"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
“Sessiz Çığlık”, “Ve Tanrı Delileri Yarattı” romanının yazarı, Çukurovalı Genç Yazar ve Şair Kürşat Yozcu’nun yazdığı ilk romanı. Kendi deyimiyle: “Acemilik yılları.”nın bir ürünü… Eser, 2015 yılında Adana’da Ekrem Matbaası’nda basılmış. “Resimdeki küçük kıza teşekkür ederim.” ibaresi ile başlıyor roman… Tabi bu ifadenin ne anlama geldiğini biz çözemedik. Kimdi bu resimdeki küçük kız, bilemedik. “Yazarına sormak gerekir” diye düşünerek konuyu kendi haline bıraktık. Yazar, romanı 7 bölüme ayırmış. Her bölümde yürekleri dağlayan, birbirinden ayrı kalmış, uzak olmuş insanları, sevgiyle birbirine bağlayan, evladı için gözlerini dağlardan ayırmayan, her an durmadan ağlayan bir ananın yürek sızısı, töre diye babasının sözünden çıkamayıp sevdasını kalbine gömen, sevdiğine ölesiye bağlı olup ona kavuşamayan genç kızların kalp acısı, haksızlıklara boyun eğmemiş, ağaların zulmüne başkaldırmış civan mert yiğitlerin dağa çıkarak, eşkıya olmaları ve onların karşılıksız dostlukları, kahramanlıkları, sevgileri, gözü doymaz ağaların, zenginliklerine zenginlik katabilmek için, köylüleri nasıl sömürdüğü, onların sırtından nasıl haksız kazanç elde ederek büyük bir saltanat sürdüğü anlatılıyor… 271 sayfa tutan eser, şairane bir üslup kullanılarak şiir dili ile yazılmış. Her cümlesi, dizeleri andıran, insanı bir şiir bahçesine sokan, duyguları yoğun bir şekilde dile getiren, yüreklere hitap eden, her satırda gözyaşlarına gark eden samimi, içten söylenmiş, ağıt gibi yakılmış sözler, ırmak gibi akan, su gibi akıp giden cümlelere yer verilmiş. Roman yazarı, başarılı bir anlatımla Çukurova’yı, ilçeleri, kasabaları, köyleri ve yaylaları tasvir etmiş. Eseri okurken tüm Çukurova, bir manzara fotoğrafı gibi gözlerinizin önüne geliyor. Bölgenin baharını, yazını, kışını, soğuğunu, sıcağını, ılık ve temiz bir duygu ile anlatıyor yazar… Tabii bu başarılı anlatımda yazarın şair ruhlu olması, şiire sevdalı olması, şiiri kendine dert edinmesinin de payı büyük. O, şiir ile düzyazıyı iyice harmanlamış, nesri, şiirin süzgecinden, şiiri de nesrin süzgecinden geçirerek hayat vermiş romanına. Cümlelerini tamamen duygularıyla yoğuran, şairaneliğin bütün özelliklerini kullanan bir ozan olarak karşımıza çıkmış: “Üç can Göz göze geldiler. Üç ayrı hikâye… Sonlarını bildiler. Üç can Nefeslerini tuttular. Titreyen zamanda Hepsi birer yiğittiler. Üç can Üç ayrı hikâye Sonsuzluğa Beraber adım attılar.” (Sayfa 41) Bu nedenledir ki eserde büyülü bir anlatım, büyülü bir dil ortaya çıkmış. Okuyucu kitabı eline aldığı andan itibaren, bu büyünün seline kapılıyor ve kitabı elinden bir türlü bırakamıyor. “Bir sonraki sayfada acaba ne var?” demekten kendini alamıyor. “Bir sonraki bölümde neler olacak?” diye kendi kendine sormadan edemiyor okuyucu. “Bu da, romanı daha farklı kılıyor, daha heyecanlı hale getiriyor” desek hiç yalan olmaz… Yazar, yaşadığı mekânı, çevreyi geniş tasvirlerle anlatıyor. Kasabayı, köyleri, dağları ayrıntılı biçimde sunuyor okuyucuya… “Köyün mezarlığı, köyün yaklaşık bir kilometre dışında yol kenarında kurulmuştu. Mezarlığa o kadar çok ağaç dikilmişti ki uzaktan bakanlar burasının mezarlıktan ziyade kuş cenneti olduğunu sanırlardı. Dut ağaçlarının yeşil görüntüsü mezarlığa ayrı bir durgunluk veriyordu.” (Sayfa 17) Okuyucu kendini adeta Çukurova’nın o sıcak, kavurucu havasında hissediyor. Yaz mevsimi ise buram buram terliyor, kışta ise karlı dağların etkisi ve esen rüzgârların şiddetiyle üşüyor, sanki donuyor iliklerine kadar… Roman kurgusu farklı bir şekilde düzenlenmiş. İlk bölümde romanın geçtiği dönemden sonrası verilmiş. Okuyucu ilk sayfalara baktığında 3 kahraman ile karşılaşıyor. Bunlar 40 yıllık bir sırrın peşine düşmüş, 40 yıldır bir bilinmeyeni ortaya çıkarmak için saatlerce yürüyen iki kardeş ve bildiklerini tam 40 yıl herkesten saklayan gizli bir tanık… Daha okuyucu ilk satırlarda bir meraka kapılıyor: “Kim bu adamlar? Neden bu kadar saat yürüyorlar? Nereye gidiyorlar? Ne yapacaklar? Amaçları ne? 40 yıldır bilinmeyen nedir? 40 yıldır saklanan sır nedir? Neden bunca sene beklenmiştir? Neden 40 sene kimseye bir şey söylenmemiştir?” Okuyucu daha ilk sayfalarda bu soruları kafasında sorarken, hemen bir sonraki sayfada ne olacağını merak etmektedir. Bu nedenle süratle okumaktadır satırları… Kafasındaki tüm sorulara son sayfaya kadar tam bir cevap alamayacaktır… Ancak son sayfaları çevirmeye başladığında tüm sorulara cevap bulabilecek ve bu durum okuyucuda bir hüzün, bir üzüntü, bir yeis bırakacaktır… Belki de ağlayacaktır benim gibi son satırları, son cümleleri okuyunca… “Hiç bitmeyecek sandığı yolun sonuna yaklaştıklarında Hasan içini ısıtan özlem ateşiyle, dakikaların geçmek bilmeyen yavaş ilerleyişine inat; adımlarını daha hızlı atmaya başladı. Günlerdir yağan yağmur, sanki bu ayrılığın son bulacağı vakti bekliyordu durmak için.” (sayfa 5) “Yahya Çavuş “Yoruldum” dedi. Yetmişini çoktan devirmiş, hafif bükülmeye başlayan beline siyah kuşağını sarmış, beyaz tenine kemerli burnuyla şekil veren çehresi ve göz çukurunun içinde gözleri belli belirsiz görülen bu ihtiyar adam; beyazlamış sakalına inat bunca saattir yürümüştü. Yıllardır gizlediği ve sadece birkaç kişinin bildiği sırrını ölmeden önce sahiplerine söylemek için sabah erkenden yola çıkmış, ara ara yağan yağmurdan korunarak Hasan’ın köyüne varmıştı. Ölmeden emaneti sahibine vermeli” diye karar aldığı günden bu yana yaklaşık üç ay geçmişti.” (sayfa 6) “Sessiz Çığlık” bir eşkıya romanıydı. Çukurovalı yağız, esmer yiğitlerin bazen uğradığı haksızlıklar yüzünden, bazen yaptıkları kavga yüzünden, bazen zulme uğramaları yüzünden, genelde de ağaların zulüm ve baskılarından kaçmak için dağa çıkmaları ve eşkıya olmalarının hikâyesi idi. Kendi kurallarını kendileri koyan, kendi yasalarını kendileri belirleyen, kimi zaman köylülerin hakkını savunan, kimi zaman mazlumların yanında olan, ezilenlerin tarafını tutan, zenginden alıp fakire veren ve fakat bazen de herkese eziyet eden, köylülerden çalan kötü eşkıyalar çetesi… Köylüler, iyi olan eşkıyaları kollar, onlara yardım eder, onları asla ve asla ihbar etmezlerdi. Ve Cumhuriyet sonrası Çukurova’sı birçok eşkıyayı dağlarında barındırmıştı. Haksızlığa uğradığına inanan, ağası ile sürtüşen, kavga eden, tarlası, bağı, bahçesi elinden alınan, sevdiğine kavuşamayan, dünyasına kahreden, eline bir silah alıp huzuru dağlarda arayan gençler, çareyi dağa sığınmada bulur, eşkıya olup çıkıverirdi. İşte bu yıllar, Çukurova adeta eşkıyalar mekânı idi… Devlet de baş edemez olmuştu bu kadar eşkıya ile… Her yer, her yan, dağ, tepe hep eşkıya ile dolmuştu. Her birinin ayrı bir hikâyesi, ayrı birer macerası vardı… Romanlara konu olan, şiirlere tema olan, filmlere ilham olan eşkıyaların acı; fakat gerçek hikâyeleri… İşte “Sessiz Çığlık” da böyle bir konuyu ele alan bir roman. Eşkıya Yosçu’nun hayatını ele alan bir roman… Eşkıya Yosçu, yağız yiğit bir delikanlı… Attığını vuran, gözünü hiç bir şeyden sakınmayan, cesur, mert bir civan… Köyünde herkes tarafından bilinen, sevilen bir kişilik… Adil, doğru, dürüst, olgun ve bir o kadar insancıl bir kişilik… Kimilerine göre gerçek kahraman, kimilerine göre azılı katil, kimilerine göre alçakgönüllü, kimilerine göre mahzun bir kara sevdalı, kimilerine göre gözü dönmüş bir cani, katil ve hatta vatan haini… Ama kim bilebilir yüreğinde neler olduğunu? Ne fırtınalar koptuğunu? Neler yaşadığını? Neler hissettiğini? Neler umduğunu, neler bulduğunu? İster istemez okuyucu şaşırıyor bunları görünce… Böyle bir adam nasıl eşkıya olabilir? Nasıl dağa çıkar? Nasıl devlete karşı gelir? Nasıl adam öldürür? Nasıl katil olur? Nasıl, nasıl, nasıl? Eşkıya Yosçu, bir mücadelenin timsalidir. Zorun, imkânsızın sembolüdür… İyiliğin, yardımseverliğin, merhametin temsilcisidir. O, sözde eşkıyadır… Dağlara yasal yollarla çıkmadığı için, adı eşkıya olmuştur. Oysa tüm köylüler sevmiştir onu. Herkes yardımcı olmaktadır ona. Herkes dilediği an evini, odasını ve yüreklerini açmıştır kendisine… Yiyecekler vermişlerdir, içecekler sunmuşlardır gönülden, para göndermişlerdir güçlerince; ama yürekten, zorlanmadan, isteyerek… Peki, bunun neresidir eşkıyalık? Roman, giriş kısmından sonra geri dönüklerle gelişiyor. Yazar, sezdirmeden tekrar 40 yıl öncesine dönüyor. Yosçu’nun bir düğünde silah atma yarışmasına katılmasını anlatıyor. Yosçu, silahı çok iyi kullanan, attığını vuran biridir. Amcasının oğlu Kıroğlan asker kaçağıdır. O yıllarda asker kaçağı ilçede haddinden fazladır. O nedenle asker bunların peşine düşmüştür: “Beş aydır asker kaçağı olan Kıroğlan, gündüz gelmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu günlerde jandarmalar, kaçakları yakalamak için düğünlere yakın yerlerde pusu kuruyorlar ansızın düğünleri basıyorlardı.“ (Sayfa 39) Komutan da düğüne gelmiştir. Tesadüfen Kıroğlan ile karşılaşırlar. Komutan, onu teslim almak ister. O ise komutandan birkaç gün izin isteyip teslim olacağını söyler. Ama komutan bunu kabul etmez. Ve tartışırlar. Bunun üzerine komutan silahını çekip ateş eder ve Kıroğlan orada ölür. Komutan askerleri ile atlara binip şehrin yolunu tutar. Yosçu’nun dünyası yıkılır. Çok sevdiği, kardeşi bildiği kişi oracıkta cansız halde yatmaktadır. Bunu kabullenemeyen Yosçu, atına atlar ve kestirmeden askerlerin önüne çıkar: “Yoscu, komutan ve jandarmaların geçeceği at yolunu çok iyi biliyordu. Muharremlerin evinin arka tarafına düşen dereden geçerek, komutan ve jandarmaların önünü kesmeyi planlamıştı. Yerinden fırlamış ve evin arka tarafındaki dereye girmişti… Dereden çıktığı yerin yaklaşık yetmiş metre kadar mesafede, komutan ve jandarmaların son hızla gittiklerini görmüştü. Tüfeğini önünde duran kısa bir zeytin ağacının dalına sürmüştü. Üç atlıdan ortada giden komutanın kafasına nişan almıştı. Bu mesafeden giden at üzerindeki bir süvariyi vurmak çok zordu. Fakat Yosçu, tetiği çektiği anda atın üstündeki yolcuyu aşağı indireceğinden çok emindi. Komutanın kafası tüfeğin nişan alma deliğinde öyle büyümüştü ki şu anda sadece komutanın kafası görünüyordu. Parmağını tetiğe dokundurdu.” (Sayfa 43-44) Uzaktan silahını komutana nişan alır ve onu alnından vurup öldürür. Bundan sonra Yosçu’nun eşkıyalık macerası başlar. Teslim olmaz. Kendini dağlara vurur. Artık bütün dünyası, yaşamı, mekânı dağlar olur. Ayşe Kadın, Yosçu’nun annesidir. Romanda güçlü, aklı başında, gururlu bir kadın, oğluna düşkün bir anne olarak karşımıza çıkar. Korkusuzdur. Olaylar karşısında dik duran bir tiptir. Denebilir ki romanda en çok sevilen karakterlerden biridir. Oğluna nasihatler veren, yol göstermeye çalışan, onu her şekilde korumaya çalışan bir kadındır. “Hemen yakalanma” diyerek kaçmasını ister: “Ayşe, yüzbaşının gözüne bakmış, yüzbaşı bu bakıştan ürkmüştü. Bir an cephede beraber savaştığı kadınları hatırlamış bu kadına saygı duymuştu.” (Sayfa 55) Kendi kendine: “Ya bu kadın oğlunu çok seviyor; ya da hiç sevmiyor” demişti.” (sayfa 56) Yosçu, Ustası olarak bildiği, dağlarda tek başına eşkıyalık yapan Kıçıkırık’ın yanına gider. Eski bir subay olan Kıçıkırık, yaşamını dağlarda sürdürmektedir. İkisi de hoca-talebe ilişkisi içerisinde birbirleriyle çok iyi anlaşırlar. Bu anlaşmanın asıl sebebi sevgidir, saygıdır: “Teşbihi eline alan Kıçıkırık, onu göz hizasına kaldırmış ve gözlerindeki muhabbeti salmıştı, bütün bir gökyüzüne. Yosçu, kalender duruşlu bu adamı ilk gördüğünde: “Eşkıyadan çok medrese hocasına benziyor bu adam” diye düşünmüştü.” (Sayfa 86) Arkadaş oldu bu iki kader kurbanı insan. Birbirlerini sevip saydılar. Birbirlerine destek oldular. Hoca talebe oldular. Dağlar artık mekânlarıydı. Mağaralar evleriydi. Günlerce, aylarca, yıllarca yaşadılar böyle… Anası çağırdı bir gün düze. Anaydı çağıran, gidilmez miydi? “Düze inmenin bir eşkıya için ne kadar tehlikeli olduğunu orada bulunan üç kişi de çok iyi biliyorlardı. Yosçu, Kıçıkırık’a döndü: “Ne dersin Usta?” dedi. Kıçıkırık: “Atanın buyruğuna baş eğmek töredendir Ağa. Sonunda ölüm olsa da gideceksin” diyerek, onun anasına gitmesi için emir verdi. Yosçu, annesine doğru uçtu. Dağın zirvesinden kalkıp ovalara süzüldü. Koştu…” (Sayfa 91) “Emrin nedir Ana?” diye sordu. Ayşe, her zamanki sert duruşu ve keskin sesiyle “Osman Ağa, teslim olsun, diyor. Onu kurtarırım diyor. Teslim ol oğul. Belki bir ümit ışığıdır bu. Ben her gün ölmekten bıktım. Bir süre yatar çıkarsın. En azından mahpus damında canın emniyette olur” dedi. (sayfa 93) Oysa Osman Ağa, romanda kötülüğün timsaliydi. Haksızlık yapan, halkı sömüren, haksız kazançlarla zenginliğine zenginlik katan kötü bir ağa idi. Yosçu’yu da bunlara engel olarak gören biriydi. Bu nedenle kendine engel olan Yosçu’yu bir şekilde ortadan kaldırmak istiyordu. “Ayşe, oğlunun teslim olacağını sabah haber salmıştı. Bunu duyan Osman Ağa, hemen yola çıkmadan önce yanındaki adamlarına silahlarını almalarını söylemişti. Planının işe yaramasından dolayı çok mutluydu. Konağından çıkmış, köy halkı ile konuşmuştu. Sanki Yosçu’ya yapacağı kötülük öncesi insanlara ne kadar iyi olduğunu göstermek istiyordu. Onu öldürdükten sonra da bir garip için canını nasıl tehlikeye atacağını anlatacaktı. Beş adamını yanına çağırmış, köyün yaklaşık üç kilometre uzağında pusu kurmalarını ve kasabaya giderlerken Yosçu’yu öldürmelerini istemişti.” (sayfa 94) Romanda, okuyucunun daha sonra öğreneceği garip bir şekilde askerlerin çıkıp gelmesiyle bu oyunun bozulması sayesinde Yosçu hapse düşer. Kendi halinde sessiz, sakin bir şekilde hapiste yatmaya başlar. Bir yıl kadar bir süre kaldığı belirtilir romanda. Yalnız bu süre içinde Yosçu ile ilgili hiçbir şey verilmez yazar tarafından. Yosçu gibi haksızlıklara karşı boyun eğmeyen birinin hapiste bir yıl boyunca sessiz kalması, hiçbir şeye karışmaması veya böyle meşhur olmuş birinin hapiste bir olaya karışmaması, ona kimsenin sataşmaması bir kusur gibi geldi bana. İster istemez de film olarak izlediğim “Tatar Ramazan” aklıma geldi. “Ben, bu oyunu bozarım” diye haykıran Tatar Ramazan, “Hapishanedeki tüm haksızlıklara tek başına karşı durduğu gibi bu romanda da Yosçu, bütün haksızlıklara ve oyunlara karşı gelebilirdi” diye düşünmekten kendimi alamadım. Yosçu gibi birinin bir hapishanede bir yıl hiçbir olaya karışmadan kalması; veya başından herhangi bir olay geçmemesi imkansız gibi geldi bana: “Bir yıldır buradaydı ve bir yıldır üstüne devrilen hatıraların, omuzlarında bıraktığı ağırlığı taşıyordu. O gün, bu hapishane kapısından attığı ilk adım, aslında sevdalarına elveda dediği son adımdı. Çünkü dışarıdaki dünyada bambaşka bir hayat vardı. Hayal dünyası yıkılmıştı artık.” (sayfa 98) Osman Ağa’nın kendisini kurtarmak için hiçbir girişimde bulunmamasına kızmış, aylardır onun boynunu sıkacağı günün hayali ile yaşıyordu. Annesi her ay ziyaretine gelirdi. En son bir ay önce gelmiş “Osman Ağa’dan hayır yok oğul. Dağlar senindir. Başının çaresine bak. Seni burada bir gün asarlar” demişti. Ata, hükmünü vermişti. Yosçu’ya baş eğmek düştü, baş eğdi… (Sayfa 99) Yosçu, sanki de ilahi bir gücün yardımıyla hapisten kaçar. Özellikle asla açık tutulmayan üçüncü kapı o gün açık bırakılır ve gardiyan nedeni bilinmez bir şekilde Yosçu’ya kaçması için yardım eder. Tereddüt eder Yosçu. Ya bu bir oyunsa? Ya kendisini öldürmek için yapılan bir tuzaksa? Ama denemeye değerdi. Çünkü nasıl olsa burada bir gün kendini bir şekilde öldüreceklerdi. Ve Yosçu, üçüncü kapıyı açık bularak kolay bir şekilde kaçıp tekrar bildiği, sevdiği dağlara kavuşur. Kıçıkırık ile tekrar buluşup kendi çetesini kurar. Dağlar eşkıya ile doludur o yıllarda. Tek başlarına olmazdı bu dağlarda. Güçlü olmaları gerekiyordu. Daha fazla adam olması gerekiyordu. Bir çete olmaları gerekiyordu. O kadar çok çete vardı ki dağlarda kimileri dost, kimileri düşmandı. Düşmanlara av olmamak gerekirdi. Güçlü olmaları, diri olmaları gerekiyordu. Yanlarına gelen güvenilir gençleri aldılar gruba ve çete oldular. Kısa bir süre sonra tüm dağların yiğit aslanları oluverdiler. Herkesin konuştuğu dağ aslanları olmuşlardı. Dosta güven, düşmana korku veren aslanlar… Yosçu Çetesi… Romanda dikkat çeken karakterlerden biri de Fikret’tir. Fikret, öldürülen komutanının intikamını almaya yemin etmiş genç bir subaydır. Bunu bir eşkıyanın, bir caninin, bir katilin yanına bırakmayacaktır. Roman boyunca hep bunun hayaliyle yaşar. İntikam, tek arzusu olmuştur. Amacına ulaşmak için Osman Ağa ile işbirliği yapar. Ama Yosçu, aynı zamanda merhametin timsalidir. Bir gece Fikret’in ve Osman Ağa’nın evlerine baskın yapar. Amacı her ikisini de öldürmektir. Bunu tam yapacağı sırada duyduğu bir bebek ağlamasından sonra, onların babasız büyümesini istemez. Bu nedenle her ikisini de öldürmekten vaz geçer. Ve yıllar sonra defin sırasında mezara iki sürpriz insan, ziyarete gelir. Sanki ona teşekkür etmek istemektedirler: ‘‘Kim bilirdi; bu gece girilen iki yatak odasında bulunan iki bebeğin, yarım asır sonra Yoscu’yu mezarlıkta son yolculuğuna uğurlamaya geleceğini…Ahde vefanın yüceliği…Cana kıyamamanın güzelliği…Teşekkür etmenin bilgeliği…’’s.150 Beşinci bölüme kadar kafamda hep aşk yok mu sorusu geçti. Buraya kadar hiç aşktan söz edilmemişti. “Böyle bir roman nasıl aşksız, sevdasız olur?” diyordum ki işte bu bölümde istediğim, aradığım aşk karşıma çıkıverdi. Hem de ne aşk? Yosçu, bir gün Akkız’ı görüyor. Ve onu ilk görüşte ona çarpılıyor, vuruluyor. Dağlar artık ona dar gelmeye başlıyor. Her gün, her an onu düşünmeye başlıyor. Mahzunlaşıyor, sessizleşiyor, garipleşiyor… Günler geçmiyor artık… Onu görmek, ona gitmek, onu sevmek istiyor… Her an onu düşünüyor, onu hayal ediyor. Onu soluyor. Onu içiyor… Haber salıyor. Güvendiği, inandığı bir kadın ona aracılık yapıyor. Ak kız görüşmeyi kabul ediyor. Ve aşk başlıyor… Yan yana durmalarına rağmen hiç konuşmuyorlar. Sessizce anlaşıyorlar birbirleriyle… Tek bir kelime dahi konuşmadan tüm aşklarını açıklıyorlar birbirlerine, isteklerini, arzularını, düşüncelerini konuşmadan dile getiriyorlar sessizce… Ama gelin görün ki para, menfaat ve çıkar insanları yoldan çıkarıyor. İhanete götürüyor. Yosçu’nun güvendiği kadın onu para uğruna satıveriyor Osman Ağa’ya… Osman Ağa’nın da zaten istediği bu. Kuruveriyor planını… Ve romanda acı sona yavaş yavaş geliniyor… Çatışmalar, ölmeler, öldürmeler… Geri dönüklerle verilen olaylar tekrar roman başına dönüyor. Gizli bir tanığın çektiği vicdan azabından sonra tanık olduğu olayı ancak 40 yıl sonra açıklıyor. İşte roman, finale burada ulaşıyor. Kafalardaki tüm sorular cevap buluyor… Okunması gereken bir roman… Karşılaştırma yapmak istemiyorum; ama adı tüm dünyaya duyulan, bir eşkıya romanı olan ve aynı topraklarda, aynı bölgede geçen “İnce Memed” romanından sonra yazılan, aynı heyecanı ve merakı veren ikinci eşkıya romanı diye düşünüyorum… Kimileri, belki “İnce Memed” esas olarak yazılmış diyebilir. Ama değil… Bu olayı rahmetli babamdan defalarca dinleyen birisi olarak anlatılanların birebir örtüştüğünü, yazarın kendine has üslubu ile bu olaya hayat verdiğini ve ortaya güzel bir eser çıktığını söyleyebilirim. Eşkıya Yosçu, hayatıyla, yaşamıyla birçok kişiye ders verecek, öğüt verecek, yol gösterecek, kendisini istemeden de olsa dağlarda bulmuş, haksızlıklara boyun eğmeyen, doğrunun ve güzelin yanında olan, merhameti son derece yüksek bir kahraman diye düşünüyorum… Son kısmında yer almayan ve fakat olaya genç yaşlarında şahit olan rahmetli babam: “Eşkıya Yosçu’nun mezarı 40 yıl kadar sonra bulundu. Aslında bunu bir tek kişi biliyordu. Yosçu’nun öldürüldüğü gece olaya şahit olan, ama korkusundan bunu 40 yıl saklayan gizli şahit biliyordu. Öyle ki ömrünün sonuna doğru vicdanına yenik düşmüş ve Yosçu’nun gömülü olduğu yeri çocuklarına göstermişti. Çocukları da kemiklerini bir torbaya koyarak Yosçuların mezarlığına gömdüler. Yaz mevsimiydi. Yakıcı, kavurucu bir sıcak vardı. Yosçu’yu mezara defnetmek için hepimiz oradaydık. Kimler yoktu ki… Adeta tören düzenlenmişti. Herkes sıcaktan yakınırken o anda ilahi bir durum hasıl oldu. Tam mezarın üzerine büyük bir bulut geldi. Herkese gölgelik yaptı. Öyle ki defin işi bitene kadar bu bulut oradan gitmedi. O sıcakta serinlemiştik. İmamın işini bitirmesi ve oradakilerin dağılmaya başlamasından sonra bu bulut orayı terk etti. Herkes bunu bir mucize olarak, Allah’ın bir takdiri olarak gördü.” diye anlatmıştı. Bir edebiyatçı gözüyle baktığımda da yaşanan olayların şairane bir dille başarılı bir şekilde anlatıldığını söyleyebilirim. Yer yer hatalar, kusurlar olsa da sonuçta bunlar görülmeyecek kadar ufak şeylerdir demek istiyorum. Yazarını kutluyorum. Edebiyatımıza “İnce Memed”den sonra güzel bir eşkıya eseri daha kazandırmıştır. Sinema sektöründe çalışanlar için bir konu daha ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum. Umarım bu roman, ehil bir kişi tarafından senaryo haline getirilerek film halinde de yaşam bulur…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |