Prensiplerden hoşlanmam. Önyargıları yeğlerim. Daha içtenler. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Gazimağusa Polat Paşa Camii İmamlarımızdan Faruk Seçkin Hocamız, “Hocam, bir grup ile Hatay’a gidiyoruz. Bünyamin Hoca ile seni de yazdım listeye” dedi. “Ne gezisi bu? Dedim.” Faruk Hoca: “Afrin Zeytin Dalı Harekatı’na Destek Gezisi” adı altında bir gezi olacak. Mehmetçiğimize hem destek verdiğimizi göstermek; hem de onlara moral kaynağı olmak amacıyla bu geziyi düzenledik. Çeşitli etkinliklerimiz olacak; ayrıca bir kültür gezisi de olacak” dedi. Geziye kimlerin gideceğini sorduğumda: “Polatpaşa Tanıtma Ve Yaşatma Derneği’nin organizasyonuyla bu gezinin yapılacağını, yaklaşık 30 kişilik bir grup olacağını, birçoğunu tanıdığımızı” söyledi. Bunlar arasında şu isimleri saydı: “Musa Özdemir Hocamız, Dernek Başkanımız Hasan Çatalbaş, Kerim Demirsöz, Adnan Ateş, Mehmet Eren, Ahmet Yücetürk…” Verilen isimlerin hepsi de yakından tanıdığım ve çok sevdiğim insanlardı. Böyle anlamlı ve güzel bir geziye katılmamak ve gitmemek olmazdı. Bünyamin Hoca ile birbirimize bakıp birbirimizden destek alarak “Tamam” dedik. Geziye katılanlar, bütün masrafları kendileri karşılayacaktı. Ayrıca Derneğin Mehmetçik Vakfı’na yardım topladığını ve bankaya yatırıldığını öğrenmek bizi ziyadesiyle mutlu etti. Cumartesi günü sabah Polatpaşa Camii önünde toplandık. Dualar okuyarak otobüse binip yola çıktık. Ercan Havaalanı’ndan KKTC saatine göre 12’de uçtuk. Yaklaşık 45 dakika sonra Hatay Havaalanı’na indik. Orada bizi heyecanla bekleyen dostlarımız karşıladı. Kimdi bu dostlar? Hatay Kıbrıs Ve Kore Gazileri Derneği Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri idi. Bir otobüse binerek dostlarımızın hazırladıkları 3 günlük bir gezi ve ziyaret programını uygulamaya başladık. Daha otele bile gitmeden programımız başlamıştı. İlk yolculuğumuz Hatay’ın Samandağ İlçesine oldu. Rehberimiz eşliğinde gezi turumuza başladık. Rehberimiz genç biri idi. Hatay’ı ve tarihi olayları bize tanıtmak için anlatıyordu: “Hatay, Türkiye'nin en önemli eski yerleşim yeridir. Hatay’ın çatısını Amanos Dağları oluşturur. Hemen eteklerinde Amik Ovası yer alır. Amanos ve Amik, Hatay’ın çevresinde birbirlerini kucaklayan iki dosttur. Şu gördüğünüz Ova Amik Ovası’dır. Çok verimli topraklara sahiptir. Yaklaşık 80 yıl kadar önce burası göl idi: “Amik Gölü.” Süleyman Demirel o yıllarda henüz siyasete atılmamıştı. Türkiye DSİ Genel Müdürü idi. Demirel dâhiyane bir proje hazırlayıp bu gölü kurutmuş ve burasını büyük bir tarım alanı olarak Hatay Halkına armağan etmiştir. Ovanın altı, göl yatağı olduğu için sulaktır. Bu nedenle de verimlidir. Artık burada tarım yapılmaktadır.” Gerçekten de Amanos Dağları ile Amik Ovası o kadar iç içeydi ki insana muazzam bir görsellik sunuyordu. Alabildiğince yeşillik gözlerinizi büyülüyordu. Onlara bakmaktan kendinizi alamıyordunuz… Rehber, bilgileri bizlere aktarırken yolda bir köyden geçiyoruz. Yol boyunca tandırlar var. Rehberimiz bize tandırları göstererek, “Bu tandırlarda köylüler ekmek yaparlar. Bunlarda pişen ekmekler çok lezzetli olur. Tandır, yere çukur kazılarak yapılan özel bir fırındır. İşte bu köyde de bu tandırlar yapılmaktadır.” diyor… Biraz sonra Samandağ’ı ilçesine giriyoruz. Burası deniz kenarında yüz bini aşkın nüfusa sahip bir ilçe. Rehberimiz bize “Burada denizi göreceksiniz” diyor. Bu söze herkes gülüyor. Çünkü biz, ada insanıyız. Dört bir yanımız denizle çevrili. Denizden geliyoruz. Rehber de gülüyor. “Haklısınız. Ama Akdeniz’i bir de bizim cepheden görmüş olacaksınız” diyor. İlçenin 5 km. kuzeyinde kalan dağlık ve denize hâkim yamaçlarda Titus Tüneli bulunmaktadır. Yolculuğumuz burada devam ediyor. Rehberin verdiği bilgiye göre bu tünel Titus Flavius Vespasianus tarafından yaptırılmış, yapımı yüzyılı aşkın bir zaman sürdüğü düşünülüyormuş. Tünel, dağdan gelen derelerin ağzında ve bir iç liman olarak MÖ 300'lü yıllarda yapılmış. Bu limanın dağdan gelebilecek sel sularıyla dolabileceği düşünüldüğünden dolayı, Titus tarafından derenin önü, bir duvar ile kapatılmış, duvarın dereden gelen bölümü ile deniz arasındaki dağ delinerek tünel yapılmış. Tünelin kapalı bölümü 130 metre uzunluğunda olup, açık alanıyla birlikte toplam 1380 metre uzunluğunda olduğu biliniyormuş. Tünelden sonra otobüse binip sahile ulaşıyoruz. Yer yer restaurantlar, cafeler var. Mevsim zamanı olmadığından mı bilemiyorum, burasını çok bakımsız gördüm. Her yeri adeta otlar, çöpler kaplamış. Birçok bina boyasız, sıvasız; makyajsız bir kadına benziyor. Virane görünümünde. Binalar sanki hastalıklı, dertlerine deva arıyorlar gibi. Oysa turizme hizmet eden mekânların sağlıklı, bakımlı, temiz olması gerekir. Maalesef biz o albeniyi göremiyoruz… Sahilin sonuna doğru geldiğimizde kumsala yakın yerde daire biçiminde tasarlanmış bir bina görüyoruz. Beyaz ve yeşilin tonlarına hakim. Uhrevi bir anlam kazandırılmış. Burası Hz Musa ile Hızır Aleyhissilam’ın buluştukları nokta imiş. Bunun adına da buraya bu türbe yapılmış. Öğrendiğimize göre oldukça fazla ziyaretçisi bulunuyormuş. İçeri girdiğimizde ortada devasa mum şeklinde yuvarlak biçimde yapılmış, erimiş anıt gördük. Yerler halılarla ve seccadelerle kaplı. Dileyenler burada namaz da kılabiliyor. İçeri girenlerin kapının sağ ve sol yanlarını öptüklerini görüyoruz. Girer girmez kapının yanlarında birer mangal yanıyor. İnsanlar, bu mangallara gelip tüten dumanları elleriyle üzerlerine birkaç defa çektikten sonra mum biçimindeki türbenin etrafında dönerek dua okuyorlar… Vakit akşam olduğu için bizler de akşam namazını burada kıldık. Namazdan sonra otobüse binip otele doğru hareket ettik. Rehberimiz de bu arada bize Hz Musa ile Hızır Aleyhisselam’ın karşılaştıkları hikâyeyi anlattı: “Hz Musa, Allah’a: “En bilgili kulun kimdir? Onun ilmini almak istiyorum” demiş. Allah, Musa’ya: “Yanına cansız bir balık al. Sahilde yürü. Balık, ne zaman canlanır kaçarsa o zaman karşına çıkar” demiş. Musa, yanına ölü bir balık almış. Sahil boyunca ilerlemiş. Sahilin sonuna doğru balık canlanıp denize atlamış. Musa etrafına bakınca Hızır Aleyhisselamı görmüş. O’na: “Ben, senin ilmini öğrenmek istiyorum” demiş. Hızır: “Sen, benim yaptıklarıma dayanamazsın.” demiş. Hz. Musa ise “Hayır, ben seninle gelmek istiyorum. Söz veriyorum yaptıkların hakkında sana hiçbir şey sormayacağım.” demiş. Böylelikle yola çıkmışlar. Biraz gittikten sonra karşılarına bir gemi çıkmış. Bu gemi yoksullara aitmiş. Hızır, bu gemide bir delik açmış. Hz. Musa bunu görünce: “Sen, ne yapıyorsun, şimdi bu insanlar nasıl gidecekler, bunu neden yaptın?” demiş. Hızır, ise “Hani bana bir şey sormayacaktın? Tamam, buraya kadar; artık seninle ayrılıyoruz.” demiş. Hz Musa bunu duyunca: “Tamam, bir daha ağzımı açmayacağım.” demiş. Tekrar yola koyulmuşlar. Yolda giderlerken Hızır, bir çocuğu öldürmüş. Musa, iyice hiddetlenmiş ve “Sen, ne yapıyorsun, o daha çok küçük, onu neden öldürdün?” demiş. Hızır, yine “Hani bir şey sormayacaktın? Artık bu kadar yeter, seninle yollarımız burada ayrılıyor.” demiş. Hz. Musa, tekrar özür dileyerek “Bir daha yapmayacağını” söylemiş. Tekrar yola koyulmuşlar. Ve sonunda bir köye varmışlar. O köydeki kadınlardan su ve yiyecek bir şey istemişler. Fakat kadınlar Hızır ile Hz. Musa’yı kovmuşlar. Buna rağmen Hızır, köyün tam çıkışındaki yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmış. Hz. Musa bunu görünce tekrar bağırmaya başlamış. Ve Hızır : -Tamam bu kadar yeter. Sana her şeyi anlatacağım ve seninle ayrılacağız. Gemiyi delmemin sebebi, ileride, sağlam gemileri ele geçiren korsan gemisi vardı. Gemiyi deldim ki o korsanlar gemiyi sağlam diye ele geçirmesinler. Çocuğu öldürmemin sebebi, o çocuk, büyüyünce inkârcı, kâfir bir çocuk olacaktı ve ailesine eziyetler edecekti. Bundan dolayı küçük yaşta öldürdüm ki büyüyünce böyle olmasın. Gelelim duvarı onarmama… O duvarın altında iki yetim çocuğa bırakılan miras var. Bu duvar zamanla yıkılacak ve artık o arsayı ekin ekmek için kullanacaklar. Bu yüzden onardım ki çocuklar büyüyene kadar idare etsin, çocuklar büyüyünce mallarını alsınlar.” Bu güzel hikâyeyi dinleyerek kalacağımız otele geldik. Hatay Merkezde “Anemon” isimli bir otelde kaldık. Otele yerleştikten sonra restauranta inip Hatay’ın dillere destan yemeklerinden yedik. Tabii Hatay’a gelip de künefe yememek olmazdı. Buranın en meşhur tatlısı idi künefe. Peynirden ve şerbetten yapılan sıcak sıcak yenilen bir tatlı çeşidi… Geceyi künefe tatlısı ile tatlandırdıktan sonra yorgun bir biçimde odalarımıza çekiliyor ve deliksiz bir uykuya dalıyorduk. Ertesi gün bizleri yoğun bir program bekliyordu… 2. GÜN Sabah sabah büyük bir sürpriz ile karşılaşıyoruz. Kıbrıs’tan dostumuz olan Armağan Döner’in sahibi İşadamı Ömer Avcı da eşiyle birlikte Mersin’den gelerek grubumuza katılıyor. Uzun zamandır görmediğimiz Ömer Avcı ile de kucaklaşıp hasret gideriyoruz. Herkes “Hoş geldiniz” diyerek samimiyetlerini ortaya koyuyor. Otelde kahvaltımızı yapar yapmaz kendimizi hemen otobüse atıyoruz. Yoğun bir ziyaret ve gezi programı için yola düşüyoruz. Rehberimiz bizlere “Günaydın. Tekrar birlikteyiz. Yorucu; fakat bir o kadar da eğlenceli bir güne hazır mısınız?” diye sorunca herkes aynı anda “Eveeeet!” diye cevap veriyor. Rehberimiz, “Önce beraberce Eski Hatay’a geçeceğiz. Eski Hatay dediğimiz yer, Asi Nehri’nin üst kısmı olan bölgedir. Asi Nehri şehri ikiye bölen bir nehirdir. Üst tarafı Eski Hatay, alt tarafı Yeni Hatay olarak tabir edilmektedir. Biliyorsunuz ki Hatay, binlerce yıllık bir geçmişe sahip şehirdir. Binlerce yıl önce henüz daha Amerika yokken, New York, Washington, Moskova, Londra gibi şehirler yokken Hatay vardı. Ve Hatay Şehri Dünyanın üçüncü büyük metropolü idi. O dönemler Roma birinci, İskenderiye İkinci, Güzel Hatay’ımız da üçüncü büyük şehir idi. O zamanlar 500 bin nüfusa sahipti. Bu gün baktığımızda Hatay’ın hala aynı nüfusa sahip olduğunu görüyoruz. Bunun en büyük sebeplerinden biri de Hatay’ın yaşadığı büyük depremlerdir. Hatay, maalesef binlerce yıl büyük depremlere sahne olmuş, taş üstünde taş kalmamış bir şehir olmuştur. Bu nedenle büyük göçler yaşanmış ve nüfusunu yüzyıllarca aynı oranda korumuştur.” İlk önce Hatay Arkeoloji Müzesi’ne gidiyoruz. Cumhuriyet Alanı ile Asi Irmağı’nın kenarında, köprünün yakınında bulunuyor. Rehberimizden öğrendiğimize göre burası Dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonuna sahip bir mekanmış. Ayrıca sikke koleksiyonu bakımından dünyanın üçüncü büyük müzesi olduğunu öğreniyoruz. Müzede Hitit, Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinden eserler ve Harbiye, Antakya, Atçana, Seleukeia Pieria ile İskenderun buluntuları sergilenir. Çok detaylı işlenmiş ve eşsiz renklere sahip mozaik koleksiyonu benzersiz niteliktedir. Müzeden sonra Hatay’ın önemli ziyaret yerlerinden biri olan St Pierre Kilisesi’ne gidiyoruz. Burası da Dünyada yapılan ve kilise olarak kullanılan ilk mağara kilisesi imiş. Bu kilise, Antakya–Reyhanlı yolu üzerinde kente 2 km uzaklıkta Habib-i Neccar Dağı yakınındadır. Doğal bir mağara olup, eklemelerle kiliseye dönüştürülmüştür. İsa’nın 12 havarisinden biri olan St.Pierre; Antakya‘ ya M.S. 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hıristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinir. Kiliseye giriş için bilet alırken, gişedeki memur: “Kıbrıs’tan mı geliyorsunuz?” diye sordu. Evet deyince “Sizin meclisinizde milletvekili olan bir arkadaşım var” dedi. “Bertan Zaroğlu mu?” diye sorunca “Evet. Benim çocukluk arkadaşım. Görürseniz çok selamımı söyleyin” dedi. İsmini de söyledi ama not etmediğim için aklımda tutamadım. Özür diliyorum kendisinden. Bu mağara M.S. XII-XIII. yüzyıllarda Haçlılar tarafından ön cephesine yapılan ilave inşaat ile gotik tarzda bir kilise şekline çevrilmiş Mağaranın tabanında tahrip olmuş bir şekilde M.S. 4 ve 5. yüzyıllara ait mozaik kalıntısı vardır. Ayrıca bir altar, niş içinde mermer küçük St. Pierre’nin heykeli, kutsal sayılan su, saldırı esnasında cemaatin gizlice kaçmasına yarayan tünel bulunmaktadır. 1963 yılında Burası Papa VI. Paul tarafından Hıristiyanlar için Hac yeri ilan edilmiştir. Kilisenin bulunduğu yer, Hatay İli’ne kuşbakışı hakim durumda. Buradan Hatay’ı bütün güzellikleriyle izliyor ve bol bol fotoğraflar çekiyoruz. Vaktimiz kısa, ziyaretlerimiz uzun olduğu için hemen otobüse atlayıp Heredot Caddesi’ne doğru yöneliyoruz. Rehberimiz cadde boyunca burası hakkında bize bilgiler veriyor: “Heredot Caddesi Dünyanın ilk ışıklandırılmış caddesidir. Bu caddede Havra, kilise ve camiyi bir arada bulabilirsiniz. Dinler bu caddede buluşarak, sevgiyi ve hoşgörüyü insanlığa müjdeler. Kısaca Hatay, barışın, sevginin ve hoşgörünün birleştiği, bütünleştiği bir şehirdir.” diyor… Cadde boyunca ilerliyoruz. Sağlı sollu dükkanlar, restoranlar var. Park edilmiş arabalar bazen ilerlemeyi yavaşlatsa da biz yolumuza zevkle devam ediyoruz. Ara sokaklar çok dar. Rehberimiz: “Ara sokaklara bakarsanız çok dar olduğunu göreceksiniz. “Bir erkek, bir merkep” geçecek şeklinde tasarlanmış. Ancak, bir insanla bir eşeğin yürüyebileceği genişliktedir. Ama “Bir erkek-bir merkep” sözü burada deyim olarak kullanılmaktadır.” Vakit öğleye geliyor. Otobüs, Hatay’ın en meşhur mekânlarından biri olan Habib-i Neccar Camii önünde duruyor. Gerçekten görkemli ve büyüleyici bir camii olarak bize gülümsüyor. Burada hem öğle namazını kılacağız; hem de namazdan önce Afrin’de Zeytin Dalı Harekatı’nda mücadele eden, orada şehit ve gazi olan Mehmetçiklerimiz için Kıbrıs’tan halkımızın, cemaatimizin özellikle hanımların okuduğu Hatimler, Yasin-i Şerifler yad edilecek ve duaları okunacak. İmamlarımız sureler ve ilahiler okuyacak. Namazdan önce Cami’nin bodrumunda bulunan Habib-i Neccar’ın Türbesine iniyor ve dualar okuyoruz. Habib-i Neccar, Allah’ın takdiri ile müjdelenmiş, İslam dinini yüzlerce yıl önce kabul etmiş Allah Dostu, büyük bir Hataylı muhteremdir. Odunculuk yaptığı için halk ona, Arapça “Oduncu” anlamına gelen “Neccar” adını vermiştir. Neccar, Şehrin yakınında bir dağdaki mağarada Allah’a ibadet ediyor ve puta tapanlardan ayrı yaşıyordu. Dağda koyunlarını otlatırken iki elçi ile karşılaştı. Onlara kim olduklarını ve nereden geldiklerini sordu. “Biz, Hz. İsa’nın elçileriyiz. İnsanların putları terk edip Allah’a ibadet etmelerini hatırlatmak ve gelecek olan Son Peygamberi müjdelemek üzere geldik.” dediler. Habib-i Neccar: “Elçi olduğunuzu ispat edecek bir deliliniz var mı?” dedi. Elçiler: “Biz Allah’ın izniyle hastaları iyileştirir, körlerin gözünü açar ve ölüyü diriltiriz” dediler. Habib-i Neccar, hasta olan oğlunu onlara gösterdi. Elçiler, Allah’a dua ettiler. Çocuk iyileşti. Bunun üzerine Habib-i Neccar, 600 sene sonra gelecek olan Son Peygamber Hz Muhammed’e inanarak onların davetini kabul etti. Sonra elçiler, şehre inip halkı dine davet ederler; fakat çabaları sonuçsuz kalır. Hastalıklara şifa verdikleri duyulup halkın onların etrafında toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri sorgusuz sualsiz zindana attırır. Elçi iseler ellerinde delil olmalıydı. O sıralarda ölmüş birini getirtip diriltmesini isterler. Elçiler de Allah’a dua edip ölünün dirilmesini sağlar. Hükümdarın sonradan elçilere inandığı söylenir. Ama halk inanmaz. Bunu duyan Habib-i Neccar, şehre koşarak gelir ve der: “Ey kavmim, sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere uyun. Onlar doğru yola ermiş olanlardandır.” Halk, elçilerin getirdiği dine inandığı, atalarının dinine ihanet ettiği gerekçesiyle Habib-i Neccar'ı da taşlayarak şehit eder.” Bu hikâyeyi öğrendikten sonra içimiz buruk bir şekilde Camii içine giriyoruz. Burada bütün benliğimizle kendimizi Afrin’de mücadele eden askerlerimiz için, ayrıca bu memleket için mücadele etmiş, şehit düşmüş veya gazi olmuş tüm Mehmetçiklerimiz için dualar okuyoruz. Faruk Seçkin ve Musa Özdemir Hocamız, Habib-i Neccar Camii İmamı ile birlikte sureler okuyor, dualar ediyor, ilahiler söylüyordu. Vakit Öğle namazı olduğundan Camii Cemaati de doluyor ve tüm okunan dualara “Amin” diyorlardı. Kalabalık bir ortamda Faruk Hocamız son duasını okuyarak “Kıbrıs’tan geldiğimizi, Afrin’de mücadele eden Mehmetçiğimize destek ve moral verebilmek için biraz sonra sınırdaki karakollardan birine giderek onlarla görüşeceğimizi ve Kıbrıs halkının selamlarını ve sevgilerini ileteceğimizi” söylüyor. Hataylı kardeşlerimizden büyük sevgi görüyoruz. Bizi bağırlarına basarak memnuniyetlerini dile getiriyorlar. Bize karşı büyük bir misafirperverlik örneği sergiliyorlar… Dua ve namazdan sonra Camiden çıkarak otobüse biniyoruz. Programımıza devam ediyoruz. Öğle yemeği için bir restauranta gidiyoruz. Burada bizi Hatay Kıbrıs ve Kore Gazileri Derneği Başkan ve Yöneticileri bekliyor. Bize, Hatay mutfağı ile donatılmış çok güzel bir öğle yemeği veriyorlar. Samimi bir ortamda buluyoruz kendimizi. Hatay Kıbrıs ve Kore Gaziler Derneği Başkanı BEHÇET NARİN ve HASAN KARATAŞ bizlerle çok yakından ilgileniyorlar. İçten ve dostça davranıyorlar. Yemekten önce dernek yöneticileri hoş geldiniz konuşması yaparak hediyeler sunuyorlar. Polatpaşa Camii Derneği Başkanı Hasan Çatalbaş da bir teşekkür konuşması yapıyor ve dernek adına plaketler hediye ediyor. Hatay Vali Yardımcısı Orhan Mardinli Bey de duygularını ve düşüncelerini dile getirerek teşekkür ediyor: “1974 yılında Türkiye Kıbrıs’a müdahale ettiğinde ABD bize silah ambargosu uygulamıştı. Bunun sonucunda da Türkiye bu gün kendi silahını üretmiştir. Afrin’de tamamen kendi imkânlarımız ölçüsünde imal edilen yerli silahlarla mücadele eden Mehmetçiğimiz büyük başarılara imza atmıştır. Türkiye bu gün geliştiğini, büyüdüğünü tüm dünyaya göstermiştir. Türkiye 1974’de barış için gittiği Kıbrıs’ta huzuru, mutluluğu ve barışı sağlamıştır. Bu gün de aynı şekilde Afrin için mücadele etmektedir. Afrin’e girmek bizim için zor değildir. Fakat sivil halkın zarar görmemesi için ağır hareket ediyoruz. Hiç kimsenin zarar görmemesini, bir kişinin dahi burnunun kanamamasını istiyoruz. Türk askeri gittiği her yere barışı ve huzuru götürmüştür. Burası da öyle olacaktır.” diyerek bizlere coşku dolu anlar yaşattı. Yemek sonuna doğru Hatay Belediye Başkanı da gelerek hepimizle tokalaşıp “Hoş geldiniz” dedi. “İşinin yoğunluğundan dolayı geciktiğini, Anlamlı bir ziyaret yaptığımızı, bu nedenle bizleri Hatay’da ağırlamaktan büyük mutluluk duyduğunu” belirtti. Yemekten sonra Reyhanlı İlçesi’ne gideceğiz. Belediye Başkanı bizleri bekliyordu. Reyhanlı’ya gitmek üzere hareket ettik. Yol boyunca kenarlarda, dağlarda çekilmiş duvarlar vardı. Rehberimiz, bu duvarların sınır olduğunu, duvar arkasının Suriye toprakları olduğunu, duvarların da güvenlik amacıyla çekildiğini belirtti. Reyhanlı ilçesi, Suriye ile en yakın olan bir serhat şehri. Öyle ki hemen girişte bulunan dağ etekleri Türkiye sınırları içinde olurken, dağın doruk noktası Suriye toprakları oluyor. Yani dağın yarısı Türkiye, yarısı Suriye… Bir sınır düzenlemesi yapılmadan gelişigüzel bir çizgi çizilmiş. Çizgi de nereye denk gelirse orası sınır olmuş… Reyhanlı Şehir Merkezine girerek Reyhanlı Belediyesi Binası önünde durduk. İnerek binaya çıktık. Belediye Başkanı bizi bekliyordu. Güler bir yüzle karşılayarak odasına aldı. “Hoş geldiniz” diyerek İzaz ikramlarda bulundu. Dernek Başkanımız burada da Sayın Başkana plaket sundu. Belediye Başkanı “Olayların ilk önce Reyhanlı İlçesi’nde başladığını, buraya teröristler tarafından roket atıldığını ve birçok şehit verildiğini” anlattı. “İlçe nüfusunun aslında 90 bin civarında olduğunu, Suriye’deki Savaş nedeniyle, Suriye’den 120 binden fazla mülteci geldiğini bu nedenle şu anda Reyhanlı nüfusunun 200 binden fazla olduğunu” söyledi. Düşünecek olursak ilçe nüfusundan fazla mülteci olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Reyhanlı Belediye Başkanı “Kıbrıs’ı çok sevdiklerini, KKTC Meclisinde bir Reyhanlılı Hemşerileri olan Bertan Zaroğlu’nun milletvekili olarak görev yapmasının kendileri için bir onur kaynağı olduğunu” belirtti. “Kendisine selamlarını iletmemizi” istedi… Ziyaret sonrası, programımızın bu günkü en önemli ve son etkinliğini gerçekleştireceğiz. Bunun için tekrar yola düştük. AFRİN sınırındaki 2. Hudut Alay Komutanlığı Sınır Karakolunu ziyaret ettik. Burası, Afrin’e mücadele için giden Mehmetçiklerimizin sevk edildiği nokta. Komutanlar ve askerlerimiz bizi memnuniyetle karşıladılar. Adeta heyecan ve sevgi duygularıyla coştuk. Birçok arkadaşımız gözyaşlarına hakim olamıyordu. Neredeyse hepimiz ağlıyorduk. Askerlerimizle kucaklaştık. “Kıbrıs’tan sizlere destek ve moral vermek için geldik” dediğimizde çok sevindiler. Bizleri sevgiyle karşıladılar. Tüm askerlerimizin Morallerinin en üst seviyede olduğunu gördük. Hatıra fotoğrafları çektirdik. Onlarla sohbet etme imkânı bulduk. Bir askerimiz: “Bizi hiç merak etmeyin. Vatanımız ve milletimiz için buradayız. Bu uğurda canımızı seve seve vererek şehadet şerbetini içmeye hazırız. Sırası gelen arkadaşlar bu kutlu mücadele için cepheye gidiyor. İnşallah bir gün bize de sıra gelecek” diyordu. Kendilerinden emin, inançlı ve güven doluydular. Bir kez daha anladık ki vatanımız güvenli ellerdeydi… Buradan sonra, sınıra 200 metre mesafede bulunan Bayraktepe’ye gittik. Buradan Cinderesi ve Afrin Tepelerini gördük. Orada bulunan bir kişi “Şu gördüğünüz tepenin arkası Afrin” diyordu. Demek ki bu kadar yakındık Afrin’e. Bizi bıraksalar koşarak gidecek ve askerimizle birlikte mücadele edecektik. Tepede Türk Bayrağı dalgalanıyordu. Turan Gür arkadaşımız “Türk Bayrağı KKTC Bayrağı olmadan olmaz. Biz, hep iki bayrağı yan yana görmeğe alıştık” dedi. Göndere tırmanarak Türk Bayrağının hemen yanına KKTC Bayrağını da astı. Şimdi iki bayrağımız da yan yana dalgalanıyordu. İki bayrağı burada da yan yana görmek hepimizi heyecanlandırdı. Akşam olmak üzereydi. Coşku ve heyecanla aşağı inmeye başladık. Askerimizle kucaklaşmış, yardımlarımızı yapmış, dualarımızı okumuştuk. Hem manevi, hem de maddi olarak görevimizi yerine getirilmişti. Huzur dolu duygularla otobüse bindik. Güneş batmış ve akşam olmuştu. Reyhanlı çıkışında bulunan göle gittik. Burada bulunan restoranlardan birinde çay içtik. Günün yorgunluğunu çıkardık. Kısa bir dinlenmeden sonra Otele dönmek üzere hareket ettik. Dönüş sırasında Musa Hocam geceye damgasını vurdu. Mikrofonu eline alarak Erzurum türküleriyle bizleri duygulandırdı. Son olarak da “Sarı Gelin” türküsü ile final yaptı… Hepimizin dilinde “Sarı gelin aman, Sarı gelin aman” nakaratları vardı… Tüm alkışlar Musa Hoca içindi artık… Dönüş Üçüncü gün Defne İlçesine gitmek için yola düştük. Buranın diğer adı Harbiye imiş. Şelalesi ile ünlü bir yermiş. Biraz da yüksek olduğundan yeşili ve ağacı çok olan bir şehirmiş. Burada ünlü Defne sabunları imal ediliyormuş. Şelaleye geldiğimizde doğal bir güzellik karşıladı bizi. Yemyeşil bir vadi “Hoş geldiniz” diyordu. Şelaleye doğru inen yolda, el işi ürünleri satılan standlar kurulmuş. Sabah saatleri olduğu için birçoğu kapalı vaziyette. Şelalenin aktığı yere restaurantlar ve çayhaneler yapılmış. Ama daha zengin bir görünüme getirilebilirdi. Bir ikisi dışında yalın ve basit şekilde yapılmışlardı. Yan yana sıralanmış mekânların hemen hepsi kapalıydı. Tabii buranın da efsanesini öğreniyoruz: “ Defne (Daphne) dünya güzeli bir kızdır. Bu şehirde yaşamaktadır. Tanrı Zeus’un oğlu Apollon, Defne’yi görür ve ona aşık olur. Peşine düşer. Defne, bunu anlayınca kaçar. Apollon takip eder. Yakalanacağını anlayan Defne, Toprak Anaya yalvarır ve kendisini kurtarmasını ister. Toprak Ana bu isteği kabul eder. Defne’yi bir ağaca çevirir. Defne, kökleri toprakta olan, dalları göklere yükselen bir ağaç olur. Apollon bunu görünce ağlar… Ençok sevdiği ağaç defne ağacı olur. Her gün gelir burada ağlar. Apollon’un gözyaşları ile bu şelale oluşur…” Kısa bir moladan sonra Hatay Şehir Merkezine dönüyoruz. 2 saatlik serbest bir zamanımız var. Şehri ikiye bölen Asi Nehrinin üzerinde bulunan köprünün tam yanındayız. Karşımızda Hatay Meclisi bulunuyor. Biliyorsunuz Hatay 1938’de bir devlet olarak kurulmuştu. 9 aydan fazla Hatay Cumhuriyeti olarak varlığını sürdürmüştü. Hatay Devlet Meclisi 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’ne iltihak kararı almıştır. 29 Haziran 1939'da "Hatay" adıyla bir vilâyet olarak Türkiye'ye katılmıştı. İşte birleşme kararının alındığı o meclis, gururla ayakta duruyordu. Türk olmanın ve Türkiye’ye katılmanın mutluluğunu hala o günkü gibi üzerinde taşıyordu. Vaktimiz artık bitmek üzereydi. Çok az bir süremiz kalmıştı. Bu süre içinde de çeşitli hediyelik eşyalar alıyoruz. Tabii hemen herkes künefe paket ettirip götürüyor. Dedik ya “Hatay demek, künefe demek” künefesiz Hatay olmazdı. Künefesiz hediye de olmazdı… Biz de künefelerimizi ısmarlıyor, son kez Hatay yemeklerinden yiyerek havaalanının yoluna düşüyorduk…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |