Yalnızca hava, ışık ve arkadaşın varsa hiç üzülme. -Goethe |
|
||||||||||
|
Böyle durumlarda yeterince mayışmış olduğum için konuşulanları hatırlamam ve doğrusunu söylemek gerekirse, pek önemsemem de. Vücutların sessiz diliyle anlaşmak varken vıcır vıcır konuşmak, tuvalette iki büklüm ıkınan birisine yemek tarifi vermek kadar anlamsız gelir bana... Alt dudağımın hiç nedensiz aniden fena halde ısırılması ise, daha da anlamsız gelmişti. Yüzüstü dönüp dirseklerimin üzerinde doğrularak kötü kötü bakındım, yatak arkadaşıma. Sevişme süresince hiçbir anormal davranış göstermeyen bu güzel kadının sevişmenin sonrasında mı, yoksa ikinci kez sevişme isteğinin öncesinde mi, saldırgan ve manyakça eğilimler gösterdiğini anlamaya çalışıyordum. “Bir daha söyle bakim!” diyerek öyle bir dikilmişti ki tepeme ama az önceki hesap soran yüz şeklimin, en aptalından bir başkasıyla yer değiştirdiğine, kuşkum yoktu hiç. “Neyi?” diye fısıldadım, endişeyle... “Cevabını…” “Soru neydi ki?” “Beni seviyorsun değil mi?” diye sormuştum.” “Ne demiştim peki?” Tatlı tatlı gülümseyerek, alnımın ortasına esaslı bir şaplak yapıştırmıştı. Sonra da sanki gönlümü almak için öpecekmiş gibi eğilerek, burnumu dişledi birden. Yanağımı da ısıracaktı gerçi ama erken davranıp kenara çekilince, dişlerinin dibine kadar servis yaptığım, omzumu kapıverdi bu sefer de. İnce, uzun parmaklı güzel elleri ise, sadece o iş için üretilmiş makine titizliğiyle orama burama seri çimdikler atıyordu bir yandan da. Kasap bıçağından kurtulmayı başarmış öküzler gibi, can havliyle böğürerek fırlamıştım yataktan. Göt kadar odanın kapıya en yakın bir köşesine sığındıktan sonra da, açık pencereden içeriye dolan dolunay ışığında bembeyaz dişleri parlayan Nurgül’ün aslında Vampir mi, yoksa kurt kadın mı olduğunu düşünmeye başlamıştım. “Bir daha duymak istiyorum…” diyerek tıslamıştı birden o da, birbirine sürterek bileyip durduğu dişlerinin arasından. “Seni bu kadar kızdıracak, ne demiştim ki güzelim?” “Sevecek kadar tanımadığını…” Sevişme sonrası alaca orgazm döneminde sorulabilecek en gereksiz soruya, verilebilecek en dürüst yanıtı vermiş olmanın huzuru yayılmıştı içime. “Yalan da değil…” diye mırıldandım. “Üçüncü görüşmemiz daha bu…” “Niye yattın, o zaman benimle?” “Sevip sevmediğimi sormamıştın ki önceden. Yattığın adamlarda işin bittikten sonra sevgi koşulu arayacağını bilseydim eğer, yatmazdım herhalde.” “Duygusuz hayvan!” diye bağırarak, üzerine güç bela sığdığımız yatağın yanındaki döşeğin arkalığını fırlatmıştı önce. Sonra da, döşeğin kendisini… Suratıma aldığım iki isabetli atıştan sonra, yıllar önceki okul futbol takımlarının kalelerinde bir maçtan fazla niye tutulmadığı mı, daha iyi anlamıştım. Ayrıca, içleri pamuk veya sünger yerine kıtık dolu olan köy yastıkları da, epey can yakıyormuş doğrusu. Sersemlemem geçtikten sonra fırlayıp, odadaki atılabilecek tek şeyi, ne bok yemeye oraya konduğunu bir türlü anlayamadığım hamam oturağını, Nurgül’ün ellerinden kurtardım. Kafamı da, oturaktan tabi ki… “Ruhsuz deve!” diyerek dizimi tekmeledi, bu sefer de. Duygusuz ve ruhsuz yakıştırmalarını, hiç üzerime alınmamıştım. Hatta Darvin’in evrim teorisinin insan türüne ilişkin kısımları, bana Âdem’le Havva masalı kadar anlamsız gelmesine karşın, hayvanlığı bile hakaret olarak saymadım. Ama o kadar hayvanın içerisinden develiğe uygun görülmem, canımı sıkmıştı nedense… “Senin gibi, şapkayla bir buçuk metre gelen yer cücelerinin yanında, ilkokul çocukları bile deve sayılır herhalde.” diye söylendim, sinirle… “Benim boyum, tam bir altmış üç…” diyerek haykırmıştı. “Gözlüklerini değiştirsen iyi olacak, dört göz ayı!” On iki yaşımdan beri gözlük taktığım için dört göz olmak umurumda bile değildi ancak, iki aydan beri canımı dişime takıp yüz on kilodan doksana düştüğüm için olsa gerek, ayı lafına da fena bozulmuştum. Sadece karşılık vermiş olmak için hiç de hak etmediği halde, “Enin de, bir altmış üç var mıdır acaba?” diye mırıldandım. Alev fışkırtan bakışlarla kafama fırlatacak bir şeyler aranmış, bulamayınca da uzun tırnaklı güzelim ellerini uzatarak, süngü hücumuna geçmişti. Bu tür kavgaları pek yaşamadığım için deneyimsiz olmama karşın, uzun boylu ve uzun kollu olmanın avantajlarını iyi bilirdim. Bu artılarımı kullanarak ellerini yakaladım ve aynı anda kasıklarıma aldığım müthiş diz darbesinden sonra da, kısa boylu olmanın avantajlarını öğrendim... Yeni doğmuş bir buzağı gibi inildeyerek yerlerde debelenirken, bir yandan da apış aramda sallanan o iki yuvarlakla öbür şeyin, sakatat cinsinden değerlerinin ne olabileceğini düşünüyordum. Fazla düşünmeme fırsat kalmadan tam o sırada işte, kapı açılıp odanın ışığı yandı… Önce Nurcan girmişti içeriye. Her ne kadar inleye inleye yerlerde kıvranıyor duysam da, anadan doğma olmamın getirdiği pornografik görüntüm Nurcan'ın acıma duygularını yok etmiş ve iki eliyle birden yüzünü kapatarak, sanki ırzına geçiliyor muşçasına, çığlıklar atmasına neden olmuştu. Çığlıklarla birlikte de, Faruk daldı odaya… Bu sefer de Nurgül, orasını burasını örtmeye çalışırken atıvermişti, canhıraş feryadını. Zavallı Faruk ise, temmuz sıcağına karşın gırtlağına kadar iliklediği pijamaların dan bir yerlerinin görünmesi sanki mümkünmüş gibi elleri ile kasıklarını kapatmış, avazı çıktığı kadar da bağırıyordu. Herkes bağırdığı için, ses çıkarmama gerek kalmamıştı artık. Canımın acısını da bir yana bırakarak kendimi yatağa atıp, çarşafı üzerime çektim. Hala çığlık atıp duran Nurgül’de iki eliyle birden kıçını kapatarak yatağa koşup, can havliyle yanıma sığınmıştı. Ortalıkta görülecek bir şeyler kalmayınca da, çığlıklar kesiliverdi. “Tamam mı, gözlerimi açayım mı artık?” diyen, Nurcan'ın fısıltısı duyulmuştu sessizlikte önce. Sonra da, Faruk’un kükremesi… “Madem sevişi yordunuz, odanızın kapısını neden kilitlemediniz? Pis teşhirciler...” İkisine de kötü kötü bakarak söylendim, “Ya siz, kapıyı çalmadan neden daldınız içeri peki? Pis röntgenciler…” “Çıkardığınız seslerden, birbirinizi boğazladığınızı sanmıştık. Manyakça bir seks fantezisi yaptığınızı, nereden bilelim?” Az önce beni öldürecek denli öfkeli olmasına karşın, endişe içerisinde koluma sarınmış titreyen Nurgül’e bakarak, “Ne fantezisi be?” diye hırladım. “Duyduğunuz sesler bu katilin, yumurtalı sucuk pişirme arzusundandı…” . Karı koca aptal aptal birbirlerine bakmışlardı. Sonra da Nurcan, “Her neyse…” dedi. “Ne yaptıysanız artık, ama bütün köy uyanmıştır herhalde…” “Köyü bilmiyorum ama…” diyerek, bu sefer de pansiyoncu girmişti içeriye. Neler olduğunu anlamak istermiş gibi bir süre odaya göz gezdirdikten sonra da yerdeki döşekleri toplarken, devam etti. “En azından, pansiyonda uyuyan kalmadığına emin olabilirsiniz. Birbirinizi öldürmekten vazgeçtiyseniz söyleyeyim de, yataklarına dönsünler.” Pansiyoncu çıkar çıkmaz, Nurcan’la, Faruk’un soru yağmuruna tutulmuştuk. Ben ağzımı açmadığım, Nurgül ise ipe sapa gelecek tek bir söz söylemediği halde otuz saniye sonra Nurcan öfkeyle, Faruk ise pis pis sırıtarak, bana bakıyorlardı. Neyse ki pansiyoncu hemen döndü de, sümsük sümsük yerdeki kilimi izlemekten kurtuldum. “Hemen başka bir oda bulun bu adama.” diye söylenmişti Nurgül. “Öleceğimi bilsem, aynı odada kalmam artık…” “Merak etme…” diyerek hırladım. “Aynı odada kalırsak, ölen ben olurum zaten…” Müşterilerinin tartışmalarına alışkın olduğu kuşku götürmeyen pansiyoncu, çaresiz bir şekilde ellerini açmıştı. “Benden başka bir oda istemeyin de…” diyerek sızlandı. “Kendi odamızı bile müşterilere verdiğimiz için, çoluk çocuk yer döşeklerinde yatıyoruz zaten.” Uzunca bir süre, ikisi birbirini istemeyen dört kişinin, iki odayı nasıl paylaşacağının hesabını yapmıştık. Zaten pek fazla olmayan seçeneklerden en mantıklısı, kadınlar bir oda da, erkekler bir oda da şıkkı ise, en keskin itirazı Nurcan’dan almıştı. Benim veya Nurgül’ün, kocasıyla sarış tığı yatağın dibinde yer yatağında yatmamıza razıydı ama yanında Faruk olmadan asla… “Kutlarım…” diye mırıldandım. “Kocana bağlılığın göz yaşartıcı…” “Çok konuşma…” diyerek susturmuştu. “Senin yüzünden, şu anda yataklarımızda değiliz zaten…” “Niye, benim yüzüm denmiş kızım? Ne yaptım ki?” “Daha ne yapacaksın? Hem alacağın olsun. Seni bir arkadaşımla daha da tanıştırır sam eğer, iki olsun…” “Amaaan, kaç olursa olsun bee. Hem dayak yiyorum, hem de zılgıt… Zaten şu beni evlendirme merakından da, vazgeç artık.” “Bu sondu… Sen kim, evlilik kim?” “Bunları yarın tartışın artık…” diyerek homurdandı pansiyoncu. “Nasıl yatılacağına karar verin şimdi.” Kimseden çıt çıkmıyordu ve bütün gözler de, bendeydi. Kabağın sonunda başıma patlayacağını bildiğim için, en acıklı suratımı takınıp görsel duygu sömürüsü yaptıysam da bir süre, işe yaramayacağını anlayınca, vazgeçmiştim. Hepsine birden, kötü kötü bakarak söylendim. “Tamam, tamam… Ben de yatmam, olur biter. Sen Faruk, şuradan şortumu uzatıver. Ve sen de dostum, yer döşeğine dönmeden önce bana bir büyük rakı, biraz kavun, beyaz peynir ve bolca da buz çıkarıver…” Faruk’un dürtmesiyle uyandığım zaman güneş hayli tepelerde, ben ise, pansiyonun önündeki ahşap iskeleye bağlı minicik bir sandalın içerisindeydim. Gözlerimi açmama karşın pek uyanmış gibi görünüyor olmamalıydım ki, Faruk işaret parmağını darbeli matkap gibi göbeğime dürtüp duruyor, bir yandan da söyleniyordu. “Uyan artık, nöbetçi sarhoş. Kahvaltı hazır.” Homurdana homurdana, doğrulmaya çalışmıştım. Sıkıştığım iki oturak arasından kıçımı kurtarmayı başardığımda da, karşımdaki Faruklardan hangisine küfretmem gerektiğini düşünüyordum. Karar veremeyince de vazgeçip, sandaldan indim. Fazla içtiğim zamanlarda yatağımdaki yönümü bile karıştırdığım için, sandaldaki yönümü doğal olarak şaşırmış ve iskeleye çıkıyorum derken de, denize inmiştim. “Oohhh, su ne güzelmiş…” diyerek, salaklığımın anlaşılmaması için de, yüzmeye koyuldum bu sefer... Oysa Kekova’nın sığ kıyılarındaki su, hem neredeyse yumurta haşlayacak kadar sıcak, hem de biriken yosunlardan dolayı, leş gibi pisti. Sandaldan düşer düşmez ayağıma batan denizkestanesi dikenleri de, cabası… Faruk, çabuk olmamı söyleyerek gidince, denizin tabanındaki sivri taşlara ayağımı kestire kestire ve küfrede küfrede, çıktım sudan. Topallaya topallaya da, pansiyonun biricik duşunun yolunu tuttum. Binlerce yıl öncesinden kalma sarnıçların içerisinde biriken yağmur sularının, kagir binanın arka tarafındaki yüksekçe bir yere tutturulmuş fıçının içerisine aktarılmasıyla oluşuyordu duş. Musluk niyetine kullanılan tıpa çıkarılınca fıçı işemeye başlıyor, en son yağmurun iki ay kadar önce yağdığı düşünülürse sidikten çok daha pis olması gereken suyla da, yuta yalana yıkanılıyordu. Ben de öyle yaptım… Üzerimdeki şort dışında her şeyim yukarıdaki odada olduğu için, köpekler gibi silkelenerek kurulanmıştım. Sonra da, balçık gibi bir şeylerle duvara tutturulmuş kalp şeklinde plastik bir çerçevenin içerisindeki, ortasından ikiye bölünmüş aynaya takıldı gözüm. Isırılan alt dudağımın sağ tarafı, neredeyse iki mislinden fazla şişmiş ve aşağıya sarkmıştı. Burnumun ucunda iki tarafa paylaştırılmış diş izleri, omzumda ise çok daha fazlası vardı. Vücudumun orasına burasına serpiştirilmiş çimdik morlukları ise, Dalmaçya cinsi köpeklerle, akraba gibi görünmemi sağlıyordu. Ve kasıklarım da, hala sızlıyor… Bu kadar yara bereye, bir de eşekliğim yüzünden edinilmiş denizkestanesi dikenleri ve taş kesikleri eklenince, artık neye benzediğimi bilmiyordum ancak, arkadaşlarının tanıştırdığı güzel bir hanımla hoşça vakit geçirmeye gelmiş tatilciye benzemediğim de, kesindi... Uzunca bir süre, aynaya bakarken kendime küfretmiş tim. Zaten pek zengin olmayan repertuarımdaki küfürler tükenince de, görüntüme yakışacak en beter bakışlarımdan birisini takınarak, binanın üst katını taşıyan ahşap direklerin arasına serpiştirilmiş masalara doğru topalladım… Tatil denilince akla gelen ilk şey uyku olsa gerek ki, vakit öğleyi geçmiş olduğu halde minik pansiyonun tüm konukları, uykulu gözlerle kahvaltılarını yapıyorlardı. Gerçi ters ters bakışlarıyla uykusuzlukların dan beni sorumlu tutar gibiydiler ya, hiç üzerime alınmadım. Yanlarına geldiğim zaman Nurgül ve Nurcan, suratıma bile bakmamışlardı. Evli olduğu için bu tür gönül maceraları yaşayamamanın kıskançlığı ve halime bakınca da evli olduğuna şükretmenin sırıtkan lığıyla selamımı alan Faruk olmasaydı eğer, masalarına oturmaya cesaret edemezdim herhalde. “Üstünüze bir şeyler giymek isterseniz, eşyalarınız benim odamda.” demişti Nurgül, yüzünü tabağından kaldırmadan… Bir gece önce, birinci tekil kişiliği iki ayrı bedende paylaştığımız yatak arkadaşımın bu anlamsız sizli bizliliği, keyfimi yerine getirmişti nedense. “Vücudumun yeni desenleriyle, çıplaklığımın fark edileceğini sanmıyorum!” diye mırıldandım, pis pis sırıtarak. “Ama üşüye bilirsiniz…” “Temmuz sıcağında mı? Hadi canım…” “Uzatma Aydın…” diyerek söze karıştı Nurcan. “Kız bir şeyler giymeni istiyorsa, giyiver sen de…” “Marifetinden utanacaktıysa eğer, ısırık ve çimdik bombardımanına tutma saymış kızım…” diye tersledim. “Ağzımı burnumu da bir şeylerle örtmemi ister mi acaba?” Yanımda oturan Faruk, ayaklarımın çıplak olmasına ve kendi ayağındaki takunya gibi şeylere aldırmadan parmaklarımı ezerek kulağıma eğilmişti. Erken davranıp fısıldadığım küfürleri sakin sakin dinledikten sonra da, “Kızın üzerine gitme oğlum…” dedi. “Olanlardan o da çok üzgün. Bu geceyi de sandalda geçirmek istemiyorsan eğer, biraz alttan al.” O geceyi ne sandalda, ne de Nurgül’ün yanında geçirmek istiyordum artık. Hem, bütün bunları yaşamamı gerektirecek ne tür bir hata yapmıştım ki? Aslında, evlilik statüsüne terfi etmemi kendisine birinci amaç edinmiş Nurcan'ın bir arkadaşıyla tanışmayı kabullenmem, en büyük hataydı ama… Ne yapayım, Nurgül’de hoşuma gitmişti doğrusu. Ama her hoşuma giden kadına da, âşık olamazdım ya… Sonra, sadece üç kere görüşüp bir kere elini tuttuğum karşı cins, haberim bile olmadan yer ayırtılan ücra bir köyün izbe pansiyonundaki odada benimle baş başa kalmayı kabul ediyorsa, onunla sevişmeyip de, pişti mi oynayacaktım yani! Birkaç kadeh rakıdan sonra cilveleşmeye başlayan da, kendisiydi üstelik… Kötü kötü Nurgül’e bakarak, peynir, zeytin ve lop yumurtadan oluşan kahvaltıya girişmiştim. Dudağımın acısı yüzünden yediklerimden bir bok anlamayınca da, Faruk’un göğüs cebindeki pakete uzanıp bir sigara yaktım. “Kahvaltıdan sonra…” diyerek homurdanmıştı Faruk, tıka basa dolu ağzının neresinden konuşabildiyse? Sifonu çektikten sonra da devam etti, “Motor kiralayıp, tenha bir koyda yüzelim diyoruz…” “Bana ne?” diyerek çıkıştım. “Ne yaparsanız yapın…” “Niye oğlum, sen gelmeyecek misin?” “Hayır.” “Neden?” “Sana ne?” Ters ters suratıma baktıktan sonra karısına dönüp, “Bırakalım bu herifi yaa…” diye söylendi. “Madem hey heyleri üzerinde, kendi başına ne bok yerse yesin…” Tatil arkadaşlarım kiraladıkları motora atlayıp tenha koylarına doğru yola çıkarlarken, ben de kovulma ve dayak yeme endişesi olmaksızın rahat bir uyku çekebilmek için, yukarıdaki odaya tırmanıyordum… Gördüğüm rüyaya, hiç de uygun düşmeyen bir tıkırtı uyandırmıştı beni. Gözlerimi açar açmaz ilk gördüğüm de, bir buçuk kişilik karyolanın ayakucundaki valizine eğilmiş, üzerine giyeceklerini ayarlayan Nurgül’ün çırılçıplak ve güzelim vücuduydu. Hiç sesimi çıkarmadan izlemeye koyuldum… Yaz günleri uykusundan sonra serin bir duş almadıkça mahmurluktan pek kurtulamadığım halde, henüz izlendiğinin haberinde olmayan o güzelim çıplaklık, kafamdan aşağı bir tanker su dökülmüşçesine kendime gelmemi sağlamıştı. Hatta biraz fazla kendime gelip gürültülü bir şekilde de yutkunmuş olmalıyım ki, nihayet izlenildiğini anlayarak kısık bir çığlık attıktan sonra, “Utanmıyor musun terbiyesiz…” diye bağırarak ve hala seçemediği külotlarının hepsini birden kasıklarına tutarak, ayağa fırlamıştı. “Hayır...” diyerek sırıttım. “Hem, hiçbir yerini de saklamana gerek yok. Her bir santimetre karen, belleğimde zaten…” Önce kasığındaki külotlarını, sonra da eline geçen her şeyi, kafama atmasını bekliyordum. Dayak arsızı mı olmuştum ne? Hiçbir şey atmadı ama çıplak vücuduna bir entari geçirip, “Utanmaz…” dedikten sonra da, çıktı odadan. Ne tür bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlayabilmek için, beklemiştim bir süre. Sonra da üzerime bir şeyler giyinip, ben de çıktım. Oda kapılarının açıldığı, her an göçebilecekmiş gibi görünen ve gacır gucur inleyen eğri büğrü ahşap balkonda Nurcan, gezi sonrası mayo ve havlularını asmakla uğraşıyordu. Aşağıya inen yine eğri büğrü ahşap merdivene doğru yürürken, “Nasıl geçti, tenha koy sefanız? diye laf atmıştım. Ters, ters bakmakla yetinip karşılık vermeyince de, başka bir şey sormadan aşağıya seğirttim. Kim bilir kaç kişinin canını yakmış kırık bir basamağı onaran pansiyoncu, işini bırakarak kenara çekilmişti beni görünce. Yanından geçerken de pis pis sırıtarak, “Sizinkiler de, birbirine girmiş…” diye fısıldadı. “Onları götüren motorcu söyledi.” “Pek şaşırtıcı bir haber değil…” diye mırıldandım. “Müşterilerinin arasında hala kavga etmeyen çiftler varsa eğer, o zaman şaşarım bak…” “Siftah sizden, bugün yarın diğerleri de başlarlar. Yarından sonra da, bizim kavga günümüz zaten…” “Nasıl oluyor o? Kavga için, önceden rezervasyon mu yaptırıyorsunuz?” “Yoo… Ama bildim bileli her Çarşamba, mutlaka kavga ederiz.” İnsanın karısıyla ne gün kavga edeceğini bilmesi, pek fena bir fikir değildi belki de. “Aferin size…” diyerek, devam ettim yoluma. Ayakları suya değecek kadar kıyıya yakın bir masada Faruk, ortalık henüz ışıl ışıl olduğu halde kara kara düşünerek, rakısını yudumlamaya başlamıştı bile. Artık tüm asık suratların sorumlusu olmak gibi bir komplekse kapıldığım için, onun da terslemesinden çekinerek, uzak durdum özellikle. Minik iskelenin en ucunda dikilmiş Nurgül, kim bilir neler düşünerek dalgın dalgın, denizi izliyordu. Onu görebilecek uzaklıktaki hemen herkes de, arkasından esen rüzgârla giysisinin iyice yapıştığı, güzelim çıplak kıçını… Bir süre, beyinlerinin bir köşesinde Nurgül’le yatan herifleri ve kendileriyle yatıldığı zaman da bu bakışların hesabını soracak olan kadınlarını incelemiştim. Sonra da, köyün en ucundaki pansiyonumuzun birkaç yüz metre ötesinden başlayan, antik dönem kalıntılarına doğru topalladım… Yarım saatlik bir yürüyüşün sonrasında, binlerce yılın ardından artık kayalaşmış toprakla kaynaşan duvarların çevrelediği, minik bir limana gelmiştim. Küçük elipsini çizen duvarlar, denizin içersinde kaybolup gidiyordu. Okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla, bu antik uygarlığın kurulduğu dönemlerde deniz buralara dek gelmediğine göre, üzerinde dolandığım muhteşem duvarların çevrelediği devasa havuz da, liman olmamalıydı aslında. Ama şimdi, doğanın o erişilmez değişkenliğinin sonucunda, ters çevrilmiş sandal görünümündeki o döneme özgü mezarların içerisinde yüzdüğü, minik bir limandı işte… Ne çok mezar vardı çevrede. Denizci bir ulus olma gururunun sandal görünümlü taşlarla dile getirildiği, içerisine tıkılmış olanların ekonomik ve sosyal düzeylerini üzerlerindeki işlemelerle belirten ve her dönemde gidileceği varsayılmış öbür taraf yolculuğunun rahat geçmesini amaçlayan, ne çok mezar… Bir zamanlar yeyip içip sıçan, çalıp çırpan veya çalışan, bütün yaşamlarını kendilerine örnek seçtiklerine erişmek veya rakip gördüklerini aşmak için tüketen, sahip olabildikleri artı değerleri hemcinslerine karşı avantaj, karşı cins için de koz olarak kullanan, büyük bir olasılıkla da aradıklarını asla bulamayan, zaten ne aradığını da bilmeyen, yaşları ilerledikçe de göt korkusuyla yeni yaşam şekillerini düşleyen, sonra da geberip giden ve tozu bile kalmamış hiçleri barındıran, ne çok mezar… Çevredeki kalıntıların en sağlam kalanlarının mezarlar olması, bir rastlantı mıydı acaba? Ölüme verdikleri değerden ötürü mezarları, yaşamlarını sürdürdükleri evlerinden daha sağlam planlanmış olabilir miydi ki? Yoksa sonraki dönemlerin insanları, kendilerinden önce var olanların yaşadıkları yerleri yok etmekte bir sakınca görmezken, ölüme duydukları saygıdan dolayı mezarları, özellikle mi korumuşlardı? İyi ama her iki durumda da, yaşadıkları sürece ne kendilerine ne de başkalarına saygı göstermeyen insanların hiçliğe verdikleri bu değer, mantıklı mıydı? Ve eriştikleri teknoloji ile övünen günümüz insanlarının, yaşamın tadına varmayı hala öğrenemedikleri halde ömürlerini uzatabilmeleri, bir yandan götlerinin yerden kalkmamasını sağlayacak kolaylıklar bulurlarken, diğer yandan da düzenlerini sürdürebilmek için binlerce yıl önce uydurulmuş varsayımlara inançlarını devam ettirmeleri, cinsler arası ilişki açısından yine binlerce yıldır bir arpa boyu yol alamadıkları için kadın-erkek çelişkisini hala sağlıklı bir ilişkiye çevirememeleri, birlikte olma veya olamama nedenlerini pek ala bilmelerine karşın genlerine kazınmış korkulardan dolayı bir türlü dile getirememeleri, hoşnutsuzluklarından kurtulabilmek için de kendi ters çevrilmiş sandallarının planlarını hazırlayarak hiçliği varlığa çevirebilme umutları, hangi akla hizmetti acaba? Nereden bilecektim ki? Hem zaten, büyük emeklerle işlenmiş taşlara bakıp “Neden’leri?” değil de, “Nasıl’ları?” düşünmek, daha kolaydı galiba. “Vay bee…” diyerek söylendim, yüksek sesle. “Nasıl da, uğraşmış herifler!” Pansiyona döndüğümde hava epey kararmış ve hemen herkes de, lokanta bölümündeki masalarına kurulmuştu. Bizim takım dağınıktı sadece… Yürüyüşe çıkarken içtiğini gördüğüm Faruk, masasını kıyıya taşıtıp ayaklarını da suya daldırmış, artık dizlerine kadar suyun içerisinde olduğu yetmezmiş gibi karşısına da herkesin yaka silktiği köyün delisini oturtmuş, hüzünle içiyordu hala ve artık iyice, sarhoştu da… Nurgül’le Nurcan'a gelince, lokanta bölümünün tam ortasındaki bir masaya kurulmuşlar, en minicik şortlarını ve memelerinin yarılarını açıkta bırakan türden bluzlarını üzerlerine geçirmiş, normalde asla yapmayacakları denli bir abartıyla suratlarını boyamış, pek de doğal görünmeyen kahkahalar atarak sahte bir keyif içerisinde, şarap içiyorlardı. Kadınların, özellikle partnerleriyle ilişkilerinin sekteye uğradığı zamanlarda teşhircilik güdülerinin niye depreştiğini asla anlayamayan zavallı ben de, hangi masaya gideceğime karar veremediğim için, sığır gibi dikiliyordum. Ne sarhoş Faruk’un, ne de, aynı zamanda kekeme olan köyün delisinin sohbetlerine katlanacak durumda olmadığımdan, hanımların masasına yaklaştım. “Bir dakika Beyefendi…” demişti Nurcan, gözlerimle selam vererek karşılarındaki iskemleye otururken. “İzin almadan, ne hakla oturuyorsunuz?” “Özür dilerim…” dedim, oturmadan bekleyerek. “İzin verir misiniz?” Karşılık gelmemişti ama her ikisi de, dudaklarının kenarına yapışmış sinsi birer sırıtış, aynı zamanda da öfke saçan gözlerle bakıyorlardı bana. Sessizliklerini, işime geldiği gibi yordum ve usulca, iliştim iskemleye. Otuz saniye sonra karşıma dikilmişti, ortalık temizlemek ve çamaşır yıkamaktan artan zamanlarda aşçılık ve garsonluk görevleriyle de uğraşan, pansiyoncunun karısı. “Ne yemek istersiniz?” diye, sırıtarak… Suratının her tarafına yayılmış alaycı sırıtışa, Çarşamba günkü surat şeklinin ne olacağını bilmemin tebessümüyle karşılık vererek sordum, “Neler var?” “Izgara köfte.” “Başka?” “Çoban salata.” “Daha başka?” “O kadar…” “Ehh, getir o zaman.” “Yanında rakı alırsınız değil mi?” “Hayır, canım istemiyor. Ayran getir varsa…” Üzerindeki bol şalvarı yelken gibi şişiren koca kıçını, çalkalaya çalkalaya gitmişti kadın. Hemen arkasından da Nurgül, şarap kadehini yoldaşına doğru kaldırarak, “Hadi, şunları bitirip dolaşmaya gidelim.” dedi. “Sıkıldım bu masadan…” Kadehlerini boşalttılar, birer şişe daha otuz beşlik açtırarak avuçladılar, sonra da çekip gittiler. Ben de önüme bırakılan ve hala “möö” leyen, köfteler ime giriştim. Deniz kıyısında yenilebilecek tek yemeğin balık değil de köfte olması, ilginçti doğrusu. Bir boka da benzemiyordu üstelik yiyemeyecek tim bu saçmalıkları… Köfteleri, birkaç metre ötemde uyuklayan ve uyumadığı anını henüz pek görmediğim, pansiyoncunun miskin köpeğinin önüne attım. O da sanki kafasına taş atmışım gibi sinirle doğrularak, hırlamaya başlamıştı. “Hastir lan…” dedim öfkeyle. “Seninle mi uğraşacağım bir de?” “Kimseyi bulamazsan, bokunla kavga edeceksin. Değil mi?” diyerek, tepemde bitmişti Faruk. Ayakta zor durduğu için, hacıyatmaz gibi sallanıyordu. Sonunda da düşeceğini anlamış olmalıydı ki, ellerinden birisi salata tabağımın içine denk gelecek bir şekilde masaya tutunarak, kurtardı kendisini. Artık aç kalmaya karar vermiş bir hüzünle salatama bakarken, Faruk’un kıçının altına bir iskemle uzatıp oturmasına yardım ederek söylendim, “Ayakta zor duruyorsun, otur şuraya…” Elini masanın örtüsüne silerek iskemlesine yerleşirken, henüz toplanmamış olan hanımların servislerine bakıp sordu, “Nereye gitti bunlar?” “Dolaşmaya…” “Nerede dolaşacaklarmış bu saatte?” “Ne bileyim ben?” “Ne demek lan, ne bileyim?” “Ne demesi var mı ulan… Göt içi kadar köyde, nereye gidebilirler ki zaten?” “Olur, mu yaa… Ya karşılarına bir sapık çıkar da, tecavüz filan ederse?” “Bir sapık, ikisiyle başa çıkamaz. Hatta iki sapık bile… Buralarda daha fazlasının olacağını da sanmıyorum.” “Tabi, ikisi de umurunda değil ki, başlarına gelebilecekleri umursa yasın…” Hiç de o kadar eşek bir herif değildim ama savunmadım kendimi. “İstiyorsan, gidip arayabilirim…” diye mırıldandım gönülsüzce… “İstemez…” diye hırlarken, az önce miskin köpeğin önüne attığım rezil köftelere baktığım gibi bakıyordu bana. “Sen bilirsin…” Hala üzerimdeydi, suçlayıcı ve küçümser bakışları. Gerçi iyice sarhoş olmasından dolayı, ciddiye almama duygusu yaratıyordu bende ama birkaç dakika boyunca, bakışmıştık yine de. Sonra da ağır ağır kapandı, sımsıkı yumuldu o gözler ve birkaç damla yaş bıraktı aşağıya… İstediğim zamanlarda bile ağlamayı becerememenin kıskançlığından mı bilmiyorum, gözyaşlarını hiç sevmem. Beyin yerine omuriliğin kullanıldığı davranışların sonrasında akıtılan gözyaşlarına ise, sinir olurum. Faruk’un ağlamasının beyninin tatilde olduğu zamanlara denk geldiğini çok iyi bildiğim için de, kılımı kıpırdatmamıştım. Gözyaşlarını silen parmaklarının arasından, kaçamak bir bakış göndermişti. Her ne kadar umursamazlığım üzerimden akıyor duysa da teselliye ihtiyacı olsa gerek ki, “Nurcan’la kavga ettik…” diyerek hıçkırdı. “Biliyorum…” dedim, sesimin en duygusuz tonuyla. “Eee…” “Ne eee’si?” “Niye kavga ettiğimizi sormayacak mısın?” “Yoo…” “Neden?” “Zaten hep kavga edersiniz ve hiç birisinin elle tutulur gerekçesi yoktur da ondan.” “Bu seferki farklı ama…” “Yok yahu… O zaman söyle bari neden?” “Senin yüzünden, bok herif! Senin yüzünden…” Söylene söylene kalkarak, üst kata çıkan merdivenlere yalpalamıştı. Bana gelince, Nurcan’la karşılıklı yeşillen dikleri günden bu yana yaptıkları kavgaların yarısının suçu zaten üzerime atıldığı için, yine kılımı kıpırdatmamıştım. Ama herkesin şamar oğlanı olmakta, sıkmaya başlamıştı artık… Uzunca bir süre kara kara düşünerek, önüme bakmıştım. Sonra da, önceki geceden beri sohbetlerine meze olduğumuza inandığım komşu masaların gülüşmelerini üzerime alınarak, kötü kötü onlara baktım. Daha sonra da, önüme dikilmiş kuyruğunu sallayarak dilini şapırdatan ve attığım köftelerin devamını isteyen, obur Miskin’e… Nurgül’le Nurcan'ın omuz omuza ve sallana sallana dönüşlerine kadar oynaşmış tık, Miskin’le. Hangisinin ayağı sürçtüyse dengeleri bozulup ikisi birden yere yuvarlanınca da, Miskin’i boş verip yardımlarına koştum. “Bırakkk…” diye bağırmışlardı, yine ikisi birden. “Sıktınız ama…” diye homurdandım. “Ne haliniz varsa görün o zaman, sarhoş yapışıklar!” İskemleme ve kara kara düşünmeme dönmüştüm yine. Uzandıkları yerden hiç de şikâyetçi görünmeyen acemi sarhoşları ise, pansiyoncunun göt azmanı karısı kaldırmıştı yerden. Hanımlara davranışımı kaba bulduğundan mı, yoksa onları odalarına çıkarma angaryası kendisine kaldığından mı bilemiyorum, ters ters de bana bakıyordu. Az sonra Nurgül ve Nurcan, ortalarına girerek bellerine sarılmış taşıyıcılarının anormal kalçalarından dolayı birer parantez görünümünde, sarhoş sırıtkanlıkları da suratlarına yapışmış bir şekilde, geçip gittiler yanımdan. Partnerlerine küsmüş kadınlar olarak aynı odayı paylaşacaklarına, emindim. Faruk’la aynı odada kalarak dışlanmış erkekler koalisyonu kurmaya ise, hiç niyetim yoktu doğrusu... “Baksana patron…” diye seslendim pansiyoncuya. “Bana bir büyük rakı, biraz kavun, beyaz peynir ve bolca da buz…” Aniden başlayan serin esinti, ayaklarımın dibinde uyuklayan Miskin’in homurdanması, kıçına yumurta sokulmuş gibi yırtınan bir horozun ötüşü, iskemle tepesinde iki büklüm uyuklamaktan tutulan belimin sızısı, belki birkaç şey daha. Herhalde bunlardan birisiydi beni uyandıran. Belki de hepsi… Gözlerimi açar açmaz fark ettiğim, hemen karşıma konulmuş bir iskemlede oturan ve tatlı bir gülümsemeyle beni izleyen Nurgül, değildi ama çıtı çıkmıyordu çünkü... Ertesi gün önümüze getirilecek olan rezil köftelerle, birkaç yeşil şeyi barındıran vitrinli dolabın ışığıydı sadece, ortalığı birazcık aydınlatan. O ölgün ışıkta Nurgül, öylesine tatlı bakıyordu ki… Birazcık duygusal bir herifin aklına bile gelmeyecek soru, ruhsuz bir deve olduğum için merakıma düşmüştü. “Saat kaç?” diye mırıldandım. “Sabaha var.” dedi, bütün sevecenliğiyle gülümseyerek. “Ne kadar var?” “Birkaç saat…” “Niye yatağında değilsin o halde?” “Uykum kaçtı.” İki gecedir sağda solda uyuklamanın kıskançlığıyla, uykusunu daha beter kaçıracak birkaç laf geldiyse de aklıma, söylememe nezaketini göstere bilmiştim neyse ki. Bunu, iskemle tepelerinden kurtulup bir buçuk kişilikte olsa normal bir yatağa terfi edebilme umudunun çıkarcılığından mı, yoksa bana tatlı tatlı bakan her güzel kadının karşısında mayışma mı sağlayan hıyarlığımdan mı yaptığımı ise, bilemiyordum yazık ki. Sıkıntıdan olsa gerek, henüz yeni uyandığım ve canım hiç de istemediği halde elim, masadaki yarı dolu kadehime uzanmıştı. Ufak bir yudum alacakken de, “İçme artık…” diye fısıldayarak, elimi tuttu Nurgül. “Yeterince içmişsin zaten…” Neredeyse iki saattir uyukladığım için, beklemekten ne rengi, ne de kokusu kalmıştı rakının. Üstelik alkol komasına girerek dünyasını değiştirmiş bir sinek de, defnedilmeyi bekliyordu kadehimin içinde. Hepsini birden dipledim ve dibindeki son dubleyi boşaltmak amacıyla şişeye uzandım. “Bu kadar yeter…” diyerek, şişeyi almıştı elimden. Kötü kötü baktım. “Hadi, ver şunu.” Yaramaz çocuklar gibi omzunu silkerek yerinden kalktı ve birkaç adım uzaklaştı masadan. Ben de omzumu silktim ve bir sigara yaktım. Kovalayan olmayınca, kaçmanın da anlamı kalmıyordu herhalde ki, birkaç dakika sonra geri döndü ve şişeyi masaya bıraktı. “Al, iç istediğin kadar…” “Artık istemiyorum, sağ ol.” “O niye?” “Niye si filan yok, vazgeçtim.” “Niye vazgeçtin peki?” Ne içmeye izin vardı, ne de içmemeye. Hem, iskemle tepesinde efendi efendi sızmışken karşıma geçip dikizlemenin, gözlerimi açar açmaz da suratıma bakarak gülücükler göndermenin, gereği neydi ki? Ne bok yiyeceğimi bilemeyip rakıya uzandığımda da, önce engelleyip sonra da neden içmediğimi sorgulamanın, ne anlamı vardı ki? “Bak güzelim…” dedim, yeni bir tartışmaya çanak tutarak. “Bir şeyler yapmış olmak için rakı içmek istemiştim sadece, içmek istediğim için değil. Sen şişeyi kaçırdın diye kovalamaca oynamak isteyeceğimi de, düşünme sakın. Ayakta durabileceğimden bile, emin değilim zaten. Şişeyi geri getirdin diye içmek zorunda da, değilim üstelik.” “Kovalaşmayı sevmediğini mi anlatmaya çalışıyorsun?” diye sordu, yine bütün sevecenliğiyle gülümseyerek. İster istemez yumuşamıştım, sesimi daha da alçaltarak mırıldandım, “Çekişme, daha doğru bir kelime olur.” “Ne çekişmesi? Neyi çekiştirdik ki şimdi?” “Kendimizi… Farkında değil misin, dünkü sevişmenin sonrasından bu yana, çekişiyoruz aslında…” “Abartıyorsun, senin sevmediğin ne aslında biliyor musun?” “Ne?” “Emek vermeyi sevmiyorsun sen. Çaba göstermeyi…” Lafın nereye geleceğini anlamıştım ama anlamazdan geldim. “Hadi canım, hem şu şişenin dibindeki azıcık rakının, içebilmek için bir uğraşa girmeyi gerektirecek ne özelliği var ki? Yarım duble dışındaki bölümünü bitirmişken üstelik...” “Anladığım kadarıyla, geceni paylaştığın her şeye karşı saygısızsın sen!” “Şişenin bunu umursadığını sanmıyorum.” “Ben umursuyorum ama.” “Birkaç dakika lafladık diye, bütün bir geceyi paylaştığımızı iddia etmiyorsun ya!” “Bu geceden söz eden kim? Salak!” Sonunda sinirlenmişti. Biraz daha sakin kalabilseydi eğer, bu tepkisiz tartışmadan sıkıldığımın göstergesi olarak, çekip gidecektim zaten. Uzanıp rakı şişesini aldım, kalanını kadehime boşalttım, buzluktaki erimiş buz sularını üzerine ekledim ve sonra da Nurgül’ün önüne bıraktım. “Al, rakıdan esirgediğim saygıyı sen ver…” En azından tersleme sini bekliyordum Nurgül’ün ama yapmadı bunu. Kadehe uzanıp eline almış, şişeye tokuştur muş ve irice bir yudum içmişti. Bir iki dakika kadar, planlamadığı bu rakı tüketiminin ağzına ve genzine verdiği yanmanın dinmesini bekledikten sonra da titreyen sesiyle, “Rakının ki tamam…” diye mırıldandı. “Peki, benim saygınlığımı kim verecek geriye şimdi?” Kavga çıkarmak istemiştim galiba ama hiç şansım yoktu. Pes ederek bezgin bir tavırla, “Bulursun birilerini…” dedim. “Artık git lütfen, sızmak istiyorum…” Yalnız kalır kalmaz rakının kalanını diplemiş, sekiz on iskemleyi birleştirerek üzerine uzanmış, uyumamı çabuklaştırır düşüncesiyle bir sigara tüttürürken dolaptaki köfteleri saymış ama sızamamıştım bir türlü. Doğrulup bağdaş kurarak, bir sigara daha yaktım. Karşımdaki, karanlıktan daha karanlık görünen adalardan birisinin üzerinden doğması gerekiyordu güneşin. Ama henüz hiçbir hareket yoktu ve yıllardır kerelerce izlediğim halde, güneşin hangi adanın arkasından göz kırpacağını ya her seferinde de sarhoş olduğum, ya da duyarsız bir eşek olduğum için, hala bilmiyordum! Tek silindirli bir motorun çalışma tıksırıkları gelmişti kulağıma. Sonra bir tane daha ve bir tane daha… Balıkçılar yola çıkıyor olmalıydı. Yanımdaki bir masanın üzerine koyduğum gözlüğümü takarak kerevet imden inip, pansiyonun önündeki minik iskeleye gittim düşe kalka ve zifiri karanlıktaki, tekneleri aranmaya başladım. Bir bok göremedim tabi ki, onlar nasıl buluyorlardı yollarını acaba? İki üç kere masalara, bir kere de direğin birine çarparak döndüm yerime. Birkaç dakika da, lokanta kısmında tek başına oturan sarhoş müşterilerini adamdan saymayıp ışıkları söndüren pansiyoncuya küfrederek, yere düşen gözlüğümü aramakla uğraşmıştım. Çabuk buldum neyse ki, kıyameti koparacaktım yoksa. Pek sızma niyetim yoktu belki ama yeterince de sarhoştum. “Ne işin var ulan burada?” diye söylendim, yüksek sesle. “Sarhoş olmak için, taa buralara gelmeye, ne gerek vardı ki? Sığır…” Birdenbire, Nurgül’ün yanında olmak için büyük bir istek duymuştum. Belki de, göğsünde sıza bileceğim herhangi bir kadının… Neydi ki derdim? Az önce, tek bir olumlu cümleyle kollarını aralayabileceğim kadına karşı, neden zırh kuşanma gereği duymuştum acaba? Ve şimdi, niye yanında olmak istiyordum ki onun? Kadınlarla ilişkilerimde, niye hep, yolumu yitiriyordum ki? Bu küçük köy balıkçılarının, pusula ve yıldızlardan filan pek anlamadıkları halde üstelik yollarını her seferinde bulabilmelerinin nedeni, alışkanlıklarının kazandırdığı sezgiler olabilir miydi acaba? Hep aynı minik iskeleden ayrılıp, belli bir sürenin sonunda da geri dönmenin kazandırdığı, sezgiler… İskeleden ayrıldıktan sonra bir sigara içimi dümdüz git. Sonra yekeyi çeyrek sancak yaparak bir sigara daha tüttür. İzmarit dudaklarını yakmaya başladığı zaman doksan derece iskele yap ve sığ bölgeye geldiğin için yol kes. Açık denize çıktığının işareti olan dalgalar teknenin burnunu kaldırmaya başladığı zaman sancaktan gör denizi, gün doğana kadar da yarım yol ve işte geldik. At oltaları... Vitrinli dolabın ışığını altmış derece soluma alıp otuz derece sağa doğru hafif bir yengeç yürüyüşü tutturursam, merdivenlere ulaşmam gerekirdi. Karanlıkta bir bok göremediğim için vardığımı, ancak toslayınca öğrenecektim ya, olsun. Basamakların yüksekliği birbirini tutmuyordu ve o yüzden de tırabzana sımsıkı tutunarak, ağır ağır çıkmalıydım. Pansiyoncunun gündüz onardığı basamağa da dikkat etmeliydim ama herif beceriksizin teki çünkü. Nurgül’ün odası acaba sağda mıydı, solda mı? Tabi ki soldaydı, sağda oda filan yok ki, salak! Kaçıncı kapıydı peki? Unuttum işte, olacak şey değil ama bilmiyordum. Tıpkı, güneşin hangi adanın üzerinden doğduğunu bilmediğim gibi. Güneşi umursamadığım gibi, Nurgül'ü de umursamıyordum çünkü... Niye yanında olma gereksinimi duyuyordum o zaman? Ne istiyordum, sevişmek mi, sarılıp uyumak mı, sevecenlik mi, yoksa sadece yatağını mı? Gerçekten de, ne istiyordum ki, kadınlardan? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim herhalde. Şu veya bu şekilde birlikte olan hiçbir erkek veya kadının bildiğini de sanmıyordum zaten. Nereden kaynaklandığını henüz anlayamadığım o duygudan dolayı bazen, adını bilmediğim, yüzünü bile görmediğim bir kadının arayışına neden girdiğimi ise, herhalde hiçbir zaman öğrenemeyecektim. Üstelik bulsam bile... Ama en azından, birlikte olduğum kadınlarla ilişkimi sürdürmekte, niye pek de istekli ve sonrası için hevesli olmadığımı öğrenme zamanım, gelmişti artık. Elinde bir robot resimle partnerini arayan bir herif olmadığıma göre, karşıma çıkanlarda beni rahatsız eden ve ilişkinin devamı için çaba göstermemi engelleyen, bir şeyler olmalıydı mutlaka. Örneğin niye Nurgül’e, onun da yakındığı gibi, emek vermemiştim acaba? Güzel değil dersem, bok yemiş olurum doğrusu. Oldukça güzel bir kadındı çünkü ve benim yakışıklılığım da, tartışılabilir ayrıca... Peki, zeki mi bulmuyordum onu yoksa? Aptal değil, gibiydi ve bunu kafaya taktığımı da pek sanmıyordum zaten. Hem ortalık, kendisinin dışındaki herkesi aptal sanan geri zekâlılarla dolup taşarken, karşımdakinin zekâsı konusunda vardığım yargıya, ne kadar güvene bilirdim ki? Eee, ne kaldı geriye? İnsanların çok değer verdikleri o, ahlak, onur, erdem türünden kavramlar mı? Kime göre ama? Görecelik üzerine konuşulmuş onca sözden sadece, ne zaman bir boka yarayacağını kimsenin bilemediği uzay üzerine olanını tartışmayan, günümüz düzenine göre mi? Hayır, bunların hiç birisi değildi. Dört metre yukarımda ve yirmi adım ötemdeki bir odada uyuklayan, birlikte tatile çıkarak sarılıp seviştiğim, bir güzel dayağını yediğim, her şeye karşın beni hala istediğinden emin olduğum, üstelik benim de bal gibi istediğim kadının, arayıp da bulamadığım bir eksikliği yoktu kesinlikle. Rahatsız olduğum şey, ondaki bir fazlalıktı aslında. İyi ama ne? Düşünmeliydim... Tanıştığımızdan bu yana, özellikle birileriyle beraberken ve benim konuştuğum ortamlarda, sanki bazı bakışlarından rahatsız olduğumu, iyi hatırlıyordum. Beğeni veya eleştirel bakışlar değildi ama bunlar. Sanki beynimin içerisini görmek istercesine gözlerini dikmiş, tam alnımın ortasına bakarken yakalamıştım onu, kaç kere. “Alın yazını okuyorum...” demişti, sorduğum zaman da. Kaçış palavrasıydı tabi ama gariptir, yaşamıma giren kadınların çoğunun benzer bakışlarına, sorduğum zaman da benzer yanıtlarına, kerelerce tanık olmuştum. Bu canına yandığımın alın yazısını, en azından tıraş olurken baktığım aynada, ben niye hiç okuyamıyordum ki? Gözlerini dikmiş alnıma bakarlarken, dalıp düşünüyorlardı aslında. Düşüncelerini odakladıkları bir objeydi alnım ve gözlerime değil de alnıma bakmalarının nedeni ise, düşüncelerini etkilemeyecek kadar ruhsuz bir bölge olmasıydı sadece. İşin garibi düşündükleri de, yine bendim aslında. Alnımda, olması gereken ama bir türlü bulamadıkları bir şeyi arıyorlardı sanki. Yine de yabancım değildi o bakış şekli ama. Tamam, pek çok eski sevgilimin gözlerinde karşılaşmıştım aynı tür bakışlarla ama tanışıklığım başka yerdendi. Arada bir aynı anlatımla, ben de bir şeylere bakıyordum sanki. Kadınlara değil tabi ki... Biraz daha düşündükten sonra da, bulmuştum sonunda. Zaman zaman aldığım ve belli bir süre içerisinde tüketilmesi gereken hazır yiyeceklerin son kullanma tarihlerine baktığım gibi, bakıyorlardı bana. Buydu, beni rahatsız eden işte... Evet, son kullanma tarihimi arıyorlardı üzerimde. Süresi belirsiz geleceklerini planlarken, riske girmek istemiyorlardı çünkü... Güneşi doğ durmuştum sonunda. Hangi adanın üzerinden göz kırptığını, yine öğrenemedim ama. Nurgül’ün son kullanma tarihini okumak amacıyla, merdivenleri tırmanıyordum çünkü o sırada. Bir ara, gün doğumunu görmek için dönüp bakmaya niyetlendiysem de, pansiyoncunun önceki gün onardığı basamağa bacağım gömülü verince, vazgeçmiştim. “Hay, senin onaracağın basamağa sokayım...” diye haykırdım, avazım çıktığı kadar. “Neredesin ulan, merdivenine sıçtığımın beceriksizi?” Nurgül’ün odası baştan üçüncüymüş, bir tek o açmıştı zaten kapısını. Trajik aile facialarına anında el koyan pansiyoncu, trafik kazalarına karışmıyordu anlaşılan. Birkaç yerinden fena sıyrılmıştı bacağım. Öyle şakır şakır kan akmıyordu belki ama canım da esaslı yanıyordu doğrusu. O acıyla bir daha bağırdım, “Niye gelmiyorsun ulaaan?” Kıçımı da yırtsam, Nurgül’den başka kimsenin umurunda değildim. Eğilmiş, ağlamaklı bakışlarla sıyrıkları mı inceliyordu. Sonra da sanki hıçkırarak, “Çok acıyor değil mi?” diye fısıldayıp, bacağımın kansız yerlerini ovuşturmuştu. “Hayır...” dedim. “Hiç acımıyor.” “Yalaan...” “Tabi ki, yalan...” Uzun geceliğinin eteğiyle, aşağıya inen birkaç damla kanı silmişti. Öylesine üzülmüş görünüyordu ki, teselli olsun diye mi, yoksa çıkarcılığımdan mı bilmiyorum, eğilip ellerini tuttum ve öptüm onları. “O kadar da matah bir yara değil, boş ver...” Doğrulup sarılıvermiş tik birdenbire. Sağanak yağmurda bir saçak altına sığınmak, soğuk havada yorgana iyice sarınmak gibi, bir gereklilikti sanki bu. Ama sevgi miydi acaba? “Niye çıkmıştın yukarıya? diye fısıldamıştı, parmaklarının ucunda iyice yükselerek kulağımın altına, bir öpücük kondururken. “Sana geliyordum.” “Ne güzel, niye peki?” “Sevdiğimi söylemeye...” “Yalaan...” “Haklısın güzelim, yalan.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nuri Ziya Aral, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |