..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bir deliyle başederken, yapılacak en mantıklı şey normal rolü yapmak. -Herman Hesse
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Nuri Ziya Aral




10 Eylül 2014
Son Kez Açtı Krizantemler...  
Nuri Ziya Aral
Yatacağım yerin gösterilmesini beklerken aldığım sabahın köründeki içki önerisi, canımı fena sıkmıştı. Kötü kötü bakarak, anlaşılmaz bir şeyler homurdandım. “Tamam, tamam...” diyerek kesti homurdanma mı. “İçkileri ben hazırlarım, hem niye çekingen davranıyorsun ki? Dur da, sana giyecek rahat bir şeyler getireyim.” Az sonra, kendi üzerindekilere benzeyen, sırtına Ejderha resmi işlenmiş mosmor bir şeyle dönmüştü. Elime tutuşturduktan sonra da karşıma geçip, merakla izlemeye koyuldu. İçimden küfrederek, ceketimi çıkarmıştım. Sonra da, kravatımı ve gömleğimi... “Fanila veya atlet kullanmıyor musun?” diye sordu, elimden aldığı gömleği bir askıya geçirirken. Mini bir Kimono görünümündeki garip üstlüğü giyerek mırıldandım. “Hayır.” “Üşümüyor musun peki?” “Hayır.” Gömleğimi ve ceketimi bir askıya yerleştirerek portmantoya asmış ve kollarını göğsünde kavuşturarak, beni izlemeye dönmüştü yine. Elimdeki uçkurlu zımbırtıyı omzuma atarak, kemerimi ve pantolon düğmelerini çözmeye koyuldum ben de. Beni izleyen meraklı bakışlarından biraz utanıp kendimi striptizci gibi hissedince de, “Bilsen iyi olur...” diye mırıldandım. “Ben, don da kullanmam.” “Kal orada...” diyerek bağırmıştı birden. “Soyunup dökünerek, tahrik edeceğini sanma sakın...” “Hiç öyle bir niyetim yok. Uyarmıştım, kötü mü ettim?” “Uzatma... İçkileri hazırlamaya gidiyorum, giyinmen bitince de salona gel.”


:ACFF:
Nuran'ın gösterdiği apartmanın önünde durduğu zaman taksi, beş saat boyunca tıkılıp kaldığım o barda beynime çakılan gümbürtülü müziğin etkisiyle geri zekalı gibi görünüyor olsam bile, taksimetre de yazan rakamlar ile cebimde kalan parayı kıyaslayabilecek kadar, kafam çalışıyordu hala…
Bu durumda Nuran’ı bıraktıktan sonra en fazla birkaç yüz metre gidip benim de inmem, sonra da on beş kilometre ötedeki evime nasıl ulaşacağımı düşünmem gerekecekti. Öyle de uykum vardı ki...
“Evet...” diyerek fısıldamıştı Nuran, genizden gelen o iç gıcıklayıcı sesiyle. Her fırsatta yüzünün yarısını kapatacak şekilde önüne düşürdüğü uzun, dümdüz ve kömür karası saçlarını ani bir kafa hareketiyle geriye atmak isterken de ekledi,
“Ayrılık saati geldi...”
Arabanın tavanına çarpan saçları daha beter düşmüştü önüne. Bir daha denedi, yine olmadı. Sonra bir daha ve bir daha...
Beş saat oturduğumuz o barda belki yüz kere başarılı bir şekilde yapmıştı bu artistik figürü ancak, beceremiyordu arabanın içinde. Saçlarını çalkalamaya devam edecek olursa eğer, her seferinde suratıma neredeyse teğet geçen kafasının sonunda burnumun üzerine isabet etmesinden korktuğum için, ellerimi uzatarak kömür karalarını kavrayıp yardımcı oldum...
Avuçlarımın arasındaki saçlarını başının arkasına aktarırken yanağını, gözlerini de kapatarak zevk içerisinde sürttürmeye başlamıştı elime. Saçlarıyla işim bitince yanaklarını avuçladım ben de, zevkle inlemişti. Sonra da öpüşürmüş gibi oynatmaya başladı, diliyle de yalayarak o dolgun dudaklarını. Öpmemi istiyor herhalde diye düşünerek uzanıp öptüm ben de, o güzel dudakları...
“Ne yapıyorsun öyle?” diyerek, dikleşivermişti birden.
“Özür dilerim...” diye mırıldandım. “İstediğini sanmıştım, çok özür dilerim.”
“Her neyse...” diyerek, kapının koluna yapışmıştı. Kendi tarafımdaki kapıyı açıp hemen dışarıya çıkmış ve kapısını açarak elini tutup, inmesine yardım etmiştim.
“Yarın izin günüm, sabah kahvaltıya gelsene.” dedi, iner inmez. Başımla doğuyu işaret ederek ağarmakta olan gökyüzünü gösterdim. Bir yerlerden de, o kadar betonun arasında var olmayı sürdürebilmiş kahraman bir horozun sesi geliyordu.
“Sabah oldu zaten güzelim...”
Hiçbir şey demeden, öylece dikiliyordu. Titreyip duran kaşların altındaki kara gözlerinin bakışlarında, garip bir çekimserlik vardı. Ne yapmak istediğini biliyor da, benim doğru kişi olup olmadığımı düşünüyor gibiydi sanki.
“Pekala...” dedi sonra da. “Hadi gel o zaman, biraz da uyuruz hem...”
Evime gitme derdinden kurtulduğuma seviniyordum. Gösterilecek bir yerde kıvrılıp uyumanın hayaliyle cebimi boşaltıp, parasını vermiştim şoförün. Sonra da, apartmanın giriş kapısına doğru yürümeye koyulmuş Nuran’ı izledim.

On altı katlı apartmanın on beşinci katındaki dairesinin kapısını açarken, sanki ben yokmuşum gibi davranıyordu. Asansördeyken de hiç konuşmamış, suratıma bile bakmamıştı hatta. Kapısını açtıktan sonra da hiçbir şey demeden girdi içeriye ve bakkal siparişi için bekleyen kapıcılar gibi kapıda bırakarak beni, kayboldu...
“Ne bekliyorsun?” diyerek karşıma dikildiğinde, herhalde on, on beş dakika geçmiş olmalıydı. Bu süreyi giysi dolabının karşısında geçirdiği de, güzelim gece mavisi tuvaletinin yerini almış, Ninja giysilerine benzeyen simsiyah şeyden belliydi...
Ayak bileklerinin on santim üzerine kadar inen daracık, elastiki bir pantolon, onun üzerinde de bir kumaş kemerle önü kapatılmış neredeyse dizlerine kadar inen ve sırtına Ejderha çizimi işlenmiş hayli de bol bir üstlük. Öylesine de kötü bakıyordu ki, sanki bir yerlerinden bir Ninja silahı çıkartıp, çığlıklar atarak saldıracağını hayal etmiştim bir an için.
Bütün bir gece boyunca tatlı tatlı bakıştığımız bu güzel kadının bakışlarındaki düşmanlığı yadırgasam da, nedenini iyi biliyordum aslında. Yatağa girme noktasına geldiğim pek çok kadında görmüştüm bu bakışları çünkü...
Hemen her kadın gibi Nuran’da, eksikliğini hissettiği cinsel tatmin fırsatının duygusallık oluşmadan ortaya çıkmasından rahatsızlık duyuyordu galiba ve her ne kadar yanıp tutuşsa bile, paylaşabileceğimiz yatay bir maceranın suçunu peşin peşin surat asarak benim üzerime atma taraflısıydı o yüzden de...
Oysa iki gün önce ortak arkadaşımız bir hemcinsi aracılığıyla tanışıp ertesi gün için yemek davetimi kabul ettiğinde, tek düşüncesinin karnını doyurmak olmadığına emindim. Yemek sonrası gittiğimiz kendisinin seçtiği o tıklım tıklım dolu ve gümbür gümbür bağırtılı barda, hiç bilmediğim ve sevmediğim halde beni dansa zorlayıp orasını burasını bir yerlerime sürttürmesinin nedeni de, olası tozları mı süpürmek değildi herhalde. Sabaha karşı bir saatte evine davet etmesinin nedeni de, damlayan musluklarını tamir ettirmek olmamalıydı kesinlikle...
Bilmediği bir şey vardı ama sadece uyumak istiyordum. Gece boyunca içtiğim içkilerden dolayı yatakta matah bir performans gösterebileceğimi de, sanmıyordum zaten. O yüzden de ne kötü bakışlarını ne de niyetini umursamadan, girdim içeriye...
“Elini yüzünü yıkamak istersen lavabo şurası, istiyorsan duş da alabilirsin, sıcak su var. Tuvalet ihtiyacın varsa karşı kapı, şu terlikleri de ayağına geçir. Üstündeki giysileri çıkar da, rahat bir şeyler vereyim. Karnın acıktıysa da, mutfak şurası...” sıralamasıyla, konukseverliğini göstermişti. Sonra da,
“Dolap ta rakı var, birer tane hazırlar mısın?” demez mi?
Yatacağım yerin gösterilmesini beklerken aldığım sabahın köründeki içki önerisi, canımı fena sıkmıştı. Kötü kötü bakarak, anlaşılmaz bir şeyler homurdandım.
“Tamam, tamam...” diyerek kesti homurdanma mı. “İçkileri ben hazırlarım, hem niye çekingen davranıyorsun ki? Dur da, sana giyecek rahat bir şeyler getireyim.”
Az sonra, kendi üzerindekilere benzeyen, sırtına Ejderha resmi işlenmiş mosmor bir şeyle dönmüştü. Elime tutuşturduktan sonra da karşıma geçip, merakla izlemeye koyuldu. İçimden küfrederek, ceketimi çıkarmıştım. Sonra da, kravatımı ve gömleğimi...
“Fanila veya atlet kullanmıyor musun?” diye sordu, elimden aldığı gömleği bir askıya geçirirken. Mini bir Kimono görünümündeki garip üstlüğü giyerek mırıldandım.
“Hayır.”
“Üşümüyor musun peki?”
“Hayır.”
Gömleğimi ve ceketimi bir askıya yerleştirerek portmantoya asmış ve kollarını göğsünde kavuşturarak, beni izlemeye dönmüştü yine. Elimdeki uçkurlu zımbırtıyı omzuma atarak, kemerimi ve pantolon düğmelerini çözmeye koyuldum ben de. Beni izleyen meraklı bakışlarından biraz utanıp kendimi striptizci gibi hissedince de,
“Bilsen iyi olur...” diye mırıldandım. “Ben, don da kullanmam.”
“Kal orada...” diyerek bağırmıştı birden. “Soyunup dökünerek, tahrik edeceğini sanma sakın...”
“Hiç öyle bir niyetim yok. Uyarmıştım, kötü mü ettim?”
“Uzatma... İçkileri hazırlamaya gidiyorum, giyinmen bitince de salona gel.”
Bulunduğumuz geniş hole açılan koridorları ve kapalı kapıları gösterdim.
“Salon neresi?”
Tek başına yaşayan ve gününün çok uzun bir bölümünü evinin dışında çalışarak geçiren bir kadının, böylesi büyük bir eve ne ihtiyacı olabilirdi ki? Parmağıyla kısa bir koridorun sonundaki kapıyı göstermiş ve öfkeli bir tavırla dönüp gitmişti...
Üzerindeki garip giysinin sırtındaki Ejderha, bana dil çıkarıyordu sanki. Aynaya dönüp, henüz giydiğim kendi sırtımda kine bakınca, onun da farklı olmadığını görmüştüm. Ben de onlara çıkardım dilimi...

Salona girerken, üzerime birkaç beden küçük gelen garip giysilerimden dolayı, buluğ çağından beri aynı şeyleri giymek zorunda kalmış, fukara bir karate hocası gibi görünüyordum herhalde.
Esnek kumaşı sayesinde fazla bir rahatsızlık hissetmediğim için giysinin darlığını pek önemsemiyordum da, baştan aşağı büründüğüm morluğa karşın kendimi neden patlıcan değil de hıyar gibi hissettiğimi, anlayamamıştım doğrusu...
“Çok etkileyici görünüyorsun...” diyerek kıkırdamıştı Nuran, kocaman salonun en dibindeki bağdaş kurduğu yer minderinin üzerinden. Dalga geçtiğini düşündüğüm için pis pis sırıttım ve etrafı incelemeye koyuldum...
Bir hayli büyük, tabanı ve çok sayıdaki perdesiz pencerelerinden kalan duvarları ahşap kaplanmış, birkaç girinti çıkıntı sayılmazsa kare tabanlı, ferah bir hacimdi.
Penceresi olmayan iki duvarının dibine yan yana geniş, tombul, pembe renkte, rahat görünümlü minderler ve arkalıkları sıralanmıştı. Boydan boya pencereli bir duvarın önünde, yerden elli santim yükseklikte kalacak şekilde bacakları kısaltılmış ahşap, kare bir yemek masası, çevresinde de yine tombul, bu sefer çimen yeşili minderler vardı. Oturma bölümünden uzak bir yere yine bacakları kısaltılmış masası, turuncu renkteki minderi ve oturulduğu yerden ulaşılabilecek yükseklikteki kitaplıklarıyla, bir çalışma köşesi yerleştirilmişti. Kalan boşluklara da yine alçak boylu bir sürü sehpa, raf ve ıvır zıvır...
İnsana oturmaktan başka bir seçenek bırakmayan böylesi bir ortamda Nuran'ın, muhteşem güzellikteki o kıçının yuvarlaklığını koruyabilmiş olması, şaşırtıcıydı...
“Beğendin mi evimi?” diye sordu, sekiz, on adım yürüdükten sonra alabileceğim rakı bardağını uzatırken...
Oraya kadar yürümek de, kolay değildi ama. Çünkü oturulan yerden bir kol uzaklığı dışındaki tüm boşluk, farklı uzunluklarda kablolarla tavandan sarkıtılmış renk renk, değişik büyüklüklerde ve inanılmaz çoklukta, kağıt kaplı, küresel, Japon feneri diye adlandırılan şeylerle doluydu. Fener tarlasına girmeyi gözüm hiç yemediği için, apalayarak gidip oturdum Nuran'ın yanına...
“Çok etkileyici...” diye mırıldanmıştım, elindeki rakıyı alırken. “Böyle bir ortamda kısa boylu birisinin aşağılık kompleksine girmesi, oldukça zordur herhalde...”
“Bilemem...” karşılığını verdi ve nereden gerektiyse yerinden kalkıp, oturduğum minderin en uzağındaki bir başkasına gidip oturdu. Yanımda kalsa da onun düşündüğü türden bir eylem niyetinde değildim gerçi ama bozulmuştum yine de.
Yanındaki sehpanın altından hasır bir sepet çıkarmış ve içerisinden tahta bir tarak aldıktan sonra da, saçlarını taramaya koyulmuştu. Taraması bitince de eliyle tutup çevirdi, kıvırdı, başka bir şeyler daha yaptı ve yukarıda toplayıverdi. Yine hasır sepetin içerisinden aldığı birkaç mikado çöpünü topuzuna saplayınca da, dekor tamamlanmıştı. Sanki bir Geyşa dinginliğiyle, yine sehpanın altına koydu sepeti...
Eve geldiğimizden ve üzerine Kimono benzeri garip şeyleri giydiğinden bu yana, ancak filmlerden tanıdığım Geyşalar gibiydi zaten. Küçücük adımlarla yürüyor, başı her ne kadar dimdikse de gözlerini yerden kaldırmıyor ve pek de, konuşmuyordu...
Evinin dekorunda da, bir tür Japonluk vardı sanki. Tavanı dolduran o kadar Japon fenerinden ayrı, sanki yerde oturuluyor hissi veren koltuklar, duvarlarda ki Japon harfleri kullanılmış bazı illüstrasyonlar, yine duvarlara asılı yelpazeler ve salonun ortasındaki özel bir taşıyıcıya yerleştirilmiş, Samuray kılıcı...
“Uzak doğu kültüründen etkileniyorsun anlaşılan...” diyerek laf attım. Her ne kadar uykuluysam ve o tombik minderler beni çağırıyor duysa da, varlığımı pek de önemsemiyor göründüğü için olsa gerek, biraz ilgi bekliyordum galiba...
“Pek anlamam uzak doğu kültüründen...” dedi, gözlerini yerden kaldırmadan.
“Peki ya bu dekor, fenerler... Sonra, bu giysiler?”
“Çocukluğumda, Japonya da geçen tarihi bir film görmüştüm. Etkilemiş olmalı...”
Yüzüme bakmadan konuşması, etkisi altında kaldığım tarihi bir Japon filmi olsaydı eğer, hoşuma gidebilirdi belki de. Ama yazık ki, sadece öfke uyandırıyordu o anda ve bozmaya kararlıydım, onun Geyşa lığını. Uykum da artık kaçmıştı zaten...
“Niye, daha yakınındaki şeylerden etkilenmiyor sun ki?” diye söylendim.
“Ne gibi?”
“Osmanlılar gibi...”
“Ne ilgisi var?”
“Çoook... Örneğin şu kağıt fenerlerin yerine asma şamdanlar, duvarlardaki ne olduğu belirsiz Japonca yazıların yerine yine ne olduğu belirsiz Arapçalarını, yelpazeler yerine minyatürler, şuradaki Samuray kılıcının yerine de bir pala koysan, başka pek bir şeyi değiştirmeden Osmanlı tarzı dekoru da yakalamış olursun. Tabi gelen konuklarına Ninja giysisi yerine, kaftan ve kavuk giydirmek koşuluyla...”
Hiç de bozulmamıştı. Yine yere bakarak merakla sordu,
“İki kültür arasındaki benzerlik, bu kadar fazla mı yani?”
“Hiçbir benzerlik yok...” dedim, umutsuzca. “Birisi sürekli depremlerle uğraştığı, diğeri de göçebelik alışkanlıklarını bir türlü bırakamadığı için, basit bir dekor tarzında birleşmişler sadece. Alışkanlıkları yenmek depremleri yenmekten çok daha zor olduğu için de, Osmanlılar yok artık...”
“Ya biz?”
“Ne olmuş bize?”
“Osmanlıların devamı değil miyiz?”
“Haklısın güzelim. Evlerini asırlar öncesinin Japonları gibi döşeyip onlar gibi giyinen, çağdaş Osmanlılarız bizler...
Gözlerini nihayet yerden kaldırmış hayran hayran bana baktığına göre, bu kadının kafası pek çalışmıyordu herhalde. Ama o kadar güzeldi ki, uykumu filan unutmuş ve arzu etmiştim onu birden...

Bitişik iki duvar dibini dolduran minderlerin en uzak uçlarında oturduğumuz için, bakışları yeniden düşmanlaşma dan aramızdaki mesafeyi nasıl yakınlaştırabileceğimi düşünmüştüm bir süre...
Kalkıp paldır küldür yanına gitmek olmazdı. Yanında oturmak için izin istesem veya yanıma çağırsam, herhalde yine düşmanca suratıma bakar ve yakınlaşma planlarımın içine ederdi. Başka bir yol bulmalıydı...
Kıçımın üzerinde ufak zıplamalarla, yerdeki hasır benzeri yolluğun ortasındaki bir aparatta duran Samuray kılıcının yanına varmıştım. Elime alıp kınından çıkarınca gördüm ki, Samuray kılıcı filan değil, o görüntüyü vermek için tahta bir kına geçirilip özel bir aparata yerleştirilmiş, dönerci bıçağıymış sadece. Olsun, işimi görürdü...
Uzun, uzun evirip çevirdim, sözde Samuray kılıcını. Bir yandan da, harakiri hazırlığındaki Japon asili rolleri kesiyordum sanki ve Nuran’da merakla beni izliyordu.
“Biliyor musun?” diye sordum.
“Neyi?”
“Harakiri öncesi Samuraylar, kendi yazdıkları bir ölüm şiirini okurlarmış.”
“Hayır, bilmiyordum. Ne ilginç... Yani, ölümü mü anlatırmış bu şiir?”
“Aksine güzelim, yaşamı... Eski Japon inanışlarına göre her ölüm, yeni bir yaşam demektir çünkü...”
Büyülenmiş gibi gözlerini dikmiş, hayranlıkla dinliyordu beni. Sağladığım etkiyi yitirmemek için Japon asili rollerini sürdürerek çabucak bir şiir yazdım kafamdan ve okumaya başladım...
“Son kez açtı Krizantemler
Benim için
Son kez düştü kar, Okinavaya
Benim için
Son kez çıktı kınından kılıcım
Benim için
Bekle, yatağındaki çıplak güzelim
Geri geleceğim
Senin için...”
Kıçının üzerinde zıplama sırası, Nuran’daydı bu sefer. Gözlerindeki istek kıvılcımlarını bir milim bile oynatmadan yanıma geldi, alabildiğine ateşli ve ıslak bir öpücükle ödüllendirdi beni.
“Yapma... Dün bir bugün iki, daha yeni tanıştık...” demek geçmişti içimden ama diyemedim. Hala tuttuğum dönerci bıçağını bırakıp, incecik beline sarıldım sadece...
Az sonra, hasır benzeri yolluğun üzerinde yuvarlanmaya başlamıştık bile. Üstte olduğumda diz ve dirseklerim, altta düştüğümde ise sırtım ve kıçım fena acıdığı için, çaktırmadan tek gözümü açarak, en yakın minderi araştırmaya koyulmuştum. Nereye gideceğimize karar verdikten sonra da, ufak zıplamalarla o tarafa yollanmaya...
“Nereden öğrenmiştin?” diye fısıldadı Nuran, sonunda varabildiğimiz minderin üzerine yatırmış, memelerini açmaya çalışırken...
Tek gözle yön seçmekten mi, yatay durumdayken bir başkasını da taşıyarak zıplaya bilmekten mi, yoksa bir kadını soymaktan mı söz ettiğini anlayamadığım için, yanlışlık olmasın diye sordum.
“Neyi?”
“O şiiri... O kadar güzeldi ki...”
“Akira Bushoda...” diye bir isim attım kafamdan.
“O kim?”
“Çok genç yaştayken daha, Harakiri yapmak zorunda kalan bir Samuray. Onun ölüm şiiriymiş bu...”
“Ne kadar hüzünlü...”
Üzerindeki saçma sapan giysinin önünü aça bilmiştim sonunda. Zırh gibi bir sutyenle karşılaştım bu sefer de. Niye sutyen takardı ki kadınlar?
“Haklısın güzelim...” diye mırıldandım. “Çok hüzünlü...”
“Şiiri seviyorsun değil mi?”
“Şairine bağlı...”
“Dur da, en sevdiğim şairin bir kitabını getireyim sana...”
“Sonra güzelim... Sevişmek varken, sırası mı şimdi şiirin...”
Sanki ‘getir’ demişim gibi fırlıyordu ki, güç bela sol memesinden yakalayıp yatırdım yine. Bu arada memesinde hissettiğim garip bir sertliğin ur olabileceğini düşünerek, bir doktora görünmesi gerektiğini söylemeyi belleğime yerleştirmiştim...
“Sonra dedim ya, acelen ne? Zamanımız çok daha...”
“Haklısın...” diyerek kurtuldu kollarımdan. “Sevişmek için çok zamanımız var daha, önce şiir...”
Tutmama fırsat vermeden bu sefer, hiper aktif veletler gibi apalayarak kitap raflarından birisine varmıştı bile. Az sonra da elinde, bunalımlarını sayfalar dolusu şiirlere dökmekten sadistçe bir zevk alan, okurlarının da mazoşist olduklarından hiç kuşku duymadığım, eş cinsel bir şairin kitabıyla geri apaladı...
“Dinle bak... En sevdiğim şiiri okuyacağım sana şimdi...”

Şiir sanki bir destanmış gibi fazla mı uzundu, yoksa kaptırıp birkaç kere mi okumuştu bilemiyorum. Tek bildiğim, rakı şişesi ve buzluğun olduğu sehpaya üç kere apaladığımdı. Onları yanımdaki sehpaya aktarmayı ise, sonuncu da akıl edebilmiştim nihayet...
Nuran’da içmekte benden hiç geri kalmıyordu ve o gümbürtülü barda ki içki tüketiminde ölçülü olmasına karşın, şiir eşliğinde ölçüsünü şaşırmıştı nedense. Her içki dolduruşumda kadehini dipleyerek kendisine de istemiş ve artık sarhoş olmuştu...
“Bak işte...” diyerek peltek bir sesle, koluma bir dirsek attı. “En sevdiğim bölüm burası, iyi dinle...”
Koluma aldığım amansız darbeyle hayallerimden uyanmış, parmaklarımın arasındaki sigarayı da minderlerin arasına düşürmüştüm. Can havliyle fırlayıp sigarayı aranırken, ister istemez dinledim şiirini...
“Gelecek bir gün
O uzun yolculuğun sonrasındaki, sinsi hüzün
Bakacaksın aynalara
Soracaksın
Bu ben miyim diye
Tanımayacaksın o, en bildik yüzü
Ve artık istemeyeceksin
Yaşanabilecek, kim bilir kaç güzü
Kıracaksın aynaları
Atacaksın her şeyi
Umutlarla birlikte
Bir yerlere...”
Düşürdüğüm sigarayı bulamamış, yangın çıkacak olursa da kıçımın altında başlayacağı için pek de umursamayarak yenisini yakmıştım. Yangın filan da çıkmadı zaten. Hem çıkmış olsaydı da, şiiri biter bitmez hüngürdemeye başlayan Nuran'ın inanılmaz gözyaşları sayesinde pek büyüyemezdi herhalde...
“Neresi, seni böylesine duygulandıran yer?” diye sordum.
“Her yeri...” diyerek hıçkırdı. “Bu şiiri ne zaman okusam ağlarım zaten...”
“Eee, okuma sen de o zaman...”
Son söylediğimi duyduğunu hiç sanmıyordum. Öyle gürültülü hüngürdüyordu ki, ben bile duyamamıştım. Bir süre sonra da hüngürdeme seslerinin yerini horlama sesleri almıştı zaten, uyumuştu çünkü. Belki de sızmış...
Yerden iki karış yükseklikte duvara asılı olan saat sekizi, perdesiz pencerelerden içeriye dolan güneş ise, sabahı gösteriyordu. Sözüm ona uyuma düşüncesiyle bu eve gireli tam üç saat olmuştu ve sanki üç gündür oradaymışçasına, kazan gibiydi kafam...
Uzunca bir süre gideyim mi, kalayım mı diye düşünmüştüm. Sonra da, Nuran'ın üzerine oralardaki bir battaniyeyi örtüp, bir köşeye de ben kıvrıldım...
Nefis bir kahve kokusu, uyandırmıştı beni. Tek gözümü açıp önce duvardaki saate, sonra da kokunun geldiği yöne baktım. Saat dördü, kahve kokusu ise görüntüsüyle bile insanı doyuran bir kahvaltı sofrasının beklediği yemek masasını gösteriyordu. Nuran görünürlerde değildi ama...
İlk yattığımda biraz üşüdüğüm halde mışıl mışıl uyuya bildiğime göre, bunun nedeni sabah erkenden yakılan kaloriferler veya üzerimi iyice saran battaniye olmalıydı. Ne zaman da, kalkıp örtmüştü ki kızcağız?
Çok uzun zamandır yalnız yaşayan ve kadınlarla ilişkisi orgazm sonrası sigarasıyla noktalanan bir herif olduğum için, keyiften kıçım kalkmıştı doğrusu...
Öyle ya, giysilerimi özenle katlayıp askılara yerleştiren, kendi yorgunluğuna ve sarhoşluğuna karşın üşümeyeyim diye kalkıp üzerimi örten, nefis kokuların yayıldığı bir kahvaltı sofrası hazırlayan ve üstelik pek de zamanı olmadığı halde koskoca evi tertemiz tutabilen bir kadın...
Onunla yaşasa mıydım acaba? Gerçi henüz sevişmemiştik ve biraz da salaktı galiba ama... Amaaan, ne fark eder ki? Büyük bir olasılıkla ona göre de ben salaktım ve sevişmiş olsaydık, beklediği türden bir performans gösteremeden kalkabilirdim de yataktan. Öylesine de güzeldi ki üstelik...
İyice keyiflenip, ellerim boynumun altında sırtüstü döndüğümde fark etmiştim Nuran’ı. Başucumda bağdaş kurmuş sevgi dolu bakışlarla beni izliyormuş meğer ve mutlulukla kır saçlarımı okşamaya başlamıştı, uyandığımı görünce de...
Beraber yattığım kadınlardan hep daha önce uyandığım için, bilemediğim bir duyguydu böylesi ve hiç de kötü değildi doğrusu...
Her uyandığımda yaptığımdan daha az böğürtülü bir şekilde doğrulmuş ve başucumdaki güzel kadını kucaklayarak, sevgi gösterisinde bulunmaya kalkışmıştım.
“Azgın seni...” diyerek tersledi, şaka yollu. “Önce karnımızı doyuralım.”
“Daha da öncesi var...” diye mırıldandım, bozulduğumu belli etmeden.
“Neymiş o?”
“İşemem gerekiyor güzelim...”
Ayağa kalkar kalkmaz kafama geçen Japon feneri, o hacimde apalayarak hareket etmem gerektiğini hatırlatmıştı bana. Yere inerek tuvalete gittim ve işeyip elimi yüzümü iyice yıkadıktan sonra da yine apalayarak, kahvaltı sofrasına geçtim.
Akşamın beşinde kahvaltı etmek gibi bir alışkanlığım olmamasına karşın, sabahki çekip gitme düşüncemi uygulamadığım dan hayli hoşnuttum doğrusu. O nefis kahvaltı sofrasının da payı olmalıydı bunda mutlaka...
Çeşitli peynirler, zeytinler, salamlar, jambonlar, ballar, reçeller, bilmemesine karşın tam istediğim gibi kaysı kıvamında haşlanmış yumurta, limonlu yağda birkaç kez çevrilerek yarı çiy bırakılmış acılı sucuk ve birkaç şey daha...
Hepsi harikaydı da, bir de Nuran'ın zırt pırt ağzıma tıktığı diş diş sarımsaklar olmasaydı keşke. Dayanamayıp çıkıştım sonunda...
“Ellerinden beslenmek harika bir duygu ancak, löp löp tıkınmak gibi bir alışkanlığımın asla olmadığı bu kadar sarımsak, yeter artık. Lütfen...”
“Yetmeeez...” diyerek, bir diş daha tıkmıştı ağzıma.
“Yeter yahu...” diye bağırdım, ağzımda kini çıkarırken.
“Hatırım için lütfen...” diyerek, parmaklarımın arasındaki sarımsağı yeniden sokmuştu ağzıma. “Sarımsağın koruyuculuğuna ihtiyacın var, lütfen. Sonra hak vereceksin bana...”
“Güzelim, bilinçli beslenen ve sağlıklı bir herifim ben zaten. Sarımsağın da yararlı bir gıda olduğunu biliyorum ama bu kadarı da gereksiz. Hatırın için bunu da yiyeyim, peki. Başka yok ama bu kadarının koruyuculuğu yeter artık...”
Sanki transa geçmiş gibi suratıma bakınıyordu ve aslında beni hiç görmediğine de, kesin emindim. Sabahın köründeki evine gelişimizden bu yana, hayli sık karşılaşmıştım bu bakışlarla zaten. Hemen arkasından oynamaya başlayan kaş göz ve dudak hareketleriyle de, bir tür cinsel istek mesajına dönüşüyordu sanki...
Kahvemden büyükçe bir yudum alarak, yüzünü incelemeyi sürdürdüm. Cinsel istek mesajları vermemişti bu sefer. Zorla yedirdiği sarımsakların kafa bozukluğuyla, hiçbir arzu duymuyordum o anda ben de zaten...
“Umarım korur...” diye fısıldadı, omzumun üzerinden bir yerlere bakınarak.
İstemsiz bir davranışla dönüp arkama bakmıştım. Salonun arkamda kalan kısmı ile giriş kapısının arkasındaki hol ve kısa bir koridorun sonundaki kapalı kapı görünüyordu sadece...
Ne görmeyi ummuştum ki sanki? Canım sıkılmıştı yine, kahvaltıyı bırakıp bir sigara yaktım. Nuran’da, boşalan fincanımı doldurmuştu...

Perdesiz pencerelerden birisinin önünde dikilmiş, Beydağlarının arkasından ağır ağır kaybolan güneşi izliyordum. Tümüyle battıktan sonra da morumsu bir koyuluğa bürünmüş tepelerin üzerindeki bulutlara yansıyan, sarının ve kırmızının tüm tonlarını kuşanmış güzelliğe daldım...
“Bir kahve daha ister misin?” diye sormuştu Nuran.
“Bu kadarı yeter...” diye mırıldandım. “Çişim, kahverengi akacak yoksa...”
“Rakıya ne dersin peki, çişinin beyazlaşmasını sağlar...”
Bulutları bırakıp Nuran’a dönmüştüm. Minderlerden birinde oturmuş, sabahın köründe dinlemek zorunda kaldığım o bunalım dolu şiir kitabı da elinde, karıştırıp duruyordu yine...
“Farkında mısın?” diye mırıldandım.
“Neyin?”
“Yirmi dört saate yakındır birlikteyiz ve baş başa olduğumuz ilk andan bu yana bütün yaptığımız da, sadece yeyip içmek. Şiiri de unutmayalım tabi...”
Başını kitabından kaldırıp, ters ters bakmaya başlamıştı. Dişlerinin arasından,
“Ne yapacaktık ya?” diyerek tısladı.
Artık çekip gitmek kararında olduğum için, göstereceğini sandığım tepkiyi hiç umursamadan söylendim.
“Sevişe bilirdik güzelim... Nedenini hala çözemediğim anlamsız saplantılarını bir yana bıraka bilseydin eğer, sevişe bilirdik...”
Düşündüğüm gibi davranmamıştı hiç de. Tam tersine, yüzünü pembeleştiren bir utangaçlıkla başını öne eğerek mırıldandı.
“Seni istemediğimi sanıyorsun değil mi?”
Yerlerde apalamaktan bıkmıştım artık. Önüme çıkan Japon fenerlerini sağa sola savurarak vardım yanına.
“Yanılıyorsun güzelim beni veya bir başkasını, ama bir erkeği ne kadar arzuladığının başından beri farkındayım...”
“Peki, niye böyle davranıyorum sence?”
Giderayak, ağız tadıyla bir zılgıt çekeyim derken kadına, sınava girmiştim sanki.
“Bana ne bee...” diye söylendim. “O senin sorunun. Yapman gereken bir açıklama varsa da eğer, evine gelen bir sonraki herife yaparsın artık. Ben gidiyorum çünkü...”
Telaşla fırlamıştı yerinden. Kafasına çarpan bir fenere tokadı yapıştırdıktan sonra da, sımsıkı boynuma sarıldı. Ağlıyordu da galiba...
“Lütfen...” diyerek içini çekti. “Lütfen kal...”
Boynuma sarılmış kibar kibar ağlayan kadınlara, hiç dayanamam. O yüzden de, uzun uğraşlardan sonra ayakta durmayı öğrenebilmiş bir salatalık gibi, kalakalmıştım ortada...
“Meraklanma, istediğini alacaksın...” diyerek sürdürdü hıçkırmasını. “Yatacaksın benimle...”
Ayakta durabilen salatalık rolüne devam ediyordum ve tek kaygısı kadınların üzerinde zıplamak olan bir sapık yerine konmak da, gücüme gitmişti doğrusu...
“Saçmalama...” diye söylendim. “Artık mastürbasyon yaparım, daha iyi...”
“Hayır, beni yanlış anladın...”
“Sanmıyorum güzelim...”
Boynumdaki kollarını çözerek gitmeye yeltendiğim anda dudaklarıma yumularak öpmeye başlamıştı birden. O kadar da güzel öpüyordu ki birdenbire mayışıp, gitme düşüncemden de vazgeçivermiştim hemen...
İnce belinden kavrayarak iyice yapıştırmıştım kendime. Bu arada sol memedeki o sertliği, yine algılamıştım. Bir ur olmamalıydı bence ve eğer bir ursa o sertlik, pek de iyi huylu değildi herhalde...
Sertliği kontrol amacıyla memesini okşamaya başlamıştım ki tam, öylesi bir öpüşmenin arkasından sanki yapılacak şeymiş gibi çeneme bir öpücük kondurduktan sonra, bırakıp gitmişti birden. Minderine ve bunalım dolu kitabına dönmüştü yine...
Birkaç dakika önceki konumumuza geri dönmüştük. Nuran kitabını okuyor, ben de sığır gibi dikiliyordum. Tek farkla ki artık gitmek istemiyordum ve nedenini de, bilmiyordum üstelik. Neyi biliyordum ki zaten...
Tanışmamıza vesile olan ortak dostumuz olan kadın da, pek tanımıyordu onu aslında. Henüz birkaç hafta önce çalışmaya başladığı Turizm acentesindeki en başarılı rehber olduğundan, beş dil bildiğinden ve güzelliğinden söz etmişti sadece.
Rehberlik ve konuştuğumun dışındaki dillerden hiç anlamam ama güzellik iyi bildiğim bir konuydu ve Nuran’da, çok güzeldi. Hem de çok...
Ama bunların dışında, başka ne biliyordum ki onun hakkında? Önceki akşam baş başa yemek yerken, otuz yaşında ve hiç evlenmemiş olduğunu, evliliği asla düşünmediğini kerelerce söylediğine göre aslında can attığını, yemek zevklerimizin aşağı yukarı aynı olduğunu ve rakı sevdiğini, benim aksime gürültülü müzik ve hızlı danslardan hoşlandığını, iri yarı, kır saçlı, ağır başlı, yeşil gözlü ve üstelik gözlüklü heriflerden etkilendiğini öğrenmiş, bir ara gittiğim tuvaletteki aynada kendimi görünce de, zokayı yutmuştum...
Sadist şairlerden, sarımsaktan ve ağlamaktan hoşlandığını da ekleyecek olursam, işte bütün bildiklerim bunlardı onun hakkında...
Oysa nasıl seviştiğini, o zırh gibi sutyen yokken memelerinin nasıl göründüğünü, memesindeki o sertliğin ne olduğunu, ne bileyim... Kıçının bir yerlerinde ben olup olmadığını ve başka bir şeyleri daha, merak ediyordum doğrusu... Karşısına geçip bağdaş kurarak oturdum.
“Hadi söyle bir şeyler de, daha iyi tanıyayım Nuran’ı...”
Hiç sesini çıkarmadı. Kafasını kaldırıp bakmamıştı bile. Gözyaşlarının eşliğinde, insanın içini karartan o bunalım dizelerini okuyordu hala...

Sabırlı bir adamımdır genellikle. Gerçi Nuran’a karşı gösterdiğim sabır, günlerden beri ağına sinek takılmadığı için acından gebermekte olan bir örümceğinkini andırıyorsa da, biraz daha dayanabilirdim herhalde...
Kehanet yumurtlamak için tefekküre dalmış dervişler gibi bağdaş kuralı tam bir saat olmuştu ve Nuran, aynı sayfayı okuyordu hala. Neyse ki, bıraktı sonunda...
“Beni çok kıskanıyor...” diye fısıldamıştı, uzanıp boynuma sarılırken...
Mindere bıraktığı kitabı çaktırmadan alıp bir yerlere sokuştur muştum. Sonra da elim belinde yanına oturup, uyuşmuş bacaklarımı uzattım.
“Kim kıskanıyor?”
“O...”
“O kim, güzelim?”
“Tanışacaksın, merak etme. Çok yakında...”
İçimden bir “hoppala...” çekerek, kötü kötü bakmaya başlamıştım. Acaba bir sevgilisi vardı da, sırf onu kıskandırmak veya müşteri kızıştırmak için mi, benimle çıkmıştı ki? Yeyip içmek ve şiir okumaktan başka bir bok yapmamamız, o yüzden miydi acaba? Saatler boyu, problemli bir ilişkinin vazgeçilemeyen partnerine dökülen gözyaşlarına mı katlanmıştım yoksa? Ya herif aniden çıkar gelir ve beni görünce de sorgusuz sualsiz üzerime saldırı verirse, ne olacaktı?
Fena halde canım sıkılmıştı. Belini sarmalayan kollarımı çekerken, sinirle söyleniyordum.
“Hiç doğru değil bu yaptığın. Hem de, hiç...”
“Ne yapmışım ki?”
“Erkek arkadaşının onuruyla oynuyor, beni de zor bir duruma düşürüyorsun.”
“Ama o benim erkek arkadaşım değil ki...”
“Neyin, peki?”
“Hiçbir şeyim... Beni elde etmek istiyor, edemeyince de kızıyor ve kıskanıyor.”
Rahatlamıştım biraz. Demek ki, tek taraflı bir aşk yaşıyordu, öteki hıyar...
“Önceden, minicik de olsa bir umut vermişsin demek ki. Vazgeçemediğine göre hala senden...”
“Ne umudu? Tanımıyorum bile. Ne adını biliyorum, ne de yüzünü gördüm...”
Telefon sapığıydı demek. Zaten, hemen herkesin bir sapığı yok mudur? Benim bile birkaç tane olduğuna göre, hele böylesi güzel bir kadının...
“Geri zekalı bir fanatik demek...” diye mırıldandım. “Ama seni böylesine ürkütmeyi başardığına göre, tehlikeli de olabilir. Önlem almalısın mutlaka...”
“Nasıl?”
“Savcılıkta bir tanıdığım var. Yarın ilk iş olarak bir dilekçe yazıp verelim de, telefonunu dinlemeye alsınlar.”
“Ama beni telefonla aramıyor ki...”
“Eee, ne yapıyor peki?”
“Başka şekillerde iletişim kuruyor...”
“Nasıl yani?”
“Başka şekillerde işte...”
“İyi de kızım, nasıl? Mektup mu yazıyor, tamtam mı çalıyor, duman işaretleri mi gönderiyor, nasıl?”
“Boş ver...” diyerek, boynuma sarılmıştı birden.
“Ne demek boş ver, yahu?” diye söylenerek, dikleşmiş tim oturduğum yerde.
“Bu gece de burada kalırsan, öğrenirsin nasılsa...”
Hiç de boş verme niyetinde değildim aslında ancak öyle bir öpmeye başlamıştı ki, aklım da bir yerlere uçup gitmişti birden...
Sutyenini bu sefer çıkarmayı kafaya koymuş bir hırsla çullandım üzerine. Gerçi, vücutların yüz yüze birbirine yapıştığı konumdayken sutyen çıkarmak hayli zordu ya, fena halde de inat etmiştim. Hatta Nuran, durup dururken kasıklarıma bir diz geçirip tepine tepine anırmama neden olmasaydı eğer, az kaldı başaracaktım da...
“Yeter ulan...” diye bağırdım, ayağa fırlarken. “Derdin ne kızım?”
“İstemeden oldu, inan ki.” diyerek sızlandı. “Çok heyecanlandım da...”
“Ya kılın kıpırdamıyor, ya da katır gibi tepiyorsun. Ortası yok mu bu işin ulan?”
Adamın sidikliğini bağlayan bir şuhlukla, üzerimdeki saçma sapan giysinin kemerine asılarak doğrulmuştu. Başını eğip gırtlağımın altıdaki kıllara bir öpücük kondurduktan sonra da,
“Rakı içsek iyi olacak...” dedi. “Rahatlayıp gevşerim biraz...”
Yavaş yavaş, artık kıvama geldiğini düşündüğümden mi nedir, söylenmeyi kesip, rakıya da hiç itiraz etmemiştim. O, rakılar için mutfağa giderken, fena halde sızlayan kasıklarımı rahatlatmak amacıyla işemeye gitmiştim ben de...

Nuran'ın bitmek tükenmek bilmeyen rakı stoku yüzünden rahatlayıp gevşemek bir yana, gece yarısına doğru sarhoş bile olmuştuk. Artık o kafayla bir şeyler becerebileceğimden hiç umudum yoktu ancak, evdeki tüm rakıları ve konuşulabilecek tüm konuları tüketme pahasına da olsa onu yatağa atmaya kesin kararlıydım, nedense?
Neyse ki o kadar saat boyunca onu, gözyaşları dökmesini sağlayacak sadist şiirlerden uzak tutmayı başarabilmiştim hiç değilse. Gerçi bunu sağlayabilmek için bir sürü Samurayın ağzından sayısız ölüm şiiri uydurmak zorunda kalmıştım ya, değmişti doğrusu...
“Jigaro Kansui’nin şiirini, bir daha okur musun lütfen?” diye mırıldanmıştı, elindeki bardağı bırakıp kucağıma uzanırken. Uydurduğum bir şeyi ikinci kez tekrarlama yeteneğim olmadığı için, yenisini uydurdum.
“İkebana yapan o güzel eller
Bilirim, Fujiyama eteklerinde...”
“Hayır, o değil...” diyerek doğruldu. “O, Sansui Motsito’nun şiiri...”
Artık o da, uydurmaya başlamıştı galiba. İşin boku iyice çıkmadan, son bir palavra daha atarak şiir faslını bitirmeye karar vermiştim.
“Bak güzelim, eski Japon inanışlarına göre bütün bu Samurayların arasında ruhları yeni bir beden bulamamış olanlar varsa eğer, şiirlerinin her tekrarında büyük acılar çekerlermiş. Artık onları rahat bırakalım bence...”
“Ne dedin?” diyerek fırlayıp, omuzlarıma yapışmıştı birden. “Bir daha söyle...”
Nedenini bilmiyordum ama müthiş heyecanlanmıştı. Gözlerini koca koca açmış ağzını burnunu titretip duruyor, sanki isteri krizine girmişcesine kendisi de tir tir titriyordu. Sıktığım palavraların cazibemden çok daha etkileyici olabilmesine hayıflanarak, içimi çektim...
“Ruhları rahat bırakmalıyız dedim sadece, ne var bunda?”
“Ama beden bulamamış ruhlar demiştin, değil mi?”
“Hee...”
“Okuduğum kitaplarda da, öyle yazıyordu zaten...”
“Hangi kitaplarmış onlar?”
“Ruhlarla, daha doğrusu, fizik ötesi olaylarla ilgili kitaplar...”
“İyi de, nereden taktın şimdi, ruhlara ve kitaplara?”
“Anlamıyor musun, o bir ruh... Belki de, bir Samurayın ruhu...”
“O kim yahu?”
“O işte...”
“Kim o, bee?”
Salonun kapısına doğru parmağını uzatarak, ağlamaya başlamıştı. Dinmeyen hıçkırıklarından fırsat bulabildiğinde de,
“O...” diyerek inledi. “Yatak odamdaki...”
“Neresi ulan, bu yatak odası?”
“Orası... Orası... Karşı koridor...”
Hıçkırıklara boğulmuştu yine. Onu öylece bırakarak kalkıp, korkuyla gösterdiği karşı koridora gittim. Sağlı sollu iki, biri de tam karşıda, üç kapı vardı. Açtım sırayla...
Birinci kapı evin yedek kenef ine, ikincisi de kiler gibi bir yere açılıyordu ve ruh filan da yoktu görünürde. Geldim üçüncü kapıya...
Ruhlara filan inanmadığım ve hiçbir batıl inancım olmadığı halde sanki bir an, kapıyı açmaktan çekinmiştim. Bir gerilim filmi izledikten sonra insan nasıl bir süre etkisinden kurtulamazsa, öyle bir gerginlik içerisindeydim işte. Bu canına yandığımın evine girdiğimden beridir zaten, kötü bir gerilim filminin yardımcı karakter oyuncusu gibi hissediyordum kendimi. Sonunda cesaretimi topladım ve açtım kapıyı...
İçeriye girer girmez daha, suratıma çarpan sert bir hava akımı yüzünden gerisin geri tüymüştüm. Korkudan altıma sıçıp sıçmadığımı araştırırken odanın penceresinin açık olduğunu fark edince de, söylene söylene yeniden girdim içeriye...
Oda da normal olan tek şey, düğmesine basınca yanan ışığıydı galiba. Bunun dışında her şey de, anormal...
Anormallikler, odanın rengiyle başlıyordu bir kere. Tavan da dahil olmak üzere tüm duvarlar, türbe yeşiline boyanmıştı. Gösterişli bir yatak odası takımından oluşan eşyalar da öyle. Hem de, yeşilin en sinir bozucu tonuna...
Hayli geniş olan odanın dört köşesinden de, tavandan yerlere kadar sarımsak hevenkleri sarkıtılmıştı. Bu kadar sarımsağı manavlar bile dekor unsuru olarak kullanmayacağına göre, akşam kahvaltısında ağzıma tıkılanların bu işle bir ilintisi olmalıydı mutlaka...
Tek veya çok tanrılı ne kadar din ve tarikat varsa hepsinin sembolleri, yemyeşil duvarlara boy seviyesinin üzerinde kalacak şekilde serpiştirilmişlerdi. Kalan boşluklara da, bildik bilmedik bir sürü otun kurutulmuşları...
Kitaplıklı başucu bölümü ve komodinler inden ayrılıp odanın odasına konmuş geniş karyolanın dört köşesinde dört tane küp, küplerin içlerinde de üzeri yosun bağlamış ne olduğu belirsiz sıvılar vardı. Odadaki garip kokunun küplerdeki sıvılardan mı, yoksa karyolanın duvara dayalı etajer ine zincirlenmiş kanatları kesik kargadan mı geldiğini ise, anlayamamıştım...
“Gak...” demeye bile mecali olmayan karganın varlık nedeninin ruhlara karşı caydırıcı bir görevden kaynaklandığını tahmin edebiliyordum ancak, caydırıcılık karganın kendisinde miydi, yoksa aylardan beri temizlenmediğine emin olduğum öbek öbek boklarında mı, onu da anlayamamıştım...
Açık pencereden içeriye dolan buz gibi bir esinti, zavallı karganın olmayan kanatlarını çırpar gibi yapmasına, etajerin üzerindeki tüylerin de uçuşmasına neden olmuştu. Gidip pencereleri, sonra da odadan çıkıp kapıyı kapattım...
Şurası kesin ki, bu odada bir ruhtan başka her şey vardı ve son sevgilim de, yazık ki bir manyaktı...

Artık bu saçma sapan evden ve sahibinden kurtulmak dışında hiçbir şey düşünemiyordum. Üzerimdeki Ejderhalı zımbırtıyı ve güç bela da olsa daracık altlığı çıkartarak portmantoya doğru yürüdüm. Giysilerimin oradan alınmış olduklarını görünce de, çırçıplak lığımı umursamadan salona...
“Giysilerimi ne yaptın?” diye haykırdım. “Söyle...”
İçeriye girdiğimde bile hüngürdeme sini sürdüren Nuran'ın suratı, beni görünce birden bire değişmiş ve cinsel istek sinyalleri göndermeye başlamıştı yine. Ağzını burnunu titretip duruyor ve arzuyla da, kasıklarıma bakınıyordu...
Belimin yanlarından taşan yağlara karşın bu denli tahrik edici olabildiğimi görmek, hoştu doğrusu. Ama kadının manyaklığının da payı olmalıydı mutlaka, bu ani değişimde. O yüzden de fazla havalara girmeyip, yeniden bağırdım...
“Giysilerim, dedim... Nerede?”
Belindeki kuşağı çözerek ağır ağır kalkmıştı oturduğu minderden ve yine ağır ağır, salonun ortasına doğru yürüdü. Çok zarif hareketlerle ve gözlerini de benden ayırmadan, soyunmaya başlamıştı üstelik...
Ne var ki, önümdeki fenerlerden dolayı omuzlardan yukarısı ve baldırlardan aşağısını görebiliyordum sadece. Yine de, içim bir hoş olmuştu doğrusu...
Çaktırmadan bir adım sola giderek, göremediğim yerleri aranmıştım. Fenerler yüzünden daha beter kapandı görüntüm. İki adım sağa geçtim bu sefer de ve yine olmadı. Biraz eğilip iki adım öne zıpladım...
Dünyadaki bütün Japon fenerlerinden nefret ediyordum artık. Suratıma yapışan pembeli sine bir kafa, göğsüme dayanan eflatunu na esaslı bir şamar, çiçekli sine de bir yumruk, Nuran’la karşı karşıyaydık sonunda...
Filmin sonunu kaçırmadığımın göstergesi siyah iç çamaşırlarıyla dikiliyordu, o muhteşem güzellik. Yüzünün yarısını örterek aşağıya sallanan kömür karası saçları, henüz doğru dürüst avuçla yamadığım o, sutyenin kenarlarından taşmış güzelim dolgun memelere iş koymakla meşguldüler. Sadece tekini görebildiğim bal rengi göz ise, bana iş koyuyordu galiba...
Niye yalan söyleyeyim, elim ayağım tutulmuştu. Hiçbir kadının bu kadar güzel olmaya ve beni böylesine armutlaştırmaya hakkı yoktu ama. Hele Nuran gibi bir delinin, asla...
Beyninde yarattığı bir ruhla birlikte yaşayan ve yatak odasını bir zamanların simyacılarının laboratuvarına çevirmiş bir delinin, beni böylesine baştan çıkarabilme gücü olmamalıydı kesinlikle. Ama öylesine güzel ve o kadar da aklı başındaydı ki görüntüsü...
İyi ama insanların çok büyük bir bölümü zaten, çözemedikleri bir yaşamı sürdürüyor olmanın yüklediği korkular, ne olacaklarını bilememenin getirdiği endişeler ve varlığa olan aşırı düşkünlüklerine karşın günün birinde yokluğa karışacaklarını bilmenin hazımsızlığıyla, inler, cinler, ruhlar ve beyinlerde üretilmiş bir sürü soyut kavramla birlikte yaşamıyor muydu sanki?
Dünyanın vitrinine yerleştirilmiş ve yüz milyonlarca insanı idare etme görevi yüklenmiş kişiler, sanki Nuran’dan daha mı az deliydiler?
Ama seçilerek, ama zorla, ülkelerin başına geçip halkları yöneten kişiler ve ortalarda pek görünmedikleri halde yönetenleri yönetenler, falcılarla, medyumlarla, kucak kucağa değil miydiler sanki?
Ve hepsinden de önemlisi sanki ben, pek mi akıllıydım?
Ellerimi uzatıp, o kömür karası saçlarını avuçladım Nuran'ın. Sonra da eğilip, o güzelim dudaklarını öptüm. Bir yandan da, yeniden tozutmamasını umuyordum...

“Yatak odasına gidelim...” diye fısıldamıştı uzandığımız minderde, sol köprücük kemiğiyle boynunun arasındaki o nefis çukuru öperken...
O, büyücülük merkezi gibi odada, yosunlanmış sıvıları barındıran küplerle çevrili bir yatakta ve karga bokları eşliğinde sevişmeyi, hiç istemiyordum doğrusu...
“Boş ver...” diye mırıldandım. “Buranın suyu mu çıktı?”
“Ama orada sevişmek istiyorum...”
Sutyeninin kopçasını açarak, o mis kokulu memelerini çektikleri işkenceden kurtarmıştım. Sol memesindeki sertliğin de, bir muska olduğunu öğrendim bu arada...
Niye boynuna asmamış ta, memesinin üzerine koymuştu acaba? Ve niye sağ değil de, sol meme? Ve ayrıca, bana ne?
“Yatak odasına gidelim dedim, duymuyor musun?”
Hiç sesimi çıkarmamıştım. O sırada, üzerindeki külotun bağcıklarının iki yanından taşmış nefis bombeleri de öperek, fiyonkları çözüyordum çünkü. Bir muska da külot tan çıkmıştı zaten...
Üzerinde artık bir şey kalmadığına göre, başka bir yerinden bir muska daha çıkabilir miydi acaba? Onu bilmiyordum ancak, kızmaya başlamıştı herhalde ki, dikkatimi çekebilmek amacıyla bir yerlerime fena asılıyordu çünkü...”
“Sana diyorum heey...” diye bağırmıştı sonunda.
“Efendim canım...”
“Sağır mı oldun?”
“Meşguldüm, ne oldu?”
“Yatak odasına gidelim diyorum deminden beri...”
“Boş ver yatak odasını. Şu minderlerden kocaman bir yatak hazırlarım şimdi...”
“Ama orada sevişmeliyiz...”
“O neden güzelim?”
“Çünkü orası yatak odası...”
“O zaman bizde yatmayıp, ayakta sevişiriz...”
“Saçmalama lütfen. Orada sevişmeliyiz...”
Israrlıydı ve ben de o saçma sapan odaya girecek olursak eğer, sevişme isteğimin devamından kaygılıydım. O yüzden de diklenmekte sakınca görmedim.
“Nedenini soruyorum bende kızım, neden?”
“Onun görmesini istiyorum çünkü...”
“O da kim yahu?”
“O işte...”
Biraz düşününce, canına yandığımın ruh’undan söz ettiğini anlamıştım.
“Röntgenci mi yoksa senin bu ruh?”
“Bilmiyorum ama kendisine ait olmadığımı öğrenmesi için, seni görmesi gerek.”
“Gelsin, buradan baksın o zaman...” diye homurdandım. “Zaten şu perdesiz pencerelerden dünyanın bütün ruhları izleyebilir bizi. Hatta karşı tepelere çıkıp güçlü bir dürbünle bakarlarsa, ölümlüler bile...”
“Ama o buraya gelemez ki...”
“Niye? Ruh değil mi? İstediği yere gider...”
“Yatak odamdan çıkmıyor ama o...”
“Ne tembel ruh’muş bu bee. Ne biliyorsun çıkmadığını?”
“Çünkü ancak, orada hissedebiliyorum onu...”
“Ne takıyorsun kafaya o zaman? Kilitle yatak odanın kapısını, kendi başına ne bok yerse yesin...”
“Onun gitmesini istiyorum ama...”
“Ben de isterim güzelim de, yatak odanda sevişmemizle gitmesinin bağlantısı nedir?”
“Seninle seviştiğimi görünce, küsüp gidebilir...”
“Küsüp gideceğine, kızıp da kıçıma bir şeyler sokarsa ya. O zaman ne olacak?”
“Korkuyor musun yani?”
“Evet, korkuyorum...”
“Az önce yatak odama girmiştin ama değil mi?”
“Evet...”
“Bir şey yaptı mı peki?”
“Şimdilik hayır...”
“Anlamıştım zaten...”
“Neyi?”
“Senden çekindi...”
“Ne biliyorsun?”
“Daha önce hiçbir erkek, oraya girememişti...”
“Yani o oda da, hiç sevişmedin mi daha?”
“Hayır... Herkesi korkuttu... Daha kapıyı açar açmaz, kaçıp gitti hepsi de...”
Zaten o odayı gördükten sonra kaçıp gitmemek için, benim gibi biraz kaçık olunmalıydı mutlaka. İyice de kaçırmış olmalıydım ki, bu manyak kadını daha beter arzuluyordum artık. İçimden kendime küfrederken sordum,
“Ne zaman çıkmıştı ortaya, bu ruh?”
“Bir yıl kadar önce...”
“Bu eve ne zaman taşınmıştın peki?”
“Bir yıl kadar önce...”
“O odaya hiçbir erkek giremediğine göre, en son ne zaman seviştin peki?”
“Bir yıl kadar önce...”
Anladığım kadarıyla bir yıl kadar önce birlikte olduğu heriften ayrılmış, şu veya bu nedenle evini değiştirmiş ve nereden gerektiyse de, kendisine bir ruh edinmişti...
Kurcalayacak olsam kim bilir neler öğrenirdim daha. Neyse ki, ruh doktoru filan değil de, bu kadınla yatmayı kafaya takmış doktorluk bir herif tim sadece...
“Pekala...” diyerek içimi çektim. “O odada sevişirsek eğer, bu ruhtan kurtulacağına inanıyor musun gerçekten?”
Umut dolu bir heyecanla başını sallamıştı. Işıl ışıl parıldayan gözlerini de onaylarcasına yumarak,
“Evet...” diye fısıldadı. “İnanıyorum...”
Ruhlu bir cinsel fantezim, hiç olmamıştı doğrusu.
“Gel o zaman...” diyerek koluna girdim. “Bir de, böylesini deneyelim...”

Yatak odasına girer girmez daha, önceki gelişimde pencereleri kapattığım için fırçayı yemiştim. Aralık soğuğunda pencere kapatmanın neresinde kusur olduğunu anlayamama karşın, birden bire ortaya çıkıverecek bir ruh dışında her şeye hazırlıklı olduğum için, gıkımı bile çıkarmadan açtım pencereleri...
İkinci fırça da, karyolanın ayak ucunu başucu olarak kullanmak istediğim için geldi. Bu sefer inat etmiştim ama her ne kadar yarım metre ötede olsa bile, sıçma özürlü bir Karganın serpintiler inin altındaki kubur rolünü oynamak, istemiyordum doğrusu...
Yatağın sağında yatacağını söylediği zaman, ben de sağda yatmayı yeğlediğim halde hiç sesimi çıkartmadım. Birkaç elense ve künde hareketiyle, sevişirken haberi bile olmadan sola aktarırdım onu nasılsa...
Kafamın dibinde totem gibi yükselecek olan leş kokulu küpleri biraz öteye itme önerime itiraz ettiği zaman da, sesimi çıkarmamıştım. Ama sırf gıcıklığına, aslında temiz görünmelerine karşın üzerinde ki birkaç karga tüyünü bahane ederek, çarşaf, nevresim türünden şeyleri değiştirtmekten de geri kalmamıştım.
“Tamam, işte...” diye söylendi. “Etkisini göstermeye başladı...”
“Nedir o?”
“O... Yavaş yavaş, ele geçiriyor seni...”
“Yani, ruh mu?”
“Elbette...”
“Boş versene...”
Ters ters bakarak yatağa girmişti. Pencerelerden esip duran sert poyraz sayesinde artık bokum donduğu için, beklemeden ben de geçtim yanına. Sonra da birlikte, türbe yeşili tavanı izlemeye koyulduk...
“Ne bekliyorsun?” diyerek çıkışmıştı, on dakika kadar sonra.
Aslında aydınlıkta sevişmeyi yeğlediğim halde tutukluğuma mazeret olsun diye herhalde, yeşil duvardaki turuncu apliği gösterdim.
“Çok kötü bir renk armonisi oluşuyor, şunu kapatsak olur mu?”
“Olmaz...”
“Peki...”
On dakika daha izlemiştik tavanı. Sonrasında yine çıkıştı...
“Eee, hadi ama...”
“Ne hadisi güzelim?”
“Bir şey yapmayacak mısın?”
Arzu etmenin ötesinde arzu edilmekten etkilendiğim için olsa gerek, bir şey yapmak istemiyordum aslında. Nuran'ın salondayken duyduğu isteğin kırıntısını bile göremediğim için, hepten kırılmıştı şevkim zaten...
Yine de, partnerli bir cinsellikten en az bir yıldır uzak olan bir kadının biraz hoş görülmesi gerekir düşüncesiyle, dönüp öpmeye başlamıştım. Sağlıklı hemen her kadını etkileyeceğini sandığım kadar uğraştıktan sonra hala tavan izlediğini görünce de vazgeçip, sırt üstü döndüm yine...
“Ne oldu?” diye sormuştu, sıkkın bir sesle.
“Yok, bir şey...”
“Kendini bırakma ama...”
Nereye bırakmıştım kendimi yahu? Sadece para uğruna bacaklarını açmış hiç tanımadıkları birisinin üzerinde tepinenler, ellerini veya başka bir şeyleri kullanmak dururken karşı cinsi mastürbasyon aracı olarak değerlendiren beyinsiz tecavüzcüler veya böbrek üstü bezlerinin cinsel yaşama yönelik üretimini, şişirip üzerinde tepişilen tepkisiz plastiklerle gideren angutlar, bu işten ne anlıyorlardı acaba? Sıkıntıyla mırıldandım,
“Sen, kendini biraz bırakmaya ne dersin peki?”
“Söylemiştim ama baskı altındayım. Niye, benim de sevişmemi bekliyorsun ki zaten? Çık üstüme, olsun bitsin. Hadi lütfen...”
“Güzelim, o senin istediğine tecavüz denir.”
“Olsun... Hadi tecavüz et bana...”
“Öyle bir yeteneğim yok güzelim, kusura bakma. Ama çok istiyorsan, sen bana tecavüz edebilirsin...”
“Yapamam, anlamıyor musun...” diyerek hıçkırdı. “Beni engelliyor...”
İyice kızmıştım artık. Doğrulup, işaret parmağımı kafasına dürtmeye başladım...
“Seni engelleyen bu salak, ruh diye bir şey yoktur. Sadece akılsız insanlar ve onları söğüşleyen kurnazlar var. Büyücü büyücü dolaşıp bir oda dolusu saçmalığa para harcayacağına doktora gitseydin, ruhlardan söz eden zırvaların yanında bir, iki tane de aklı başında psikoloji kitabı okusaydın ve daha da önemlisi, yaşanacak tek bir ömrün olduğunu kabullenebilseydin, paşa paşa sevişiyor olacaktın şimdi. Yosun dolu küpler, sarımsaklar ve karga bokları olmadan üstelik...”
Garip garip suratıma bakıyordu. Biraz da, acıma vardı sanki bakışlarında.
“Yazık...” diye mırıldandı, hüzünlü bir sesle. “Senin güçlü olduğunu sanıyordum, benden bile zayıfmış sın oysa...”
“Ne demek şimdi bu?”
“Farkında değil misin? Eline geçirdi seni, erkeklik gücünü yok etti işte...”
Beyni, az gelişmiş bir tavuğun kıçından düşmüş yumurta kadar düz ve herhalde aynı büyüklükte birisiyle, nasıl başa çıkabilirdim ki? Tekrar yerime yatarak ellerimi başımın altına koydum ve yeşil tavana döndüm yine...
“Senin gibiler i, böyle ele geçiriyorlarmış...” diyerek devam etmişti. “Önce öz güven, sonra da tüm inançlarını yok ederek...”

Konuştu, konuştu, konuştu ve konuştu. Hiç durmadan konuşmuştu hep. Ben de hep, tavan izlemiştim. İyice sıkıldığım zaman da başımı kaldırarak, Kargaya bakınmaya başladım...
Etajerin üzerinde bir yerlere tutturulmuş oklavadan bozma tünekte uyuklayan zavallı Kargaya bakarken, Nuran'ın ses düğmesinin yavaş yavaş kısıldığını ve sonunda da tümden kapandığını fark etmiştim birden. Sabah ağlarken olduğu gibi, bu sefer de konuşurken uyuya kaldığına emindim. Dönüp baktım...
Hiç de uyumuyordu, her zamankinden de uyanıktı hatta. Gözlerini fal taşı gibi açmış, korkuyla bana bakıyordu. Bu sefer de ne olmuştu acaba?
Kısık bir çığlık atarak, benden uzağa çekmişti kendisini. Boğazına kadar örtülü yorganı birden tekmeleyerek, o kahrolası güzelliklerini de gözlerime sundu yine...
Bu eve bir tane manyağın yeterli olduğuna inandığım için, seksapelinden etkilenmemeye kararlıydım bu sefer. Sığır gibi baktım suratına...
“Lütfen güçlü ol...” diyerek inlemişti. “İzin verme ona...”
Geri zekalı bir Sığır gibi bakıyordum artık. Beceremediğim bir şeyleri tekrar denememi ister gibi bir hali olmadığına göre, neden söz ediyordu ki bu deli?
“Engel ol...” diye haykırdı birden. “Güçlü ol, koru kendini...”
İki de şaplak yapıştırmıştı bu arada kafama. Öfkeli bir Sığır olarak baktım bu sefer de...
“Ele geçiriyor seni...” diyerek hıçkırdı. “İzin verme, lütfen...”
Yine geç anlamıştım, ruh’tan söz ettiğini. İyi de, bu canına yandığımın ruh’unun beni ele geçirdiğini düşündürtecek ne yapmıştım ki?
Elbise dolabının kapağındaki aynada kendimle bakışınca, anlamıştım ne yaptığımı. Vücuduma zaten doksan derece dik duran başımı, bir de ona doğru doksan derece döndürünce öylesine korkutucu görünüyor muşum ki... Filmlerdeki, kötü ruhlar tarafından ele geçirildiği için anatomileri alt üst olmuş zavallı bedenlere benziyordum sanki. Hoşuma gitmişti bu oyun, devam ettim...
Kafamın duruşundaki garipliğe hiç de uymayan efendilikle baktım bir süre ve şefkatle gülümsedim sonra da. Ta ki, onun da bana ister istemez gülümsemesini sağlayana kadar. Sonra da birden bire somurtarak, gözlerimi belerttim...
Gözleri tekrar korkuyla açılmış, yüzü neredeyse kireç gibi beyazlamış ve çaktırmamaya çalışarak ta, geri geri gitmeye başlamıştı. Sonra da birden düşüverdi yataktan...
Bakışlarımı ondan ayırmadan ve bacaklarım hareketsizken hiçbir yere de tutunmadan, dimdik bir şekilde kıçımın üzerinde doğruluvermiş tim birden. Yağlarımı eritmek amacıyla epeydir mekik çekiyordum neyse ki, hiç zorlanmamıştım...
Düştüğü yerden kıçının üzerinde yavaş yavaş, kapıya doğru gerilemeye başlamıştı. Öylesine yavaş ve dengeliydi ki bu geri gidiş, cilalı ahşap zemin ile kıçının sürtüşmesinden “vijjk, vujjk...” gibi sesler çıkmasaydı eğer, fark etmeyecektim bile...
“Kal orada...” dedim, çıkarırken hayli zorlandığım, genizden ve hırıltılı bir sesle.
Taş kesmiş gibi kalakalmıştı birden. İzlediğim Bilim kurgu filmlerinden tanıdığım Androidler gibi tutuk ve acemi hareketlerle, yataktan indim ben de...
Kesik kesik hareketlerle, sağa sola oynatıyordum başımı. Bu figürler için rol yapmama da gerek kalmamıştı ama o garip duruşu yüzünden zaten, boynum tutulmuştu çünkü...
Artık korkmuş değil de, sanki tahrik olmuş gibi görünen, hatta mastürbasyona başlayacakmış gibi kendisini okşayan Nuran, ayaklarımın dibindeydi. Ben de, boy aynasının karşısında...
“Hiç fena değilmiş...” diyerek hırladım, görüntüme bakarak. “Biraz yağlı ama...”
“Sen o’sun...” diye inledi Nuran. “Sonunda geldin...”
Gerçekten de bir ruh tarafından ele geçirilmiş beden olduğuma inanıyor muydu bilmiyorum ancak, sadece sıkıntımı dağıtmak amacıyla kalkıştığım bu oyuna fena kaptırmıştı kendisini. Epey de zevk alıyordu bundan üstelik...
Bana karşı gösterdiği arzu belirtilerinin daha önce de, fantastik bazı konumların arkasından oluştuğu düşünülecek olursa, ağır korkuların yüklediği heyecanın sonrasında harekete geçebilen türden bir Libidosu, olabilir miydi acaba? Daha da önemlisi, bu oyunu ne kadar sürdürebilirdim ki?
Ayaklarımın dibinde, orasını burasını mıncıklayıp kıvranan güzelliğe baktım bir süre. Onu çabucak hayal kırıklığına uğratmak istemediğim için, şeytanca bir bakış takınmaya çalışıyordum. Beyinlerde üretilmiş bir kavramın bakışının nasıl olduğunu bilmediğim için de, kopya çekmek amacıyla izlediğim gerilim filmlerini geçiriyordum aklımdan. İşe yarar bir şey bulamayınca da, kendi şeytanlığım da karar kılmıştım...
Gözlerimi alttan iyice kısarak, kaşlarımı yukarıya kaldıracak şekilde üstten de şişirmiştim. Dudaklarımı da sanki öpücük gönderecekmiş gibi büzerek, sırıtmakla ağlamak arası bir havada iki yana gerdim...
Nasıl göründüğümü çok merak ediyordum doğrusu ve az kaldı, dönüp aynaya bakacaktım. Ancak, bedenleşir bedenleşmez aynalarla dostluk kuran narsis bir ruh durumuna düşmek istemediğim için, yapmadım bunu. Uzun süre koruyamayacağımı anladığım yüz ifadem değişmeden de,
“Evet...” diye hırladım. “Sonunda gelebildim işte...”
Kaşı gözü oynayıp duruyor, bir eliyle memelerini, diğeriyle de başka bir yerlerini okşuyor, hatta belki de orgazm bile oluyordu manyak. Üstüne çullanıp ırzına geçmem için can attığına da, emindim...
“Sen...” diyerek fısıldadı. “Sen, bir Samuray sın, değil mi?”
İyi ki birkaç Samuray ölüm şiiri uydurmuştum kadına. Bir yıllık ruh’unu, Samuray yapıp çıkmıştı. Ama kendimi alamayıp aynaya doğru dönünce, pek de haksız sayılmayacağını anlamıştım. Takındığım şeytani bakışla, tıpkı bir Japon balığı gibiydim çünkü...
“Samuray’da ne demek bee?” diye söylendim.
“Yani... Hani var ya, sarı benizli, çekik gözlü adamlar...”
“Haaa, Çinli.”
“Hayır, hayır... Japon...”
“Anladım, şu adalarda yaşayanlar. Eee, Samuray ne peki?”
“Japon şövalyelerine, Samuray denir...”
“Pöhh... Ben sadece Rodos şövalyelerini bilirim.”
“Rodos şövalyesi misin yoksa?”
“Olur, mu beee? Onlar öldürdü beni zaten...”
“Eee, kimsin peki?”
Japon şövalyeleri, Rodos şövalyeleri derken, kadıncağızı hayal kırıklığına uğratmamak için, kariyer sahibi bir ruh olmaya karar vermiştim.
“Osmanlı donanması komutanlarından, Albatros Ali Reis’im ben.”
“Albatros mu? Pek Osmanlı ismine benzemiyor bu...”
“Değil zaten, Cenevizliler verdi bu lakabı bana...”
“Neden?”
“Albatros gibi tepelerine binerdim de, ondan...”
“Ne demek peki, Albatros?”
Kadın öbür dünyayla ilgili her bir boku biliyordu da, bu dünyanın en büyük kuşlarından birisinin adını bile duymamıştı. Canım sıkılmıştı ve zaten, fazla da atmaya başlamıştım. Daha fazla uzatmamak için,
“Sittiret...” dedim. Sonra da aynaya dönüp kendimi gösterdim.
“Bu herif hep böyle mi dolaşır? Yok, mu bunun giysileri?”
“Var tabi...”
“Neredeler peki?”
“Kaldırmıştım...”
“Getir hadi.”
“Ne yapacaksın?”
“Giyeceğim tabi ki...”
“Neden?”
“Dışarıya böyle çıkılır mı kadın?”
“Gidecek misin yani?”
“Evet...”
“Nereye?”
“Yaşama... Ne kadar zamandır ruhluk yapıyorum ben, biliyor musun?”
“Niye burada kalmıyorsun ki?”
“Yeterince kaldım...”
“Ama neden? Benim için burada değil miydin zaten?”
“Hayır kadın... Senden dolayı buradaydım...”
“Nasıl yani?”
“Güzelsin ve yalnız yaşıyorsun. Evine gelip giden adamlardan beğendiğim birisinin bedenini alırım diyordum. Ama yatak odanı bu manyak şekle sokup herkesi kaçırdığın için, bir yıldır bekleyip duruyorum. Neyse ki sonunda bu beyinsiz herif geldi de...”
Acıklı acıklı, aynadaki görüntüme bakıyordum. Nuran’da merakla bana...
“Yani, beni istemiyor muydun?” diye fısıldadı, hayal kırıklığı içinde. “Bana sahip olmak için, onun bedenini almadın mı?”
“Ne yapayım seni yahu? Unutma ki ben bir ruh’um. Şehit olduğum için, cennetlik bir ruh üstelik. Hurilerle yüzyıllardır iş tutmaktan sıkıldığımdan, değişiklik olsun diye geldim Dünya’ya. Dereler dolusu şarabı da, bırakarak üstelik...”
Güzel yüzü, asılı vermişti birden bire. Bir ruh tarafından becerilme hayalleriyle dolup taştığı, o kadar belliydi ki. Ruhluk rolümü daha fazla ileriye götürmeye, hiç niyetli değildim ama. Sabırsız bir sesle söylendim,
“Hadi ver artık, şu herifin giysilerini.”
Kıvrıldığı yerden kıpırdamamıştı bile. Çapkın çapkın bana bakıyor, bir yandan da memelerini ovuşturuyordu hala. Alabildiğine işveli bir tavır ve ses tonuyla,
“Gerçekten de, istemiyor musun beni?” diye sordu.
Oynadığımız bu saçma oyunun onun gözünde bir gerçek mi, yoksa fantezi olarak mı algılandığını, hala bilmiyordum ama bir şeyden emindim artık, kesinlikle istemiyordum onu. Saat, gecenin kim bilir kaçı olmasına ve üstelik meteliksizliğime karşın, sadece kurtulmak istiyordum buradan. Son bir şey daha vardı ama öğrenmeyi nedense hala istediğim, küçük bir detay...
“Kalk ayağa...” diye emrettim, buyurgan bir ses tonuyla. Kalkmıştı hemen...
“Yüz üstü yat şu yatağa çabuk...”
Yineletmeden, bu emrime de uymuştu. Zevkten dört köşe bir şekilde bacaklarını ayırmış, herhalde çok uzun süredir hayalini kurduğu o ruh’luk görevimi yerine getirmemi bekliyordu. Bilmiyordu tabi garibim, niyetimin sadece, olup olmadığını hala merak ettiğim, bir ben aramak olduğunu kıçında...
Sol tarafında, kuyruk sokumundan aşağı kıvrılan nefis bombenin altındaki o, mercimek büyüklüğünde koyu kahverengi lekeyi görünce de, gidermiştim merakımı...
“Yeter...” dedim. “Kalk ve şu giysileri ver artık...”
Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde doğrulmuş, aptal aptal bakınıyordu. Tam bir şeyler söyleyecekken de, kararlı bir tavırla bağırdım.
“Çabuk dedim...”

Gömlek ve pantolonumu büyük bir sürat le geçirmiştim üzerime ancak, hiç değilse beş yüz sene önce yaşamış bir Osmanlı Paşasının ruh’unun, çağdaş giysilere bu kadar alışkın olmaması gerektiğini düşününce de yavaşlayıp, ağırdan almıştım biraz. Fermuarın nasıl çekilip, kemerin nereden ilikleneceğini öğrendikten sonra da,
“Bu, ne işe yarar bee?” diye söylenerek, kravatımı gösterdim.
“Boyuna takılır...”
“Vay vayy... Yağlı kemendin yerini, bunlar almış demek...”
Elinde tuttuğu ceketin cebine tıkmıştım kravatı. Tuttuğu ceketi giyip uzattığı pardösümü de koluma aldıktan sonra,
“Hadi bakalım...” dedim. “Yolu göster şimdi...”
Sokak kapısının önünde ayakkabı bağlamasını da öğrenmiş çıkıyordum ki, asla unutmamam gereken ve on iki yaşımdan bu yana artık bir organım olan gözlüklerimin eksikliğini fark etmiştim birden. Gözlerimi kısarak sağa sola bakınıp,
“Yahu, ışıktan mı nedir? Birkaç adım ötesi, bulanık sanki...” diye mırıldandım.
“Tabi yaa...” diyerek haykırdı. “O gözlük takıyor, bekle biraz...”
Az sonra gözlüğümü getirip takmıştı, memnun memnun bakındım suratına.
“Söylesene...” diyerek sordum. “Nereden bulmuştun, bu salak ve kör herifi?”
Utangaç bir tavırla öne eğmişti başını. Hala çırılçıplak ve o kadar da güzeldi ki, tecavüzcü bir ruh olamadığım için fena halde kızıyordum kendime...
“O ne olacak?” diye sormuştu birden.
“O da kim?”
“O işte... Bedenini aldığın arkadaşım.”
“Haa, bu mu?” diyerek, kendimi gösterdim. “İşim bitince, bırakırım gider. Pek fazla kalacağımı da sanmıyorum zaten...”
“Peki ya, ruhu?”
“Ne olmuş ruh’una?”
“Zarar görmemiş midir ruhu? Bir beden de, iki ruh olabilir mi?”
Çağırdığı asansörü nasıl kullanacağımı da öğrendikten sonra son bir kez bakmıştım, karşımdaki çıplak güzelliğe. Yazıklanarak mırıldandım,
“Bir beden de iki ruh olur olmasına da, bu sığır herif, ruh’suzmuş ki zaten...”

.Eleştiriler & Yorumlar

:: ...........
Gönderen: Kâmuran Esen / ,
17 Ekim 2014
Merhaba Sevgili Nuri Ziya Aral; Bu, okuduğum ikinci öykünüz. Öykü diliniz çok başarılı. Her iki öykünüzde de, giriş cümleleriniz; okuyucuyu kendine çekiyor, insanda bir merak uyandırıyor. Başından sonuna kadar, okuyucunun ilgisini- merakını kaybetmeden okutmak, bir yazar için büyük başarı. Dilimizi hatasız kullanmanız da ayırca övgüye değer. Tebrik ediyorum. Selâm ve sevgiyle.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bana Rakı, Peki'ye Kek...
Bu Seferlik Benden Olsun...
Bir Büyük Rakı, Biraz Kavun...


Nuri Ziya Aral kimdir?

Bir şeyler sorulmadığı sürece kendimden söz etmeyi hiç beceremem ve şimdi de, aynı sıkıntıyı yaşıyorum yazık ki. Laf ebeliği yapayım en iyisi. . . Kendimi sizlere tanıtmam istenen bu kutucuğun adı "Yazar Tanıtım" gerçi ama "Yazar" filan değilim henüz. Bir şeyler yazan herkese "Yazar" denseydi zaten, edebiyat Nobellerinin çoğunu, Arzuhalcilerin alması gerekirdi herhalde. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Jack London, Bukowski...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nuri Ziya Aral, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.