Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir. -Erasmus |
|
||||||||||
|
O’nun hikayesi Çıkmalıydı. Sessizliğinden çekip gitme zamanıydı. Örtülerini kaldırıp baktı. Sadece küçük bir ışık üçgenini görebildi; gözleri kamaştı. Dışarının ne kokusu, ne rengi vardı şimdilik. Sesini dinledi. "çıkmalıyım..." diye aklından geçirdi. Cesur olmalıydı; sessizliğini terk edebilmek için. Örtülerini tekrar yavaşça bıraktı. Küçük ışık üçgeni yok oldu. Sadece parlaklığı kalmıştı gözbebeklerinde. Sessizlik derin, kuytu oyuklarıyla daha güvenliydi. "Yoksa burada mı kalmalıyım?.." diye tereddüt etti. Bir yandan bunları düşünürken engelleyemediği bir merak avuçlarını kaşındırmıştı. Güldü kendine, sesi oyukların her birine girip tekrar dudaklarına döndü. Ellerine baktı. Sımsıkı yumulmuştu parmakları. Tırnakları avcuna gömülmüştü, acıtırcasına. Sıcak bir yağmurun ıslaklığını hissetmişti yüzünde. Gözleri yorgundu ıssız karanlıktan. Kelimeler anlaşılmaz gurultularla boğazında düğümlenmişti. Sessizliğiydi bulunduğu yer. Adını biliyordu, çünkü burayı o keşfetmişti. Bazen burayı kendisi için hazırlayanın bizzat kendisi olduğundan şüphe duyardı. Bilemediğinden değil de bilmek istemediği bir nedenden dolayı yapmış olmalıydı. Başka hiç bir ihtimal gelmemişti aklına. Bu "bazen"ler gittikçe kesinleşmekteydiler. Her biri yapış yapış birer örtü bırakmıştı üzerine. Örümcek ağlarına yakalanmış gibiydi; çırpındıkça sarmalanmıştı. İçine girivermişti sessizlik. Haykırıyordu boşluğunda, acıta acıta, sessizce... "Çıkmalıyım..." diye mırıldandı. Ardına dönüp baktı, sanki bir başkasının sesiydi duyduğu. Tekrar araladı ağır örtülerini, gözbebeklerindeki ışığı büyütmek istedi. Avuçlarına dolduğunu gördü, yudum yudum içmek istedi kendini. Sesler gölgelerde onu beklemekteydiler, renkler parmaklarının ucundan aktılar. Yüreğinde bir gökkuşağı onu beklemekteydi. Dışarıya uzandı, yavaşça. Ne rengi ne kokusu vardı. Dinledi bambaşka bir sessizliği. Bir an sürdü; belki bir göz kırpışı kadar kısa değildi ama bir nefes kadar uzun da olmadı. Kalbinin atışları bir şenlik yerinin gürültüsüne yaklaştırmıştı onu. Atılan havai fişeklerin ıslıkları ve ardında patlamaları. Birden rengarenk boyanan yüreğinin gökkuşağı dökülmeye başladı; gözbebeklerinden, dudaklarının arasından, teninin gözeneklerinden. Muhteşem bir müzik çalınıyordu kulaklarında. Gözlerinin önünden ard arda geçmeye başladı inanılmaz resimler. Baharın çiçek kokulu esintisinde uyanan çağlayanların sesini duyuyordu. Üzerinden geçen bir kuş sürüsünün kanat çırpışını hissetti yüzünde. Yağmurlu bir akşamın hüzünlü gülümseyişi dokundu gözkapaklarına. Denizin köpük köpük dalgalarında ayaklarını ıslatışını hissetti. Yüreği, zamanı unutacak kadar uzun sakladığı gökkuşağın geride kalan renklerini bırakabilmek için ona derin bir nefes aldırdı. Göğüs kafesinin içinde parçalara ayrılıyormuşçasına ağrımıştı kalbi. Burula burula koparılıyordu yerinden sanki. Acının yerine benzersiz bir huzur gelip yerleşti. Bunu hissetmek öyle şaşırtıcı, öyle anlatılmazdı ki... Örtülerini kaldırdığında gördüğü ışık üçgeninin içindeydi şimdi. Seslerin, renklerin, ışıkların ortasında. Karışmaktaydı sellerine, kendini katarak. Geride bıraktığı Sessizliğine baktı. "İstediğim zaman Sana dönebilirim" diye fısıldadı. Aklını, içindeki düşünceleri, gözlerini, ışıklarını bir an için Sessizliğinde unuttu. Kısa bir andı, belki bir iç çekişi kadar... Sonra yolculuk başladı. Bir hikayeyi anlatacak kadar kısa ve onu yaşayacak kadar uzun. Etrafına bakındı; hem tanıdık hem değildi gördükleri. Her birinde kendinden bir parça aradı gözleri. Renklerine dokundu, parmaklarına bulaştırmak istemişti onları. Bir yer aradı yüreği. Duymalıydı, çağrıldığını duymalıydı. Bilmek, beklemek değildi gerekli olan. Gereken sadece kendisiydi... "Benim hikayem hangisi?" diye sordu. Ortalık birden aydınlanıvermişti. Sessizliğinin oyukları bile. Parlak, bembeyaz bir ışık yakmıştı gözbebeklerini. Kulaklarında sessizliğin çınlaması dayanılmaz olmuştu. O an gidişini fark etti. Yerine kendini bırakarak gidiyordu... Kozadan çıkar gibi içinden çıkıyordu, ne acı hissetti ne de başkaca bir his. Oyuklarına uyan elbisesini çıkarır gibi sıyrıldı kendinden. "Aynı ben, aynı ben..." diye sayıklıyordu. Kozanın dantelimsi örgüsüne dokunmak istedi. Parmakları yumuşak tenine gömülmüştü. Hızla çekti elini. Işığın ardına bakmaya çalıştı. Sanki bir yol uzanmıştı tam önünde. Uçsuz bucaksız bir tünele girer gibiydi. Sağına soluna baktığında neden böyle bir fikre kapıldığını anlamıştı. Tam göz hizasında ışık çok kuvvetli ve parlaktı, yanda, aşağıda ve yukarıda ise sis gibi bulanıklaşıyordu. Ayaklarına baktı, ilk adımını attı. Elle tutulamaz bembeyaz bir perdeyi yarıp geçmişti. Adım adım çekiliyordu bilinmeyen bir yere doğru. Kontrolünü kaybetmişti ama attığı adımlar ona aitti. Gittikçe bir şeylere yaklaştığını düşünmeye başladı. "Çok tuhaf", diye içinden geçirdi. "Hem nerede olduğumu bildiğim hissi var içimde, hem de tam tersi..." Kollarını açıp gezdirdi sis perdesinin içinde. Birden korkuyla ürperdi, ya bir şey onu çekip götürseydi? Bembeyazlığın gizlediklerini bilemezdi ki... Sırtından dökülen buz parçacıkları eriyip bacaklarından süzüldüler. Kör edecek kadar aydınlıktı, hiç bir şey göremiyordu. Dayanılması güç korkunun gözkapaklarına yerleşmesiyle sımsıkı kapandı gözleri. Ne o parlak ışık kalmıştı ne de ardındaki bilinmeyenler. Şaşkınlığını nasıl ifade edebilirdi acaba? Nedense önce bu soru geçmişti aklından. Attığı her adımı, bastığı her yeri, yanı başından geçtiği her şeyi görebiliyordu. Ve tüm bunların, kendilerine ait seslerini duyabiliyordu, renklerini görebiliyordu. Sımsıkı yumduğu gözkapaklarının ağrısını duyduğu kadar gerçekti hepsi. Yine aynı hisse kapılıp yine aynı düşüncenin aklından geçişine tanık olmuştu. "Bildiğim her şeyi kaybedip buluyorum ve bilmediğimi öğrenip tekrar buluyorum... Bu sesler, bu renkler, yüzümü yalayıp geçen bu esinti, yalınayak ayaklarımın bastığı yer, her şey ne kadar tanıdık..." Bir kapı gördü karşısında, oldukça büyük ve sağlam bir kapı. Olduğu yerde durup etrafına bakındı. Yüzlerce, belki binlerce insanın ortasında kalakalmıştı. Hızla gelip geçmekteydiler yanı başından ve hiç biri onu fark etmemiş gibiydi. Kendini birden bu kalabalığın içinde bulmanın şaşkınlığını yaşarken gördüğü kapıya mutlaka ulaşması gerektiğini düşündü. Boğulmaktan kurtulmalıydı bir an evvel. Bir adım dahi atamadığını dehşetle fark etti. Olduğu yerde kalakalmıştı. Avazı çıktığı kadar bağırmak istese de yapamıyordu. Boğazından çıkan hırıltılar durmadan yükselen korkutan bir uğultuda kaybolmuşlardı. Yanı başından gelip geçenlerin arasında ezileceğini düşündü. Eller, kollar, ayaklar, bedenler sanki içinden geçip yollarına devam ediyorlardı. Parçalara bölünmeyi diledi içinden, belki böyle olursa daha kolay kurtulurdu bu kalabalıktan. Sonra bu dileğini geri almayı diledi. Birkaç adım ötesindeki kapıya baktı, biraz daha yaklaşabilse açabilecekti onu. Zaman, içinden geçen emanet hayatlara ömür biçerken o hala bekliyordu. Bir dilek daha diledi ve onu kendisine bile söylemedi. Söylerse gerçekleşmez diye inanmıştı. Neden böyle bir fikre kapıldığını ise bilemedi. Tam sırasıydı şimdi yapacaklarının. O mahşeri kalabalığın ortasında kendini teslim edecekti olacaklara. Coşkun bir ırmağın sularına kapılıp tutunacak bir kaya parçasına yönelir gibi kapıya doğru ilerlemeye başladı. Bir adım, bir adım daha ve neredeyse dokunacaktı kapının koluna. Kapı birden açıldı. Eşiğinde küçük bir çocuk belirmişti. Yüzü bebek masumiyetiyle vedalaşma vakitsizliğindeydi. Kocaman siyah gözleri hüzünle tanışma faslındaydılar. Henüz buklelerini yitirmemiş ipek saçları kulakları üzerine dökülmüşlerdi. Birini arar gibiydi bakışları; delip geçtiler. Kollarının arasına alıp sımsıkı sarılmak geldi içinden. Buna sebep belki bakışındaki kelimelerdi. Eğer elini yüzünde gezdirebilseydi gözlerindeki hüznü, korkuyu silebileceğini düşündü. Teninin fildişi şeffaflığına masumiyetin rengini geri verebilirdi... Kolları arasına alabilse hangi sebepten incindiğini bilmediği yüreğini sarmalayabilirdi. Sorularına cevaplar bulur, kahkahalarını uyandırabilirdi. Bir an için göz göze geldiler. Sonra, küçük çocuk birden kayboldu lakin gözleri içinde kalmıştı... Bir parçasını yitirmiş gibiydi. Elini yüzüne götürüp alnına dokunmak istedi. Saç tutamlarının arasında gizlenmiş eski bir yara izini arayıp buldu parmakları. Karanlık bir gecenin daha da karanlık sessizliği beyninde çanlar çalmaya başladı. Hıçkırıklarını yutkunup yavaşça yere çöktü. Sırtını duvara verdiği gibi geriye çekildi; sanki cam kırıkları etini lime lime etmişlerdi. Gözleri yavaş yavaş alıştılar karanlığa. Hıçkırıkları içinde bir yere çekildiler. Küçük elleriyle ıslak yüzünü sildi. Gözyaşları avuçlarına aktı. Derin bir nefes alıp oturduğu yerde daha da kıvrıldı. "Ağlamayacağım", diye geçirdi içinden. "Artık hiç ağlamayacağım..." Etrafına bakındı. Karanlıkta gölgeler eriyip dağılmıştı. Kapı aralığından zayıf bir ışık demedi düşmüştü yere. Bir takım tıkırtılar geldi kulağına, içten içe titredi. Elleriyle kulaklarını kapatıp başını karnına kadar çektiği dizlerinin üzerine bıraktı. Uykunun ismini sayıkladığını duymuştu. Önce fısıldamıştı sonra gitgide daha yüksek ses ile onu çağırdı. Defalarca. Karanlığın korkusuna tutunmuştu. Uykunun peşinden gitmeye kalksa Karanlık gözkapaklarını çekiştirirdi. Önce parmaklarının gevşemesini hissetti, sonra kolları iki yanına düştüğünde sıçrayıp görmeyen gözlerle etrafına bakındığını hayal meyal hatırlamıştı. Başını, ne kadar isterse istesin dik tutamıyordu artık. Yere kıvrılıp içinden çıkmak isteyen son bir hıçkırığın dudaklarının arasından çıkmasına izin verdi. Ellerini başının altına yastık yapıp habersiz olduğu bir şeylere gülümsedi. Işıkların ortasından yürüyordu, hala yüzünde o gülümsemeyle... "Çok güzel", diye fısıldadı uykusu arasında, "çok güzel..." Hala kapıya yetişememişti, oysa öyle yakındı, öyle yakındı ki... Hala mahşeri kalabalığın içindeydi. Sağından, solundan geçenlerin yüzlerine baktı. Yalvardı, ellerini göğe uzatarak: "Ne olur durun, ne olur..." Duymadılar, biri bile duymadı yakarışlarını. Boş bakışlarla yanından geçmeye devam ettiler. Gökyüzüne baktı, garip bir yağmur boşalıyordu üzerilerine. Daha önce fark etmediğini düşündü. Yağmur diye defalarca katlanmış küçük kağıt parçacıkları dökülmekteydi. Kimse bunun farkında değildi, hiç kimse. Yere baktığında ise ince, ip misali derecikleri gördü. Yüzlerce ayak basıp geçmekteydi içlerinden. Tekrar yukarıya kaldırdı başını. Kağıtlardan birkaç tanesi tam üzerine doğru düşmekteydiler. Gömleğinin eteklerini kaldırıp onları yakalamak istedi. Gözleriyle görmüştü tam kucağına düştüklerini. Gömleği sımsıkı bastırdı göğsüne, kalbi delice atıyordu. Yavaşça açtı gömleğinin eteklerini, gerçekten birkaç küçük katlanmış kağıt parçası vardı. Heyecanı daha da büyüdü. Bir tanesini alıp dikkatlice açtı, "Sen misin?" yazıyordu tam ortasında. Hiçbir şey anlamamıştı. Bir diğerini açmak istedi. "sensin, değil mi?.." yazıyordu. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Avcunu tekrar açıp başka bir kağıt almaya hazırlanıyordu ki kendini kapının eşiğinde buldu. Yarısına kadar açıktı kapı. İçeriye bakmak için ileriye doğru eğildi hafiften. Kimseleri göremedi. Girmeden son bir defa ardına baktı. "Ne olursa olsun", diye düşündü. Kimse onun farkında değildi, belki bu kapının bile farkında değildi. İçeriye adım atar atmaz kapı sessizce ardından kapandı. Tedirginlikle durakladı. Birkaç saniyelik bir tedirginlikti. Yine "ne olursa olsun" diye bu kez yüksek ses ile konuştu. Dar bir merdiven belirmişti loş karanlıkta. Nedense birçok kez bu basamakları tırmandığı hissi doğmuştu içine. Korkuluğun topuz başlı ucuna dokundu. Döne döne kıvrılan merdiveni tırmanmaya koyuldu. "Bir, iki, üç... on altı, on yedi, on sekiz, on dokuz..." sayıyordu içinden. "Tam on dokuz basamak!" Kalbi hızla atmaya başlamıştı. Nerede olduğunu biliyordu. Heyecandan diz bağları çözülmüş gibi sendeledi. On dokuzuncu basamağın ucuna ilişti. Sıcak ter damlalarını alnından yanaklarına oradan da boynuna süzülüverdiler. Bir takım sesler ile birden irkildi. Yanından koşarak merdivenleri inen genç bir adam geçti. Koltuğunun altında gazete kağıdına sarılı bir paket vardı. Alnına dökülen dalgalı siyah saçlarını eliyle geriye itti. Bir an için göz göze geldiler. "Ne kadar da bana benziyor..." diye şaşırdı. Peşinden gitmek istediyse de ona yetişmesi mümkün değildi, çoktan uzaklaşmıştı. Gözlerine inanamıyordu, burası onun eviydi. On dokuz merdiven, koridorun sonunda sağdaki kapı, üç numaralı daire. Cebinde anahtarı olmalıydı. Kilidi biraz zorlamak lazımdı. Kapıyı her açışında kilidi değiştirmesi gerektiği gelirdi aklına. Kapı hafif bir gıcırtıyla açılmıştı. Eşikte durup kapının sonuna kadar açılmasını seyretti. Kapı kolunun duvara çarpmasından çıkan ses koridorun alaca karanlığında parçalandı. Durgun bir hava bulutu çarptı yüzüne. Terkedilmiş bir hali vardı buranın. Yer döşemeleri üzerinde bıraktığı ayak izlerine baktı. Perdeler sımsıkı çekilmiş olsalar da artık yıpranmış dokumayı delip geçmişti gün ışığı. Işık benekleri dans etmekteydiler odanın içinde. Mobilyaların arasından geçip pencereye yaklaştı. Perdenin ucunu hafifçe kaldırıp dışarıya bakmak istemişti. Gözlerini olanca gücüyle kamaştıran bir ışıkla karşılaştı. Beynine saplanan bir sancı ile olduğu yerde sendeleyip tutunacak bir şey aradı. Yakınında bulunan bir iskemleyi çekip dayandı. Nasıl olduysa kendini odanın diğer ucunda buluvermişti. Kitaplığın önünde, eski yazı masası üzerine dirseklerini dayamış, iki eli arasına başını almış otururken gördüğü adam kendisiydi! Kafatasının içinde saatli bomba düzeneği varmış gibi bir damarın acıtan atışlarına kilitlenmişti aklı. "Hangimiz gerçeğiz?" diye sordu kendine. Başındaki zonklama gittikçe daha ısrarcı olmaktaydı. Bilincini kaybetmek üzere olduğunu hissetmişti. Tuhaf bir ağırlık vardı üzerinde ve buna rağmen yavaş yavaş tüm bedenini ele geçirmekte olan bir huzur hissi. Odanın hangi tarafında olduğunu umursayamaz durumdaydı, sadece bekliyordu olacakları. Birden birkaç dakika öncesi geldi aklına. Hatırlamaya çalıştı. Perdeyi aralayıp dışarıya baktığında ışıktan başka hiçbir şey görmemişti. Oysa bu pencerenin önünde saatler, günler, yıllar geçirmişti. Bu evin en sevdiği yeri burasıydı. Şehir meydanına bakan penceresinden önünden akıp geçen hayatı izlemek hoşuna giderdi. Asırlık taş binalar ile çevrilmişti meydan, artlarında görünen uzaktaki gökdelenler olmasa geçmiş yüzyılın bir yerindeymiş gibi hissedebilirdi insan. Az önce ne binaları, ne granit taşlı meydanı görebilmişti. Sislerin ardından gözlerini kör eden bir ışık ile karşılaşmıştı. "Kimsin Sen?.." Elini yukarıya kaldırıp avcunda sımsıkı tuttuğu kağıtlara baktı. Aynı anda duyduğu bir ses irkilmesine sebep olmuştu. Diğer odaların kapılarını teker teker açıp duyduğu sesin sahibini aradı. Hiç kimseyi bulamamıştı. Birden büyük odadaki dolap geldi aklına. Tekrar döndü oraya. Eski, gömme bir dolaptı. İnce bir gıcırtıyla açıldı kapısı. Toz ve rutubet kokusuna boğulmuştu burası. Bir adım gerileyip sonra tekrar dolabın içine bakmaya çalıştı. Dolaptan çok, burası küçük bir odaydı. Duvarda bir girinti hem odaya şekil vermek, hem de işe yarayacak bir dolap elde etmek amacıyla ahşap kapılarla kapatılmıştı. Raflarda eski şapka kutuları, çeşitli çantalar, küçük el valizleri vardı. Askılara asılmış elbiseler, yağmurluklar, en altta ise ayakkabılar diziliydi. Tüm bunlar gözleri karanlığa alışmadan önce sadece birer karaltıydı, yavaş yavaş şekillerini almışlardı. Yine duydu aynı sesi, bu kez çok yakınında. Askıdaki elbiseleri bir yana itti. Yoğun naftalin kokusu genzine dolmuştu. Yerde bir karaltı gördü, daha da eğildi. Küçük, beş, altı yaşlarında bir çocuktu. İncecik omuzları hıçkırıklarıyla sarsılmaktaydı. Yavaşça dokunmak istedi ama onu korkutabileceği geldi aklına. Yine eğilip yüzüne baktığında uyuduğunu gördü. Aralıklarla dudaklarından dökülen hıçkırıkların kabuslarına mı yoksa yaşadıklarına mı aitti diye sordu kendine. Dizlerinin üzerine çöktü ve çelimsiz bedeni dikkatle kucakladı. Onu yatağın üzerine bırakırken uyanır gibi olmuştu. Bir kaç kelime sayıklasa da ne dediğini anlayamadı. Sonra derin derin nefes alarak tekrar uykuya dalmıştı çocuk. Bacaklarında, kollarında bir takım yaralar olduğunu fark etmişti. Bazısı kabuk bağlamış bazısı ise henüz yeniydi. Banyoda küçük bir leğenin içine az su doldurdu. Dolapta biraz pamuk ve birkaç sargı bezi buldu. İşi bitene kadar beyninden hiç bir düşüncenin geçmesine izin vermedi. Nasılsa öğrenecekti öğrenmesi gerekenleri. Kısa zaman önce salonda yaşadıklarını unutmuş gibiydi. Gerçek ile hayal arasındaki varlığını unutmuştu. Her şey, yaptıkları, gördükleri, dokundukları, hissettikleri, bu an her şey çok gerçek diye düşündü. Küçüğün nefes alıp verişini dinledi. Hıçkırıkları kesilmiş, derin ve huzurlu bir uykudaydı. Yatağın ucundaki örtüyü açıp yavaşça üzerine örttü. Odanın kapısını aralık bırakıp salona döndü. Farklıydı şu an. Kendisine veya yaşadıklarına ait farklılığın ona hissettirdikleriyle doluydu içi. Bu evin dışında ne olursa olsun artık önemi yoktu. Biliyordu çünkü ve görüyordu. Yüreğiyle. Belki buraya gelişi bir tesadüf, belki hayallerin içindeki gerçekler onu buraya getirdi. Çalışma masasının önünde hala oturan kendine baktı. Daha da yaklaşmak istedi. Masanın üzerine dağılan kağıtları gördü. Bir şeyler karalıyor gibiydi. Düşüncelerini kaybetme telaşıyla yazıyordu sanki, hızlı hızlı. Birden başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. O an anladı ki onu görmüyordu, sadece hislerin yoğunluğuna dayanacak gücü aramıştı çaresizce. Etrafına bakındı. Kanepeye oturup düşüncelere daldı. Anlayamıyordu olanları ve bundan rahatsızlık duymuyordu. Bir şeylerin olmasını bekler gibiydi. Geçen saatleri hatırlamaya çalıştı. Çok sürmedi, uyanık ile uyuyor olmanın kesiştiği yerde buldu kendini. Nasıl bir uykuydu ve nasıl olur da uyanıktı, anlamıyordu. Etrafında ne var ne yok gittikçe hızlanarak dönmekteydi. Garip olan şu ki en küçük ayrıntısına kadar her birini görebiliyordu. Sanki dönen etrafındaki dünya değil, kendisiydi. Salonda birilerinin konuştuğunu, güldüğünü duyuyordu. Bir takım gölgelerin ortalıkta dolaştığını görür gibiydi. Gözkapakları yapış yapış olmuşlar, gözlerini bir türlü açamıyordu. Körebe oynar gibi uzattı iki kolunu ileriye. Yavaş yavaş kaybolmaktaydı her şey, geriye kalan ellerinin boşluğu yoklamasıydı. "Çıkmalıyım buradan" diye birkaç kez yineledi içinden. “Çıkmalıyım...” haykırıyordu sessizliğinde... İstanbul eylül
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © R. Eylül Aktaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |