Bilim şaşkınlıkla başlar. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
KAPI YİNE AÇIK KALDI… Sirkeci- Harem araba vapurunun son seferi. Günlerden Pazar. Birkaç araba ile çok az da yolcu var. Havalar iyice soğudu, kış kapıda. Güvertenin kapalı salonundaki herkes ya yorgunluğun ya da soğuğun etkisiyle kendinden geçmiş gibi. Belirgin bir hareketsizlik var. Konuşmalar, harekete hazırlanan vapurun motor sesinde yitip gidiyor. Kuru, tahta koltuğun üzerine yayılmış bedenimin her noktasında günün yorgunluğunu hissediyorum. Zihnim allak bullak, bir sürü gereksiz şeyle dolu, sırtım patlarcasına ağrıyor. Kollarım omuzlarımdan kopmuş gibi. Bacaklarım hareketsiz ve ayaklarımın altı iğneliyor. Salonun açık olan kapısını örtmeyi düşünüyorum, sonra vazgeçiyorum. “ Nasıl olsa biri örter” diyorum kendi kendime. Vapurun tek kadın yolcusu giriyor salona. Belirli belirsiz bir hareketlenme fark ediliyor. Konuşmalar kesiliyor, gözler kadının üzerine odaklanıyor. Kadın geçip oturuyor bir köşeye. Üzerinde siyah bir etek ve kısa kollu beyaz bir buluz var. Dağınık saçlarındaki sarı boya uç kısımlara kadar inmiş. Makyajı bozulmuş. Sol ayağının baş parmağı sargı bezi ile sarılı. Sargı bezi kirden grileşmiş. Gözlerden yorgunluk akıyor, burnunun ucu kızarmış. Vapur yavaş yavaş hareket ediyor. Kısmetse yirmi dakika sonra Harem’deyiz. Motordan gelen ses azalmış gibi. Konuşmalar daha anlaşılır oldu. Kapı halen açık, içeriye rüzgar doluyor. Anlaşılan, kimsenin kapıyı kapatmaya niyeti yok: “Ben mi kapatsam acaba?”. Kadın camdan dışarı bakıyor, diğerleri de ona… Sol tarafta oturan iki kişiden biri diğerine, hararetle altılının nasıl yattığını anlatıyor. Öteki onu dinliyormuş gibi yapsa da gözü kadında. İş (!) olduğunu düşünüyor ve belki bir şey çıkar diye gözlerini ayırmaksızın bakıyor. Öyle ya namuslu bir kadın bu saatte dışarıda olur mu? Bu kesin iş (!). Dudağında belirli belirsiz bir ruj kalmış, saçı başı darma dağınık. Pek yorgun gözüküyor. Belli ki çok çalışmış, fazla mesai yapmış (!) adamın dudaklarında hınzırca bir gülümseme beliriyor. Diğeri halen anlatıyor: - Altaylı yatırdı abi, Altaylı yaktı kuponu. Karşımdaki gençte kadına bakıyor. Boynu tutulacak nerdeyse. Arada sırada benden utanarak başka şeylerle ilgilenmeye çalışsa da gözleri tekrar kadına kayıyor. Kadınla ilgilendiğini o kadar çok belli ediyordu ki, bu haliyle gülünç olduğunun farkında değil. Kalkıp yer değiştiriyor, kadının karşısında bir yere oturuyor. Kadında tık yok, sanki bu dünyada değil. Hala ilk haliyle kıpırdamaksızın camdan bakıyor. Güverteye sığınan rüzgar, bir anda içeri doluyor. Kapı hala açık. Biri kalkıp şu kapıyı kapatsa eline yapışacak sanki… Ben mi kapatsam acaba? Nasıl da zor geliyor şu iki adımı yürümek. Üşeniyorum ama üşümeye de başladım. Koskoca salonda bir tek ben üşüyor değilim herhalde, nasıl olsa biri kapatır. Sol tarafta oturan adam bu defa da yarın ki yarışın tahminlerini anlatıyor yanındakine. Arkadaşının onu dinlediği yok, ama farkında değil. - Sence beşinci ayakta kim gelir? - ??? - Tiryaki gelebilir ama şüpheliyim. - Bırak oğlum Tiryaki’yi miryakiyi. Göz, kaş ve başının ortak bir hareketi ile kadını işaret ediyor. Öteki adam kadına bakıyor: - İş (!) mi? - Öyle gibi. - Ulan sen ne uyanıksın, iki saattir beni konuşturup karıyı kesiyorsun. Ben de niye hiç konuşmuyor diyorum kendi kendime. İyi mala benziyor. - Karşısındaki velet nerdeyse götürecek işi. Bu tarafta oturuyordu kalkıp karşısına geçti. - İş veriyor mu? Çaycı, elinde çay dolu tepsiyle içeri giriyor. O da kapatmadı kapıyı. Birkaç harfini yuttuğu kelimelerle ve kulağı rahatsız eden bir ses tonuyla bağırıyor: - Çay Imak steyen var mı fendim? Taze taze cak çay… Salonu baştan başa dolaşıyor. Gözleri kadında. - Çay Imak steyen var mı fendim? Taze taze cak çay… Kadın kafasını kaldırıp çaycıya bakıyor, çaycı duraksıyor. - Taze çay. Cak çay ster misin hanfendi? Kadın umursamaz bir tavırla cevap vermeden kafasını cama çeviriyor. Çaycı bozulmuşluğunu gizlemeye çalıştığı sahte sırıtışla tek bir çay bile satamadan çıkıyor salondan. Yine kapanmadı kapı. Rüzgar içeri dolmaya devam ediyor. Bedenime çökmüş şu yorgunluk olmasa bir saniye bile beklemeyip kapatacağım ama bacaklarım dizlerimden kopmuş gibi. Kadının ilgisini çekmeye çalışan genç, bir kez daha yer değiştiriyor. Bu defa kadının tam karşısına oturuyor ve amacına ulaşıyor. Kadın gözlerini camdan kaydırıp burun ucuyla ona bakıyor. Genç, zafer kazanmış kumandan edasıyla sırıtıyor. Çabalarının ilk meyvesini almış olmanın mutluluğu ve teşvikiyle her an bir şey konuşacakmış gibi kıpır kıpırken, kadın suratsız bir tavırla yeniden cama çeviriyor bakışlarını. Genç bozulmuş gibi ama umudunu da yitirmiş değil. O da camdan bakmaya başlıyor. Sol tarafta oturan iki kişi olup biteni anlamaya çalışıyor. Salonda bulunan diğerleri de… Herkesin gözü kadında. Konuşanlar onunla ilgili konuşuyor, düşünenler onunla ilgili düşünüyor, gülenler onunla ilgili şeylere gülüyor. Vapurdaki tek kadın olmasından ve bu saatte binmesinden farklı bir şey var kadında. Ve o şey, güzel olmamasına rağmen herkesin ilgisinin bu bakımsız kadın üzerinde toplanmasına neden oluyor. Tırnaklarının üst kısmında kalmış kırmızı ojesi, dudaklarının yalnızca çevresini kaplayan kırmızı ruju, darmadağınık saçları, çorapsız çıplak ayakları ve çok belirgin yorgunluğu şehvetli bir çekicilikle dolu gibi. Böylesine yoğun şehvani çekiciliğin edepli bir kadında bulunması pek olası değil. Öyle olsa bile kadının fahişe ruhlu olduğu şüphesiz. Ona bakıp da masum ve sıradan düşüncelere sahip olmak imkansız gibi. Kendisine bakıldığında kıyafetinden hareketlerine, tavrına kadar her şeyi ile fahişe olduğunu düşündürüp ifade eden sokak yosmaları gibi bir hali var. Salondaki herkesin onunla böyle ilgilenmesinin sebebi bu olsa gerek. Kadının paralelinde amele kılıklı bir adam oturuyor. Orta yaşlı, saçlarına aklar düşmüş, kemerli burnunun altındaki bıyıkları ağzına dolmuş. Sürekli ellerine bakıyor, elleriyle oynuyor. Tırnaklarının üzerini kazıyor, avucunun içindeki nasır ve çatlakları temizliyor. Kadınla ilgilenmeyen tek kişi o. Bir de onun tam arkasında oturan liseli çocuk. Kendini, walkmanden dinlediği müziğe ve müziğin yarattığı dünyanın büyüsüne bırakmış. Olup bitenden habersiz, dünyayı umursamayan bir tavırla ritm tutuyor. Ayağının ve kafasının hareketlerine bakılırsa oldukça hareketli bir müzik. Kadının karşısında oturan genç öksürüyor birkaç defa. İlgi çekmek, kadının kendisine bakmasını sağlamak için yaptığı belli. Amacına ulaşamıyor. Kadın yine aynı umursamaz tavrıyla camdan dışarı, denizin karanlığına bakıyor. Sinir bozucu bir melodi duyuluyor. Birisinin cep telefonu… -Alo…Yoh yoh gaybolmadım. Vapurdayam. Gelirem. Yoh yoh tamam. Bu saatta minibis bulurmiyam yohsa taksiyinen mi gelim? He tamam. Siz merahlanmayın. Tamam bakaram, olmazsa taksiye binerem. Tamam tamam. Hadi ey ahşamlar görüşürüz. Telefonu kapatıp cebine koyuyor. Kasılarak arkasına yaslanıyor. Bu, biraz önce elindeki mısırı büyük bir iştahla yiyen adam. Onun da gözü kadında. Sol taraftaki adamlardan bir iyice sıkıldı bu tek taraflı bakma işinden, anlaşılan yeniden at yarışı muhabbetine dönmeyi istiyor: - Yok olum, iş çıkmaz bu karıdan… - Saçmalama olum, iş çıkmaz olur mu? Ben böylelerini gözünden tanırım. Baksana karının tipine bu yüzde yüz motor(!). Kadının ne tavrında ne de hareketlerinde motorluğunu (!) ifade edecek hiçbir şey yok. Ancak insan nedense ona bakınca bu tür düşünceye kapılmaktan kurtaramıyor kendini. Genelev orospularının kendine ait dünyaları dışına çıktıklarında, belirginleştikleri tuhaf bir tanıdıklık var her halinde. Bakımsızlığı, kendine ait sahte dünyanın şatafatlı görüntüsünden kalan artıklar sanki. O şatafatlı dünyada yer sahibi olması, bilinmesi, beğenilmesi, sevilmesi yeterli onun için. O dünyanın dışındaki yaşam ilgilendirmiyor onu. İnsanları bu denli umursamamasının sebebi de bu. Tabii bir de doymuşluk… Elleriyle oynayan amele kılıklı adam ceketinin önünü düğmeliyor. Belli ki o da üşüdü. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüyor. Sonunda biri kapıyı kapatmaya niyetlendi galiba. Birkaç kişi ona bakıyor. Sanırım bakanların hepsi kapıyı kapatmasını umuyor. Adam ceketinin yakasını yukarı kaldırıp dışarıya çıkıyor. Kapı yine açık kaldı. Buruk bir bozulmuşluk kaplıyor bakışları. Herkes yeniden kadına çeviriyor gözlerini. O, yine duyarsız, yine umursamaz. Öylesine rahat sergiliyor ki bu duyarsızlığı, bakışların farkında olmadığını(!) düşünmeden edemiyorsunuz. Anlaşılan işinde oldukça iyi, zira onlarca bakışa karşı böylesine ilgisiz kalmak herkesin rahatlıkla yapacağı bir iş değil. Denizi yutan karanlığı seyrediyor. Bakışlarında, karanlığı parçalamayı arzulayan düşüncelerin ümitvar aydınlığı seziliyor. Kalbinin kirlenmişliğine, kararmışlığına inat bembeyaz aydınlık düşünceleri, karınlığı yırtmaya çalışan bakışlarına yansıyor. Karşısındaki genç, cılız ve ürkek bir sesle: - “Saatiniz var mı?” diye soruyor. Kadın, kutsal bir uğraştan alıkoymuşluğun hiddeti içerisinde kesin ve sert bir tavırla: - “Yok” diyerek tekrar karanlığa çeviriyor bakışlarını. Genç, kızarıyor, süklüm püklüm sinip kalıyor. Düştüğü durumun görülmüş olması endişesiyle göz ucu ile etrafa bakıyor. Sol taraftaki adam rahatlıyor, kasılarak arkasın yaslanıyor. Öteki hala at yarışından bahsetmeyi isteyen bir tavır içinde. Kadının telefonu çalıyor birkaç defa. Geç fark ediyor. Çantasından çıkarıp cevap veriyor: - Alo. Geliyorum yoldayım. Şu an vapurdayım. Tamam. Hadi görüşürüz. Sesinde inceden inceye hissedilen yorgunluğun yanı sıra yaşadığı dünyaya ait kalın ve kaba ton, belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Belli ki bir bekleyeni var. Kim bekler ki böyle bir kadını? Ya bir müşteri, ya da pezevengi… Kapının tam karşısındayım, soğuk iliklerime işledi. Biri çıkıp da şu kapıyı kapatmadı ya… Vapurun motoru durdu. Kulakların alıştığı o gürültü bir anda kesiliveriyor. Ölümü anımsatan koyu bir sessizlik bürüyor her yanı. Kadın kalkıp kapıya doğru yürüyor. Sanki bir anda hayat veriyor tüm salona. Kara bulut gibi her köşeyi bürüyen sessizlik ve hareketsizlik dağılıp yok oluyor. Herkes bir bir ayaklanıp kadının peşi sıra diziliyor. Genç, soldaki iki kişi, mısır yiyen adam, ve diğerleri… Farkında olmadan ben de bu kervan içinde buluyorum kendimi. Vapur iskeleye yanaşmak üzere. En önde giden kadının arkasında çobanı takip eden koyunlar misali merdivenleri iniyoruz. Salonun kapısı yine açık. Soğuk daha artıyor, rüzgar daha bir esiyor sanki. Vapurun iskeleye yanaşmasını beklerken, kadının etrafı sarılıyor aniden. Herkes yerini almış. Genç, biraz ürkek, biraz pasif duruyor. Gözleri kadında ama bu defa daha temkinli davranıyor. Bakışlarında belirgin bir tereddüt var. Diğerleri daha cesaretli ve rahatlar. Vapur henüz tam yanaşmadan kadın iskeleye atlıyor. Onu, koyun sürüsü izliyor. Hep birlikte uzaklaşıyorlar. Sürü yoluna devam ediyor ve kapı hala açık… * Bu öykü 2006 yılı Özgürpencere Kadın Öyküleri Yarışmasında 3. lük ödülü almıştır. LOKMAN ZOR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © LOKMAN ZOR, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |