İnsandaki gerçek güzelliği ancak yaşlandıkça görebilirsiniz. -Anouk Aimee |
|
||||||||||
|
MERAKLIMIYIZ Çevrenizdekilere: “Meraklı mısınız?” diye soracak olursanız, bazıları: “Hiç meraklı değilim” derken, bazıları ise, “Meraklıyım tabii” diye yanıt verir hemen. Aslında, “Hiç meraklı değilim” diyenlerin sözüne pek de aldırmayın siz. İçten içe merak edip dururlar onlar da her şeyi. Çünkü merak insanın doğasında vardır. Gözümüzü dünyaya ilk açtığımızda bakınırız etrafa meraklı meraklı. Büyüdükçe kurcalamaya başlarız her şeyi. Bu nedenle ailemiz birtakım yasaklar getirir bizlere. “Şuna dokunma!” “Bunu kurcalama!” “Kapağını açma, düğmesiyle oynama!” Yasakların merak doğurduğunu hiç düşünmezler oysa. Boyumuzun uzadığının ayrımına varınca üstteki dolapta ne olduğunu merak eder, düşer bir yerimizi kırarız, ya da üst raflardaki acı biber salçasını marmelat zannederek ağzımızı feci şekilde yakarız. “Dünyaya nereden ve nasıl geldik?” diye anne-babamıza birtakım sorular sorar, onları zor durumda bırakmaya başlarız. Aldığımız yanıtlar ise çok ilginçtir… Bazılarımızı leylek getirmiştir, bazılarımızı ise hastaneden almışlardır. Ne yazık ki annemizin karnından çıkanlarımızın sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Bizler büyüdükçe kişisel meraklarımız da büyür. “Kim? Nerede? Ne yapıyor, nereye gidiyor? Ne yedi, ne giydi, markası neydi? Ve daha da artarak “Kim ne kadar sattı. Ne kazandı? Kimin eli kimin cebinde?” düşüncesine sürükler bizleri. Komşularımızı da göz ardı etmeyiz bu arada. Onların yaptıklarıyla yakından ilgilenmezsek içimiz rahat eder mi hiç? “Bugün evlerine kim geldi, kaç kişiydiler, kapıları kaç kez çalındı?” Komşuluk görevini yerine getirebilmemiz için kapılarının her çalınışında kendi kapımızı açıp onları kontrol etmeyi bir görev biliriz, öyle değil mi? Bir anda çatık kaşlarla karşımıza geçip: “Çalınan sizin değil, benim kapım!” demeleriyle de çok üzgün hissederiz kendimizi. Bu kaba davranışlarını anlayışsızlıklarına veririz haklı olarak. Ama biz de yine hiç yılmayız. Kapımızın dürbünü ne güne duruyor? Daha kolay, daha pratik. Kimse fark etmeden, kimseyi sinirlendirmeden gerekli bilgileritoplarız. Hem bunun kime, ne zararı var ki? Öyle ya, bu merakımızın zararını yalnızca biz çekmeyecek miyiz? İşimizi gücümüzü bırakarak, komşu komşu dolaşıp rapor vermek zorunda kalan yine biz olmayacak mıyız ? Bunları yazarken Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası geldi aklıma. Kahvede otururlarken meraklının biri Hoca’ya : - Hocam, sizin sokağa elinde bir tepsi baklavayla biri giriyordu, demiş. Hoca - Bana ne! diye yanıt vermiş. - Ama Hocam baklava sizin eve gidiyordu, deyince Hoca: - O halde sana ne! Diyerek meraklıyı susturmuş. Kişisel meraklarımız toplumsal meraklarla karışınca daha da ilginç bir tablo çıkıyor ortaya. Biraz da toplumsal meraklarımıza değinelim isterseniz: Başta medyatik kişilerin özel yaşamları olmak üzere, tele-voleler ve paparazzi programları ilgi alanımıza giriveriyor hemen. Bu ilgi toplum olarak bizleri çok etkiliyor. Kendimizi o denli kaptırıyoruz ki, onların sorunları kendi sorunlarımızmış gibi kaygı duymaya başlıyoruz sonunda. “Kiminle çıkıyorlar, nerede geziyorlar, kim kime ihanet ediyor ? Ne zaman evlenecekler. Vah vah... Yazık oldu... Oysa ki...” diye düşünüyoruz. Hanımlar artık kabul günlerinde eşlerinden ya da kaynanalarından şikayetlenmiyorlar, kaynanalar da gelinlerini çekiştirmiyor. O nefis kurabiyeleri yiyip, çaylarını yudumlarken, bazı sanatçılarımızın özel yaşantılarından söz edip onların sorunlarına kendilerince çözüm getirmeye çalışıyorlar. Meraklısı olmamız gereken daha önemli konular varken bizler hep bu konulara takılıp kalacağız anlaşılan. Bir yakınımın daveti üzerine, Ankara Çağdaş Sanatlar Galerisinde, “1 Aralık Dünya AİDS Günü” için düzenlenen panele katılmıştım. Bu denli önemli bir konunun izleyicileri salonun sadece dörtte birini oluşturuyordu. Rakamın çok üzücü olduğu apaçık ortadaydı. Program hazırlayıcılar katılımın geçtiğimiz yıllara oranla daha fazla olduğunu belirtiyorlardı. Bir TV kanalının AİDS konusundaki program yapımcısı ise, programlarının tele-volelerle çakışması üzerine izleyici kitlesi bulamadıklarını, yayını gece yarısından sonra vermek zorunda kaldıklarını üzülerek belirtiyordu. Konuşmacılar, ertesi gün bu panelin üniversite gençleri için de verileceğini, konuk olarak da ekranlarda sıkça görülen ünlü, genç ve güzel bir bayan oyuncunun katılacağını duyurmuşlardı. Katılımın nasıl olacağını merak ettiğim için ertesi akşam TV haberlerinde bu panelle ilgili görüntüleri takip ettim ve salonun tıklım tıklım dolu olduğunu gördüm. Gençlerimiz hem oyuncuya olan meraklarını gidermişler, ondan AİDS konusunda bazı mesajlar almışlar, hem de diğer konuşmacıları can kulağıyla dinlemişlerdi. Bu da gençlerimizin bilinçlenmeleri adına çok sevindiriciydi. Panel organizatörleri, merak duygusunu insanların bu oyuncuya olan hayranlıkları yönünde kullanarak amaçlarını gerçekleştirmişlerdi. Bu meraklı olma huyumuzu kimlerden almışız dersiniz? Şöyle bir düşünüp gerilere, çok gerilere yani Adem ile Havva’ya kadar uzanırsanız, yanıtı hemen anımsarsınız. Cennetin o güzelim, yemyeşil bahçelerinde, rengârenk çiçeklerin arasında ve şırıl şırıl akan pınarların kenarında Adem Baba’mızla kardeş kardeş dolaşıyorlarken, merakına yenilip de yiyince yasak meyveyi Havva Ana’mız… Olanlar olmuş… Bu sayede artan nüfusa bakar mısınız? ****** Biraz topluluk içindeki meraklarımıza değinelim. Otobüs duraklarında, çeşitli kuyruklarda ve otobüsün ya da metronun içindeyken etrafınıza şöyle bir bakın. Sonra yanınızdaki arkadaşınıza çevrenizdeki bir nesneyi işaret ederek yüksek sesle hararetli bir şekilde bir şeyler söyleyerek şaşkınlığınızı dile getirmeye çalışın. Ya da kafanızı yukarıya kaldırıp bir yerlere dikkatli, çok dikkatli bakın. Kimseye belli etmeden çevrenizdekileri gözleyin. Herkesin teker teker, kafalarını sizin baktığınız yöne çevirdiğini göreceksiniz. Hatta birbirlerine ne var ne olmuş diye soracaklardır meraklı meraklı. Bir kıpırdanma başlayacaktır etrafta. Şimdi diyeceksiniz ki senin merakların yok mu? Topluluklarda ne oluyor diye meraklanmaz mısın? Meraklanırım elbette. Hem de çok. Herkes gibi, birkaç kişi ya da daha fazlasını bir arada görünce “Ne oluyor acaba?” diyerek belli etmeden olanları izlemeye çalışırım. Birkaç yıl önce tatilimizi geçirmek üzere Erdek’teki kampımıza gitmiştik. O yıl geçtiğimiz yıllara göre deniz daha temiz doğa ve eğlence daha farklıydı. Kampımızda bazı düzenlemeler yapılmıştı. Eskiden aşağı salonda yapılan yemek servisi artık yukarı salonda yapılıyordu. Aşağı salona ve bahçeye kamp sakinlerinin rahatlıkla izleyebilmesi için büyükçe birer televizyon konulmuştu. Yemek saatleri de yeniden düzenlenmişti. Daha önce yedide yapılan akşam yemek servisi saat sekize alınmıştı. Bu durumda öğlen yemeği ile akşam yemeği arasında yedi saat vardı. Bu uzun bir süreydi aslında. Her ne kadar aralarda bir şeyler atıştırsak da suya girip çıkmak ve yemek vaktinden önce uzun yürüyüşler yapmak yine de acıktırıyordu bizi. Özellikle de çocukları. Bu nedenle akşam yemeği saatlerini hiç aksatmaz tam vaktinde yemek salonuna çıkarak masalarımıza otururduk. İşte o akşam, her zamanki gibi üzerimi değiştirdim. Çantamı aldım ve kaldığımız odanın kapısını çekerek merdivenlerden indim. Bahçeden yemek salonuna çıkılan bölüme kadar yürürken sadece bir iki kişiyle karşılaştım. Bir gariplik vardı ama bir anlam veremedim. Salona çıkılan merdivenlere geldim. Kimseler yoktu. Şaşırmıştım. Her akşam büyük bir kalabalığın oluştuğu bu merdivenler bomboştu. Bu insanlar nerede acaba? Diyerek çok meraklandım. “Mutlaka geçerli bir nedeni vardır, ya yemek saati ileri alındı ya da olağanüstü bir durum var,” dedim kendi kendime. Basamakları inerek bahçeye doğru yürüdüm. Etrafa bir göz attım. Bir de ne göreyim? Herkes pür dikkat televizyondaki haberleri izlemiyor mu? O anda içimi bir huzursuzluk kapladı. “Eyvah!” dedim. “Çok şey kaçırdım galiba. Mutlaka memleket sorunlarıyla ilgili önemli bir haber veriliyor, bu kadar önemli olmasa bunca insan yemeği bırakıp da burada birikir mi?” diye çok merak ettim ve hemen aralarına karıştım. Bu kampın sakinlerini akşam yemeğinden alıkoyacak kadar önemli haberi izlemek için kafamı kaldırıp televizyona baktığımda: “Olmaz böyle şey! Olamaz! Bu muydu akşam yemeğine çıkmamıza engel olan haber!” diyerek söylene söylene orayı terk ettim ve yukarıya çıktım. Benimle aynı fikirde olan birkaç arkadaş daha vardı yemek salonunda. Garsonlar da merak etmişlerdi durumu. Sorduklarında “Ünlü bir sanatçımızın, bir oryantalimizi nasıl dövdüğünü anlatan haberleri izliyorlar.” yanıtını verdim ve acı acı gülümsedim. ****** Sizlere fazla meraklı oluşları nedeniyle duyarsız bir hale gelen insanların arasında nasıl mağdur kaldığımı anlatmak istiyorum. Yıllar önceydi. İstanbul Maltepe’de oturuyorduk. Bahar mevsimindeydik. Havayı güzel görünce Üsküdar’da oturan, çok sevdiğim bir arkadaşımı ziyaret etmek istedim. Telefon ettim. Çok sevindi ve beklediğini söyledi. Çocukları okula yolladıktan hemen sonra evden çıktım. Arkadaşım beni görünce çok sevinmişti. Uzun uzun eskilerden konuştuk. Sonra çayımızı demledik ve masayı hazırladık. Yaptığı pastaları yerken sohbetimize masa başında devam ettik. Bu güzel ortamda zaman çabucak geçmiş, okulun dağılmasına bir saat kalmıştı. Çocuklar okuldan dönmeden evde olmam gerektiğini onun da bir gün beni ziyaret etmesinden çok memnun olacağımı söyledim ve ilgisine teşekkür edip hemen çıktım. Minibüse binerek Kadıköy’de indim. Oradan da Maltepe’ye giden bir dolmuşa bindim. Şoförün arkasındaki koltuğa, cam kenarına oturdum. Minibüs dolunca hareket ettik. Hava güzeldi. Camdan etrafı seyrediyordum. Bu güzel havada herkes kendince bir nedenle dışarı çıkmıştı. Yollar oldukça kalabalık, trafik yoğundu. Hafiften bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu yoğun trafik akışı içinde Maltepe’ye nihayet girmiştik. İki durak sonra evde olacaktım. O gün Maltepe’nin pazarıydı. Alışverişe genellikle bu saatlerde çıkılırdı. Bu nedene trafik daha da sıkışmıştı. Ben yine dalgın dalgın etrafıma bakınıyorken, şangır şungur seslerle ve inanılmaz sarsıntılarla meydana gelen gürültüler, ardından ani bir fren sesiyle kendime geldim. Bir anda neye uğradığımı anlayamamıştım. Minibüs durmuştu. Yolcuların bir kısmı ağlıyor, bir kısmı bağırıyordu. Başım fena halde dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. Ensemde şiddetli bir ağrı ayağımda ise müthiş bir sızı vardı. Ensemdeki ağrı gittikçe artıyordu. Bu ağrının nedenini arkama dönüp baktığımda anlayabildim ancak. Arkamda oturan yolcu, şoförün ani fren yapmasıyla benim yaslandığım koltuğun üst kısmındaki demire var gücüyle asılmış, yerinden çıkan demiri birden bırakınca da yaylanan demir hızla gelip enseme çarpmış. Ayağımdaki sızının nedeni ise, arka koltuklardan birinin altında bulunan alet kutusunun ayağıma çarpmasıymış. Ayağa kalkmaya çalıştım. Kendimde o gücü bulamadığım için kalkmamla oturmam bir oldu. Önüme baktım. Şoför koltuktan düşmüş, başı yerde ayakları havada, kalkabilmek için çırpınıp duruyordu. Ayağa kalkmayı tekrar denedim, başaramadım. Bir elim ensemde bir elim ayağımda kendime gelmeye çalışırken minibüsün kapısı dışarıdan birileri tarafından açıldı ve “Herkes aşağıya insin!” diye bağırdılar. Çıkıp şoförü yerinden kaldırdılar. Bir taraftan da etrafa saçılan bozuk paraları topluyorlardı. Bizlerle kimse ilgilenmiyordu. Minibüse yakınlarıyla binen yolcular birbirlerine destek olarak indiler. Benim gibi yalnız binen birkaç kişi vardı. Onların kendi çabalarıyla inmeye çalışmalarından cesaret alarak yavaşça ayağa kalktım. Başım hala dönüyordu ama inmek zorundaydım. Kapıdan dışarıya şöyle bir göz attım. Etraf insan kaynıyordu. Çok sevinmiştim. “Ne kadar yardımsever insanlar var, yardım etmek için bizi bekliyorlar,” dedim kendi kendime ve bir iki adım attım. Sendeleyerek kapının pervazına tutundum. Aşağı inecek gücü bulamıyordum kendimde. Dışarıdakiler, yani bana yardım edeceğini düşündüğüm kişiler yüzüme meraklı meraklı bakıyorlardı. Bir hayırsever tutar da inmeme yardım eder diye elimi uzattım. Hayret! Yine meraklı meraklı bakıyorlardı. Oysa ben, bir müddet onlara yine yalvaran gözlerle bakıp elimi indirmemiştim. İçlerinden biri insafa gelir de elimi tutar diye beklemiştim. Yanılmışım… Hiç birinde insanlık belirtisi göremiyordum. Kendimi şöyle bir toparlayıp aşağı inmeyi başardım ve sendeleye sendeleye yürüyüp oracıktaki bir ağaca gidip yaslandım. Çevremdekiler bana meraklı meraklı bakıp hemen kafalarını başka bir tarafa çeviriyorlardı. Bu davranışlarına bir anlam veremiyordum. Bu kez de nereye bakıyorlar diye ben merak etmiştim. Nedenini anlamak için onların baktığı tarafa çevirdim kafamı. Bir de ne göreyim! Yirmibeş tonluk bir harç karma makinesini taşıyan kamyon, hafif çiseleyen yağmurun yolu kayganlaştırması sonucu bizim minibüse arkadan vurmuş, minibüsümüz de önündeki taksiye çarpmıştı. Akşam trafiği nedeniyle yol tıkanmış, arabalar birbirine girmiş, trafik akışı durmuştu. Etraf ana-baba günüydü Şoförler arasında da büyük bir kavga vardı. Polislerin müdahaleleri, yoldan geçenlerin kavga edenleri ayırmak için verdikleri mücadeleler, bağırtılar ve küfürler… Sonunda anladım ki bana yardım etmesi gereken vatandaşlar, büyük bir merakla insan hayatından daha mühim olan bu kavganın finalini bekliyorlardı. “Meraklı olmanın bu kadarına da pes doğrusu. insanlık ölmüş!” dedim, kendi kendime. Akşam alış-verişi yapanlar, çantasını alıp pazara çıkanlar ve geri dönenler, önce kaza mahalline takılıp kavgayı izliyorlar, daha sonra yollarına devam ediyorlardı. Orada öylece kalakalmıştım. Bir yerimin kırılmadığına ya da yaralanmadığıma dua ediyordum. Aklım çocuklarımdaydı. Eve nasıl gideceğimi bilemiyordum. İki durak yürüyecek gücüm yoktu. Bir taksiye ya da dolmuşa binecek cesaretimde kalmamıştı artık. Kara kara düşünmeye başladım. Çevremdeki insanlar gibi ben de kavgayı izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Burada bir müddet oturacak, kendime gelince de yavaş yavaş yürüyerek evime gidecektim. Gözüm karşı kaldırımdaki kalabalığa takıldı bir an. Alt komşumuz Aysel Hanım ve oğlu İrfan da kalabalığın arasındaydılar. Onları görünce ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz sanırım. Hemen el sallayarak beni görmelerini sağladım… Koşarak yanıma geldiler. Ağlamaya başladım. Pazara gidiyorlarmış. Kalabalığı görünce “Ne oluyor acaba?” diye merak etmişler. Aysel ve İrfan koluma girerek beni bir taksiye dikkatlice bindirdiler ve eve götürdüler. Karşı komşumuz Özcan Abla ile birlikte gereken ilk yardımı yaptılar. Çocuklar da gelmiş, komşuda beni bekliyorlardı. Çok şaşırıp telaşlandılar. Onları üzmeyecek şekilde olayı anlattım. Komşularıma defalarca teşekkür ettim ve meraklı olmanın faydalarına da inandım artık. Bu kazadan geriye ensemde üç yıl süren bir ağrı, aklımda da insan hayatının ne kadar önemsiz olduğu kalmıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nur Ersen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |