Sultan'ın yüz ifadesi değişmiş, benzi solmuş, mağrur ve asil duruşu bozulmuş, bakışları donuklaşıp anlamsızlaşmıştı. İpsilanti, ne olduğunu anlamaya çalışan şaşkın ve meraklı gözlerle herkese tek tek bakıyor bir sonuca ulaşamıyordu. Odadaki herkes şaşkın ve tedirgindi. Kendinden emin, ne olduğunun bilincinde tek kişi vardı o da Sarı Hızır Kadı'ydı. Odadakilere, özellikle Sultan'a bakmamaya özen göstererek: "- Dava neticelenmiştir, buyurun" deyip kapıyı gösterdi. Katip, hala hareketsiz öylece bekliyordu. Sultan, ani bir silkinişle kendine gelmiş gibi kapıya yöneldi. Onu, odadaki diğerleri takip etti. İpsilanti, çıkmadı. Olduğu yere çakılıp kalmış bir daha oradan hiç ayrılamayacakmış gibi duruyordu. Sevinemiyordu, üzülemiyordu, ağlayıp gülemiyordu. Sadece anlamaya çalışıyor, anlayamıyordu. Sonucun böyle olacağını hiç düşünmemişti. Belki en hazırlıksız olduğu son buydu. Kendini ölüme bile hazırlamıştı ama bu karara hazır değildi. Kimin aklına gelirdi ki böyle bir şey, onun da gelsin. Şimdi ne yapacaktı? Herhalde İpsilanti'nin kellesi kesilseydi daha kolay olurdu işin içinden çıkmak. Katip'in bakışlarından dışarı çıkması gerektiğini bunun için geç bile kaldığını anladı. Dışarı çıktığında başına gelecekleri kestirmeye çalışıyordu. Sultan'ın bu karara riayet etmeyeceği ve bu karardan dolayı İpsilanti'nin yanı sıra Sarı Hızır'ın da kafasını vurduracağı kesindi. Dışarı çıktıklarında kapıdaki askerler hiç vakit kaybetmeden her ikisinin de kafasını vuracaktı. Şimdi dışarı çıkmak eskisinden daha da zorlaşmış, İpsilanti ömrünün sonuna kadar orada kalmayı yeğlemişti. Hızır Kadı, İpsilanti'yi bütün bu düşüncelerden alıp derin bir çaresizlik ve korku içine atan itici bir ifadeyle: "- Siz de çıkabilirsiniz." diyerek uyardı. İpsilanti, "sağ olun" diyecek oldu diyemedi. Hiçbir şey söyleyemedi. Kökü derinlerde asırlık bir çınarın yerinden sökülmesini andıran bir hareketle kapıya yöneldi. Yürüyüşü, sürünüşten yada bir devrilişten farklı değildi. Kapıyı açıp dışarı çıktı, sanki dışarı çıkmadı da cehenneme içeri girdi. Odanın dışı boğuk ve sıcak bir alev çemberinden farksızdı.Tepesinden ayaklarına doğru hızla yayılan bir hararetle önce yüzünün sonra tüm vücudunun bu alev çemberinin kızıllığına bürünerek ısınıp eridiğini hissetti. Her yer kararmış, var olan her şey belirsiz birer silüet şeklinde ayrıntısız görünüyordu. Karşı tarafta birkaç kişi vardı. İçlerinden sadece biraz önce Sultan Mehmet'le birlikte odadan çıkan Vezir'i seçebildi. Görüntünün belirsizliğine karşın ses ve konuşmalar apaçıktı. Silüet halinde görünen adamların konuşmaları hep aynı doğrultudaydı: Biri, "Padişah'a ceza olur mu?" diye karara itiraz ediyor, öteki, "Üstelik eli kesilecek" diyerek durumun vehametini dile getiriyor, bir başkası, " Sarı Hızır delirdi herhalde" diyordu. İpsilanti'nin gözleri önce kellesini vurmakla görevli askeri aradı sonra Sultan'ı. Her ikisini de göremeyince her şeyin biraz daha belirginleştiğini fark etti. Vezir, İpsilanti Usta'nın yanına yaklaştı: "- Usta, bir iştir oldu. Gel şu davadan vazgeç, Padişah'ın elinin kesilmesi doğru olmaz." dedi. Daha bir çok şey de söyledi ancak İpsilanti, yalnız bunları duydu yada sadece bunları anladı. O konuşmasına devam edip, peş peşe birçok şey söylerken İpsilanti, sözünü kestiğini bile düşünmeden; "- Ben, Padişah'ı elinin kesilmesi için değil, tazminat için dava etmiştim. Onun elinin kesilmesi benim elimi geri getirecek değil. Bu ailemin nafakasını da sağlamaz." deyip Kadı'nın huzurunda her şeyi bir anda söyledikten sonra yaptığı gibi derin bir nefes aldı ve sanki bu nefes onu yeniden rahatlatıp huzura erdirdi. Vezir, sözü kesilerek bir çırpıda söylenen bu sözleri ilk önce anlamamış olacak ki, bir süre hiçbir tepki vermeden öylece durdu. Kendine geldikten sonra; "- Haklısın Usta, ben de bunu söylemeye çalışıyorum. Davandan vazgeç tazminat verelim, kapansın bu mesele" diyerek işin olurunu ve yolunu gösterdi. Konuşmanın sonunda İpsilanti yeniden Kadı'ya müracaat etmiş bu arada da Sultan çağrılmıştı bile. Odaya girdiklerinde Sultan yine suçlu sediri önündeki yerini aldı. Gözlerinde utanma ile suçluluk karışımı bir ifade, yüzünde minnet vardı. Ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş Kadı'nın konuşmasını bekliyordu. Aynı beklenti içerisindeki İpsilanti ise mutlu, huzurlu ve rahattı. Belki de hayatında böylesine mutlu, böylesine huzurlu ve bu kadar rahat olmamıştı. Sarı Kadı, konuşmasını ve müracaat sebebini ifade etmesini istediğinde vücudunun her zerresinde duyduğu rahatlıkla; "- Davamdan vazgeçiyorum. Sultanımız'ın elinin kesilmesi benim elimi geri getirmez. Benim derdim ailemin geçimini sağlamak. Bundan sonra çalışamayacağım için, bana ve çocuklarıma yetecek kadar tazminat verilmesini istiyorum." dedi. Sarı Kadı, Sultan'a dönüp: "- Davalı tazminat vermeyi kabul ediyor mu?" "- Ediyorum efendim." Katip, büyük bir süratle her şeyi kayda geçiyor, bu defa yaptığı işten aldığı zevki, gösterdiği şevkle ifade ediyordu. Sarı Hızır, rahle üzerindeki kağıtlara aldığı notlardan sonra küçük mercan yeşili gözlerinde beliren mutlulukla; "- Davacının yalnız tazminat istediğine, davalının da bunu vermeyi kabul ettiğine göre kararın yenilenmesi gerekmektedir. Buna göre, eli kesilen ve toplum içerisinde itibarı sarsılan davacıya itibarını iade amacıyla bir defada yüz bin altın lira ve kendisi ile ailesinin geçimi için elli bin altın lira ödenmesi uygun görülmüştür. Kabul ediyor musunuz?" diye sordu. Sultan da İpsilanti de hiç düşünmeden kabul ettiklerini beyan edince sarı Hızır Kadı, davanın neticelendiğini söyleyerek dışarı çıkmalarını istedi. Bu defa odadan ilk çıkan İpsilanti oldu. Sultan, Sarı Hızır'ın karşısına geçip; "- Allah senden razı olsun Kadı Efendi. Eğer ben padişahım diye ayrıcalık gösterip adaleti ihlal etseydin kılıcımla kafanı vuracaktım." dedi. Sarı Hızır Kadı, alaycı biraz da aşağılayıcı bir gülümsemeyle: "- Sen de padişahım diye kararlarıma karşı gelip mahkemenin huzurunu bozmaya ve adalete karşı gelmeye kalksaydın şu hançerimi kalbine saplayacaktım." diye karşılık verdi. Dışarıda aydınlık bir hava vardı. Güneş tüm neşesiyle gülümsüyor, canlılara mutluluk saçıyordu. Kuşlar cıvıl cıvıl, çiçekler rengarenk, insanlar huzur doluydu. Bu mutluluktan en çok nasiplenen de İpsilanti Usta'ydı. İçini dolduran mutluluk, göğsünden boğazına doğru yükselip önüne geçilmez bir taşkınlıkla dudaklarında, gözlerinde ve yüzünde vücut buluyordu. Daha fazla engelleyip denetleyemediği garip bir duygu ilk önce hızlanmasına sonra da çocuklar gibi koşup zıplamasına sebep olmuştu. Yüreğinden kopup dudaklarının arasından sıyrılarak kendini baharın aydınlık göklerine bırakan anlaşılamayan bir çığlık özgürlüğün tadını çıkarıyordu. "Yaşamak güzel şey" diye geçirdi içinden İpsilanti. Gökyüzünde kaybolan çığlık, ötüşen kuşlar, rengarenk çiçekler, huzur dolu insanlar ve koşup zıplayan İpsilanti yaşamın güzelliğini haykırıyorlardı kendilerince... Yaşam gerçekten güzeldi... LOKMAN ZOR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © LOKMAN ZOR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |