..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Hiçbir kış sonsuza dek sürmüyor, hiçbir ilkbahar uğramadan geçmiyor. -Hal Borland
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Rabia Suluk




4 Haziran 2004
Yemin  
Rabia Suluk
Ellerimden destek alarak yatağının ucuna usulca çöktüm. Ne diyeceğini merak ettiğimi anlamıştı. İri iri açılmış korkulu gözlerini, bir iki kırpıştırıp yorganının üstündeki ellerine sabitleyerek kekeledi: “Kâbus gördüm."


:BBEI:


YEMİN

    Kasabadaki sırtı dağlara yaslı evimiz, etrafının iki üç katlı binaları arasında gösterişiyle hemen fark edilen, tek katlı, beş odalı, bahçe içine kurulmuş, çevresindekilere göre oldukça güzel bir evdi. Oğlum nişanlıyken, büyük bir iştiyakla gece gündüz çalışmış, bir mevsimde orasını bitirmişti. Çitlerin içine çepeçevre meyve ağacı dikmiştik. Onlar koca ağaç olduğunda koşuşturup oynayacağımız çocuklarımızla gölgelerinde serinleyeceğimizi, meyvelerini zevkle toplayıp yiyeceğimizi kurardık uzun uzun. Ayrıca eve gidip gelirken güzelliğiyle gözleri şenlendirsin diye kapının önünden başlayan yol boyunca iki taraflı, rengârenk çiçekler ekmişti oğlum. Doğum sırasında hem anasını, hem de kardeşini yitirdiğimizden beri, onunla birbirimizin her şeyi olmuştuk. Anasının sevgisini de bu tek kalan çocuğuma vermiş, bir daha evlenememiştim. Akşamları yiyecek götürdüğümde onu evin dış kapısının önüne oturmuş, sigarası elinde, mütebbessim bir çehreyle hayallere dalmış bulurdum. Her şeyine özen gösterdiği o evin bir gün kendisine işkence hücresi olacağını nereden bilecekti ki?

    Oğlum, güçlü ve biçimli adalelere sahip, iri kıyım, sırım gibi bir delikanlıydı. Sağlam ve hoş binalar yapardı. Son yaptığı hanın dördüncü kat iskelesinden düşüp yatağa mahkûm oluncaya kadar her şey yolundaydı: İstediği kızla evlenmiş, bir yıl sonra da yüzüne baktıkça göğsümü yarıp içine sokasım gelen bir torun vermişti kucağıma. Ben sabahları erkenden kalkıp mahallenin tek bakkalı olan iş yerime gidiyor, akşamı küçüğe kavuşma hayaliyle zor ediyordum. Gelin saygılıydı. Torunumla yerlerde yuvarlanırken bir köşeden tebessümle bizi izlerdi. O meşum kaza herkesin keyfini kaçırdı, suratları astı. Gelin, yatalak oğluma üç yıl çocuk gibi baktı. Kendini ise yalnızlığa itti, tenhalara kaçırdı. Şişmiş kızarık gözlerini herkesten saklamaya çalıştı. Onu son gördüğüm geceye kadar hâlinde başkaca bir değişiklik fark edememiştim. Zaten başımı kaldırıp kimseyi göreceğim yoktu.

    Son yaşadığımız korkunç olayın ardından kasabadaki bakkalımızı, evimizi, arazilerimizi satıp göç etmiştik. Başımız önümüzde kasabadan ayrılırken, sıkıntıların hafifleyeceğini düşünmüştüm. O beş yaşındaki çocuk bir şeylerden kaçtığımızı sezinlemişti; çevreyi, dalgın izlerken diğer yandan da hafızasına nakşeder gibiydi.

    Oğlumun hasretini torunumla gideriyordum. Çektiklerimizi onca dillendirmeme rağmen geceleri, o kadını haykırarak uyanmasına mâni olamamıştım. Oysa aramızda konuşurken “annem” demezdi; adı sadece “o”ydu. Yatağımda hâsılatı saydığım bir gün, attığı aynı çığlığı duyunca odasına daldım. Karyolasına düşen ay ışığında pırıldayan ıslak yanaklarıyla şaşkın bekliyordu. Suçluluk dolu bakışlarıyla endişeli, etrafa bakınıyordu. Ellerimden destek alarak yatağının ucuna usulca çöktüm. Ne diyeceğini merak ettiğimi anlamıştı. İri iri açılmış korkulu gözlerini, bir iki kırpıştırıp yorganının üstündeki ellerine sabitleyerek kekeledi:
    “Kâbus gördüm: O kucağını açıp bana koşuyordu. Sonra arkasından vuruldu. Onu tutmak istiyordum, ama ona dokunamıyordum.”
         “Yıllardır onu niçin aradığımızı biliyorsun.”
    “Ben, onu görmek, sebebini kendisinden duymak istiyorum. Bazen rüyalarımda arkasından koşup ona soruyorum. Koşuyorum, koşuyorum; cevabını duymak istiyorum, ama bir türlü ona yaklaşamıyorum. (Biraz duraklayıp zor duyulur bir sesle devam etti.) Onun yüzünü hiç göremiyorum, sesini de duyamıyorum. Sanki hayal meyal yaptığımız bazı şeyleri hatırlıyorum. Yanında otururken, bazen ağladığını görürdüm. Babamın bir gün kalkıp benimle oynayacağını söylerdi.”

    Aniden başını kaldırıp nemli gözlerini çehremde bir süre gezdirdikten sonra yumuşak görüntümden cesaret almış olacak ki, bu kez daha gür bir sesle:
    “O çok mu üzülürdü?”dedi.
    “Beni çok şaşırtıyorsun; bu konuyu hallettiğimizi düşünürken.”

    Başı eğik, karşımda adeta iki büklüm otururken, titreyen ellerinden, kırpıştırdığı nemli kirpiklerinden, Onun, kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlıyordum. Kaldırdığı bakışları gözlerimde öylece bir cevap bekliyordu. Gözlerinde, sağanaktan önceki şimşekleri andıran kıvılcımlar parlıyordu.

    Neden hâlâ kararımı kabullenemiyordu? Babasının bir nevi katili hükmündeki o kadından hâlâ nasıl oluyor da nefret edemiyordu? Niçin o kadını hâlâ görmek, onunla konuşmak istiyordu? Her şeye rağmen nasıl hayallerinde hâlâ onu saklayabiliyordu? Niye nefretimi ona aktaramamıştım, niye?

    Oğlumun emanetini hiç ayırmamacasına yanımda taşıyordum. Ölümüme kadar da onu gözümden uzağa salmadan, paylaşacaktım onunla her şeyimi; kararlıydım, istememesine rağmen kinimi bile! Bazen anasınınkine benzeyen mahzun pırıltılı bir çift yeşil gözü yüzümde dolaşırken bulurdum. Zihnimdekileri okur gibi bakışları çehreme mıhlanırdı.Yılların derin izlerini taşıyan kederlerin şekillendirdiği, çatık, kirpi kaşlı çehre, biraz ürkütücü olmalıydı. Kırçıl sakallı, sivri lisanlı bu ihtiyar hakkında neler düşündüğünü merak ediyordum; özellikle onun, beni gerçekten ne kadar sevdiğini. Hislerini açığa vuran sıradanlaşmış bir iki sözcük haricinde dili kilitliydi. Çoğunlukla gözleri bir yerlere dalıp gidiyordu. Hafif yana eğik başı, öksüzlere özgü ışıltısını yitirmiş saz benizli çehresi, suskunluğu, kapanıklığıyla öyle bir hâl taşıyordu ki, görenin merhametini galeyana getiriyordu. Hele benimkini.

    O rezil kadını son görüşüm, felçli kocasını ve dört yaşındaki oğlunu, komşumuzla terk ettiği sabahın gecesindeydi. Karanlık bahçede yalnız, sıkıntılı, toprağı ayağıyla eşeliyordu. Şimdi, orada kaçacağı adamı beklediğini nasıl anlayamadığıma kızıyorum. Onun gecenin o saatinde bahçede gezinmesine ses çıkarmayışıma, içeri çağırıp konuşmadığıma, ne bileyim, son günlerde fazla kendi haline bırakışıma şimdi hayıflanıyorum. Yatak odalarındaki masa üzerinde birkaç satırlık bir not bulmuştuk uyandığımızda. Üç yıldır baktığı, hastalığı umutsuz yatalak kocasıyla, “bir ömür yaşayamayacağını” yazıyordu.

    Oğlum, karısının başka biriyle kaçtığını öğrendiğinde âdeta dilsizleşmiş, sadece başını yan dönüp uzun süre göz yaşını yastığına akıtmıştı. Önceden yatağından şakalaştığı oğlunu bile artık görmüyordu. Kimseyle konuşamaz, yiyemez olmuş, günden güne hızla eriyip çökmüştü. Bakışları sabit noktalara dalar, neler düşünürdü acaba? Ölgün bakışları -çoğunlukla- yattığı yerden gördüğü tavan köşesine asılıydı. Bakkaldan, her yere yanımda taşıdığım torunumla gün içinde gelip onun bakımını yapardım. Oğlum her güne derin bir acıyla uyanıyordu sanki. Onu hiç böylesine çevresine ilgisiz görmemiştim. Ancak yedi ay dayanabildi bu duruma. Beni gömeceğini düşünürken, tek çocuğumun üzerine toprağı kendim savurmuştum. Saatlerce mezarına elimi yüzümü sürmüş, hıçkırıklar arasında parmaklarımı toprağına geçirip intikamını alacağıma yemin etmiştim. Meseleyi yaşamımın tek gayesi hâline getirmiş, gözlerimi; her güne aynı düşünceyle açmış, her geceye aynı kesin kanaatle yummuştum. Hemen hemen aldığım her nefeste yapmam gereken asıl işi soluyordum.
    Bunca kinden, yeminden, takipten sonra torunum o kadını öldürmemi istemiyor diye çekilmem mümkün müydü? Peki hiç mi torunumu düşünmüyordum? Benden başka kimsesi olmayan bu çocuk denecek yaştaki yeni yetme, hapse girsem ne yapardı? Anasının abisi kendi çocuklarını bile dayaktan morartan ayyaş, onun kız kardeşi ise kalabalık bir ailede kıt kanaat yaşamaya çalışan yarı akıl hastası biriydi. Her fena muameleden sakındığım torunumu onların eline nasıl bırakırdım?

    Evet, öldürmeliydim: Örfün sivri kılıçları üzerime çevrilmiş, onlarla sarmalanmıştım. Beklenen buydu ama acım, öfkem, nefretim bir yana, yaşamla bağımı sağlayan parçam ne olacaktı, ne hâlde bulunacaktı, nasıl buhranlar yaşayacaktı? Kendimi, hangi yana olursa olsun tek adımımla yuvarlanacağım iki uçurumun ortasında hissediyordum. Ruhum tırmıklanıyordu.

    İlk günler komşumuzun ailesini, akrabalarını, yakınlarını sıkıştırmıştım. Mutlaka birilerinin onlara ulaştığını düşünüyordum. O kadının kardeşi de bir şekilde haber almış olmalıydı. Ancak kimse konuşmak istemiyordu. Kestirip atıyorlardı bilmediklerini. Hattâ onlar da kızgın olduklarını söylüyordu. Fakat öldürmeyi ya da öldürtmeyi isteyecek kadar ona kinli olduklarını sanmıyordum.


    Bir gün kendini tanıtmadan bakkalı arayan biri onların İstanbul’da yaşadıklarını, Aksaray çevresinde görüldüklerini haber vermişti. O haber üzerine kalabalık ve hareketliliğiyle bir karınca yuvasını andıran bu koca şehre göçmüştük. Merkezden biraz uzakta, kenar mahallede tuttuğumuz iki odalı gecekondu evimizde hemen her akşam torunum Ahmet’le aynı şeyleri konuşurduk; geçmişi, o kadını bulacağımızı, cezasını kendi ellerimle vereceğimi. İşlek bir cadde üzerinde, önünden akan kalabalığın içinde onu görebilme ümidiyle bir büfe ayarlamıştık. Birkaç adımlık daracık alanda ilkokuldan sonra okumayan torunumla geç saatlere kadar gelen geçeni araştırıp işimizi yapardık. Aklımda hep aynı şey vardı. Sık sık kendime, rezil karıyı gördüğüm yerde, gözümü kırpmadan vurmam gerektiği telkininde bulunur; caddelerde, sokaklarda, kenar semtlerde fırsat buldukça gezinirdim. Bulacağıma dair umudumu yitirmeden yıllardır arıyordum. İyi ama bu arayışlar eskisi kadar hararetli miydi? Kuşkusuz hayır; dalgaların zamanla kıyıların ötesini berisini kırptığı gibi yıllar gayemin eski hararetinden bir şeyler alıp götürmüştü. Oğlumun öldüğü gün ya da sonraki günler karşıma çıksaydı bir saniye düşünmeden hedefime ulaşırdım. Oysa geçen süre oturup düşünmeyi gerektirecek kadar uzundu. Şimdi soğuk kanlılıkla isteğimi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimi aynı kesin kanaatle bilemiyorum.
     
    İşten fırsat bulduğum ya da büfeyi kapattığım günler onları, söylenilen çevrelerde arardım hasta bedenim elverdiği ölçüde; sızlayan ayaklarımı, güçlükle hareket ettirdiğim kireçli eklemlerimdeki ağrıları göz ardı ederek.
     
    Başka bir gün kapıma bırakılmış bir mektupta “iki çocuklarının olduğu, artık on yıl önce yapılmış bir hatanın peşini bırakmam gerektiği” yazılıydı. Yakınlarımda gezindiklerini, fakat ortaya çıkmaya cesaretlerinin olmadığını düşünüyordum.
Yıllarca çektiğim bu sıkıntı ne zaman sona erecekti?
     
    Torunum kâbus gördüğü gecenin ertesinde akşama kadar işle, dalgın bir şekilde ilgilendi. Sanki bir rüya âleminde geziniyordu. Bir iki kısa sözcük haricinde tüm günü suskun geçirdi. Bakışlarımız buluştukça sıkılıyor, tedirginlikle, bir fırsat yaratıp başını başka yöne çeviriyordu. Geceye ilişkin bir şey duymak istemiyordu. Müşterinin nadir geldiği akşamın geç saatini fırsat bilip karşısına oturmuştum ellerini avuçlarımın içine alarak.
     
    Büfenin önündekileri toplayacağını söyleyerek ellerini çekmişti yavaşça ellerimden . Yaşının insanı değildi muhakkak; kendisinden beklenilmeyecek derecede bir olgunluk, ciddiyet ve zekâya sahipti. Konuşmak istemediğinde nasıl kaçılacağını biliyordu. Üzerine gitmemin bir işe yaramayacağını artık öğrenmiştim.
         Yan yana aheste aheste yürüyerek eve döndüğümüz bir akşam, içini açabilmek için ürkek, bir o kadar da kararsız kendi kendisiyle konuşur gibi bakışları yerde, mırıldandı:
         “Neden ona bu kadar kızdığını biliyorum.”.
         “Bir gün nefretimin nedenini de anlayacaksın.”.
         “Ben de kaçtığı için kızgındım, ama öldürüleceğini düşünerek de ağlıyordum geceleri. Korktuğum için sana bir şey söyleyemiyordum. Çocukken, onun ağlamasına bile dayanamaz, boynuna yapışarak avazım çıktığı kadar ağlardım; susardı. O üzülmemi istemezken, onun ölüsünü görmek.” Sonra aniden, “Bana fırsat ver.” dedi, kekeleyerek, “Konuşmama fırsat ver”.
         “Sen benim bu dünyadaki her şeyimsin, ama o iş için yemin ettim.” dedim.
     
    Bu sözlerimi duyan torunum ıslak gözleri gözlerimde öylece kala kalmıştı. Neredeyse benimle aynı uzunluktaki bedenini omuzlarından hafif sıkarak kendime çekip ağlamasına mâni olmaya çalıştım. Onun ağlaması içimdeki bir şeyleri yerinden oynatıp göz bebeklerimin nemle titremesine sebep olurdu. Kaba saba dağlı görüntüm altında herkesten sakladığım, nasırlaştırdığım yüreğim yufkalaşıyor muydu yoksa? Artık yolun sonunda sayılırdım.
     
    Herhâlde şimdiye kadar kendisine anlatılanlarla dolmuş, ama ona kırılsa da ondan nefret edemiyordu; hattâ... Bu durumda vurmayı başaramazsam, torunum dahil, kimse ona dokunmayı düşünmeyecek; yeminim de ayaklar altında kalmaya mahkûm olacak. O kadın ise kimseye hesap vermeden elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaşmaya devam edecek.
     
    Eve döndüğümüzde elektrikler yoktu. Ahmet doğruca odasına gitmiş, üstündekilerle kendini boylu boyunca yatağının üzerine atmıştı.
     
    Bense kara demir parmaklıkların arkasına hapsolmuş gibiydim. Kızgın kaplan gibi ötesine berisine saldırıp diş geçirsem de bir çıkış yolu bulamıyor, bulamayınca öfkeleniyor, öfkelendikçe çıldıracak gibi oluyordum. Boğuluyordum.     Ne yapacaktım, bu hâlden nasıl kurtulacaktım? Affetmek mümkün müydü? Emaneti düşünüp kararımdan şüpheye düşüyor, ruhum daralıyordu.


    Dışarı çıktım. Tüm mahalle, karanlığın sarıp sarmalayan yumuşak kollarına kendini teslim etmişti. Kış kapıdan boynunu uzatmış sırıtkan ifadeyle göz kırpıyordu. Çarpan soğuk hava, romatizmalı bedenimde sızılı dalgalanmalar yapsa da ruhumun biraz nefes alması için aldırmadan, kapının önündeki ayaklı uzun tahtaya güçlükle çöküyorum. Titreyen ellerimle, dirsekleri iyice yıpranmış soluk bordo hırkamın cebinden bir sigara yakıp başımı duvara yaslayarak, kasabanın berrak göklerinin pırıltılarını hatırlayıp sigaramın dumanını ağır ağır boşluğa bırakıyorum. O ara, içeri girerken örtülü olmasını önemsemediğimiz bahçe kapısından birinin fırladığını gördüm. Yerimden kalkıp karanlığı çılgıncasına yararak uzaklaşanın arkasından baka kaldım; siyah pantolon ve montlu karartının, koyu renkli şapkasının altından rüzgârda uzun saçları uçuşuyordu…
                                                                                                                                                   

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Yasemince
Gönderen: nida karaçizmeli / İstanbul/Türkiye
20 Ağustos 2005
Sağlam bir kalem. Faber! Ucunun kırılmasından kalemlerimizin... Sivri olmasını istediğimizden, değil göğüs cebimizde kalemtraş taşımalarımız. Deli düşümü.

:: Sürükleyici...
Gönderen: Dilara Yüce / /
8 Haziran 2004
Öykünüzde belli bir kaliteyi tutturduğunuz görülüyor. Beğeniyle okudum, tebrikler.

:: Okunabilir Nitelikte!
Gönderen: Dilber Akarsu / /
8 Haziran 2004
Gündem oluşturmuş konulardan birini edebiyata taşımışsınız. Akıcı ve güzel bir dil kullanmışsınız. Yeni öykülerinizi bekliyoruz.

:: Tebrikler!...
Gönderen: Zeynep Zorlu / /
8 Haziran 2004
Uslubunuzu çok beğendim: Oldukça akıcı, yalın ve insanı içine çeken bir anlatım. Umarım gelecekte kaliteli ve güzel eserlere imza atarsınız. Tekrar tebrikler!...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Hayatla Ölüm Arasında Son Raunt

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Bir Rüyaya Aldanmak [Deneme]
Güzelden Güzellik Gelir [Deneme]
Hatası Açık da Olsa, Kullar Hakkında Hüküm Allah"ındır [Deneme]
Övünmenin Dayanılmaz Cazibesi [Deneme]
Size Bakan Neyi Görüyor? [Deneme]
Gelin Canlar Bir Olalım [Deneme]
İbadetimiz Gerçekten Allah"a mı? [Deneme]
Yalandan, Geriye Ne Kalır? [Deneme]


Rabia Suluk kimdir?

1971 Erzurum doğumluyum. ilk, orta ve lise tahsilimi Gebze'de yaptım. 1994'de İst. Ünv. Hukuk Fakültesinden mezun oldum. Özel ve kamu alanında çalıştım, ancak yazarlık hep içimde benimle var olmuş bir düştü. İlk ve son romanımı ortaokul da kaleme aldım. Zaman zaman bir şeyler yazdım ancak yazar olarak ortaya çıkamadım. Umarım bu düş bundan sonraki yaşantımda gerçeğe dönüşür.

Etkilendiği Yazarlar:
Her yazardan bir şeyler aldığımı düşünüyorum.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Rabia Suluk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.