..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Nuri Ziya Aral




9 Eylül 2014
Bu Seferlik Benden Olsun...  
Nuri Ziya Aral
Kitaplardan birisinin arasından, belki sekize katlanmış kocaman bir kağıt çıkartarak yere yaymıştı. Sonra da elleri ve dizleri üzerinde dört ayak pozisyonuna geçerek, biraz sağlıklı ve cinsel güdüleri normal olan hiçbir erkeğin katlanamayacağı bir görüntüdeyken, bakınmaya başladı kağıda. Derin bir iç çekerken sordum, “Ne yaptığını söyler misin lütfen?” “Horoskopunu çıkartıyorum.” “Onu anladım güzelim de, horoskop ne?” “Yani, doğduğun zaman dilimindeki gökyüzünün konumunu inceliyorum.” “Uğraşmana gerek yok, sorsaydın ya. Parçalı bulutluymuş, doğmam dan sonra da şerefime, yağmur yağmış zaten…” “Bırak dalga geçmeyi, yıldızlardan söz ediyorum ben. Mesela doğum saatinde aslan burcu da çok güçlü. Ondan da etkilenmiş sindir mutlaka.” Acaba o kağıdın olduğu yerde ben olsam, benimle de aynı dikkat ve özenle ilgilenir miydi ki? İlgilenecek olursa eğer, Parmak uçlarıyla mı, yoksa aşağıya sallanıyor olmalarına karşın, uçları neredeyse karşı duvarı gösteren manyak memeleriyle mi yapardı bunu? Öğrenmeye kararlıydım, yattım kağıdın üzerine… “Amma da adammışsın haa!” diyerek çıkıştı. “Senin geleceğin için uğraşıyorum burada. Horoskopun çıkınca hepsi önüne serilecek zaten, sabırlı olsana biraz.” Fena bozum olmuştum, kötü kötü bakarak kalktım ayağa. Biraz düşündükten sonra da itirazlarına aldırış etmeden incecik belinden yakalayarak kucaklayıp, aşağı odanın merdivenlerine yürüdüm. Bir yandan da mazeretimi fısıldıyordum, “Beni anlamalısın güzelim! Sen horoskopumu çıkarana kadar benim canım çıkacak herhalde. Dolayısıyla da geleceğim filan kalmayacak artık. Hem, şu sürprizin neydi bakayım?


:ADBD:

Güzel güzel uyurken sanki bir el, omzuma yapışıp sallamaya başlamıştı beni. İşveli bir kadın sesi de,
“Hadi artık, daha dinlenmedin mi?” diye mırıldanıyordu.
“Hiç fena değil…” diye düşünerek öbür tarafıma döndüm ve keyifli bir rüya görüyor olmanın zevkiyle söylendim. “Dur bakalım, neler olacak?”
“Hadi ama…” diyerek inleyen sesi, yine duymuştum. Ne biçim rüyaysa, hiçbir şey görmüyordum ama konuşmaları duyuyor, dokunmaları hissediyor, bir hayli de keyif alıyordum üstelik. Oram buram çekiştirilince, daha da keyiflenmiştim!
Ilık bir nefes yüzümde dolaşıp burnumun ucuna ıslak bir öpücük konduğu zaman ise, rüyamın fazla gerçekçi olmaya başladığını fark etmiştim birden. Ayrıca, sesini duyduğum, dokunmasını hissettiğim ama bir türlü göremediğim kadının nefesi de, sigara kokuyordu sanki. Rüyaların, kokusu olur muydu acaba? Açtım gözlerimi...
Hiç tanımadığım bir kadın suratımın üzerine eğilmiş, soran bakışlarla da izliyordu beni. Birkaç saniye boyunca aptal aptal, tam tepemdeki kocaman, kahverengi gözlere bakmıştım. Sonra da gözlerimi yeniden kapatıp,
“Bu da kim ulan?” diye düşünmeye başladım…
O akşam hava kararır kararmaz içmeye başlayıp, bir buçuk saatin sonrasında da ilk ufak rakımı bitirdiğimi, gayet iyi hatırlıyordum. Sonra da deniz kıyısındaki barlardan birisine gidip, içmeye devam ettiğimi… Ama ne bardan çıkışımı, ne de başka bir şeyi, hatırlayamıyordum doğrusu. Yanımda yatan ve oramı buramı mıncıklayıp duran kadını ise, hiç hatırlamıyordum.
Uyur numarası yaparak düşünürken, çıplak olduğumu fark etmiştim birden. Bana sarılmış vücudun da, giyinik bir hali yoktu doğrusu. Sevişmiş olmalıydık herhalde ama bir şeyler becerebilmiş miydim ki acaba? Kim bilir, kadını hatırlayamıyordum ki, becerip beceremediğimi hatırlayayım. Beni becermiş olsalar, onu bile hatırlamazdım herhalde!
Uyandırmaya kararlıydı, yanımdaki meçhul. Her ne kadar işime gelmiyorsa da uyanmak, o kadar mıncıklanmaya karşın tepki vermemek için ya ölü olmak gerekirdi, ya da eşek… İkisi de işime gelmediği için sırt üstü dönerek,
“Günaydın…” diye mırıldandım.
“Ne günaydını? diyerek fısıldamıştı, kulağımı da yalayarak. “Daha saat iki…”
Sarhoşluklarım, saçmalaşıyordu gittikçe. İçerisinin aydınlığı gündüz olduğundan değil de, bir yerlerde lamba yandığı içindi demek ki. Gözlerimi tekrar açıp, etrafıma bakındım. Yabancım değildi hiç, kendi evimdeydim. Sabahları uyandığımda görmem için yatağımın karşısındaki duvara astığım saat ikiyi, hiçbir ışık sızmayan odamın minicik penceresinin çubuk desenli perdeleri ise, geceyi gösteriyordu.
“Yine istiyorum…” diyerek, üzerime tırmanmıştı yanımdaki.
Ne istediğini anlamıştım, bir şeyler becere bilmişim demek ki. Keyifle,
“Yorgun ve sarhoşum…” dedim. “Sabah devam ederiz, şimdi uyuyalım lütfen.”
“Ne uykusu?” diyerek itiraz etti. “Daha aldığın şampanyayı, içmedik bile!”
Demek, şampanya da almışım. Bir de prensip sahibi sarhoş geçinip, hangi içkiyle başladıysam, onunla devam ettiğimle övünürdüm. Hiç sevmediğim halde üstelik niye şampanya almışım ki?
Hala uğraşıp duruyordu üzerimde, azimli bir kadındı doğrusu ama ben de iş yoktu yazık ki! Mahcup düşmeyi istemediğim için de gözlerimi açıp,
“Neredeyse şu şampanyayı getir de, içelim hadi.” diye homurdandım. Kadını da doğru dürüst ilk, o zaman gördüm zaten.
Pike, boynundan aşağısına çadır kurulmuş gibi örtüldüğü için sadece kafası görünüyordu ve pek de güzel değildi doğrusu. Uzun, kemerli, ucu sanki kalemtıraşla açılmışçasına sivri bir burnu, dudaklarından birisi ödünç alınmış algısı yaratan garip bir ağzı ve sanki biraz da şaşı bakan, kocaman kahverengi gözleri vardı. Kısa kesilip civciv sarısına boyanmış saçlar kötü bir şapka gibi kafasını, en iri boydan birkaç tane sivilce de alnını süslüyordu. Sarhoş zamanlarımda, önüne gelenle yatmak isteyecek türden bir sapığa dönüşmediğime göre, gözlerim daha da bozulmuş olmalıydı. Göz doktoruna görünme zamanım gelmişti galiba…
Pikeden sıyrılıp üzerimden iner inmez gözlerime bok atmaktan vazgeçmiş, uzun zamandır görmediğim güzellikteki vücuda da, ağzım açık bakakalmıştım. Olağanüstü güzellik, şampanyayı getirmek için üst kata çıkan merdivenleri tırmanırken, ne kadar sarhoş olursam olayım zevkli kalabildiğim için de, kendimi kutluyordum…
“Şampanya kadehlerin nerede?” diye seslenmişti yukarıdan. Evimi ne sanıyordu ki, zücaciye mağazası mı?
“Ne yapacaksın kadehi?” diye bağırdım. “Kap oralardan iki bardak da gel…”
Az sonra bir elinde iki tane rakı bardağı, diğerinde de şampanya şişesiyle geri dönmüştü. Çırılçıplak olmasına ve beni en çok birkaç saattir tanımasına karşın o kadar rahat davranıyordu ki, kendi çıplaklığımı pikenin altında saklama isteğimden utanmıştım. Doğrulup yatağın kenarına oturdum ve elindeki şişeyi aldım. O da, olduğu yerde çökerek bağdaş kurdu ve merakla izlemeye koyuldu.
“İyice salla…” demişti, ben şampanyanın telini açmaya çalışırken. “İyice salla ki, gürültülü patlasın!”
“Hiç kusura bakma…” diye söylendim. “Ortalığın batmasını istemiyorum.”
Alçak şampanya, hiç sallamadığım halde tabanca gibi patlamıştı. Sonra da kontrolden çıkmış itfaiye hortumu gibi fışkırarak duvarlarımın içine etti. Fışkırıp duran şişeyi yerdeki bardaklara tutmayı son anda, akıl edebilmiştim neyse ki. Güzel vücutlu meçhul ise, sevinç çığlıkları atıp zevk içerisinde ellerini çırpıp duruyordu. Kadına kötü kötü bakarak yerdeki bardaklardan birisini alıp, diğerine tokuşturdum.
“Sağlığına…”
O kadar rakıdan sonra mideme indirdiğim şampanya, zaten pek yerinde olmayan ağzımın tadını iyice bozmuştu. Suratımı buruşturarak bardağı bıraktım ve kalkıp merdivenlere doğru yürüdüm.
“Nereye?” diye sormuştu, güzel vücutlu.
“Rakı…” dedim. “Canım rakı istedi.”
“Şampanya varken haa, niye?”
“Ağzımın tadı yerine gelsin diye…”

Birisi yerin dibinde olmak üzere iki odalık göt kadar evimin bütün ışıkları, sanki gece maçı yapılıyormuş gibi ışıl ışıl yanıyordu. Üç aydır yatırmadığım elektrik parasını hatırlayıp,
“Keserlerse kessinler…” diye söylenerek, buzdolabına gittim.
Dolabı açarken mutfak bölümündeki pencerenin perdesinin, açık olduğunu fark etmiştim. Merak edip baktığımda gördüm ki, odanın diğer ucundaki bütün duvarı kaplayan pencereninki de açıkmış ve ben de, ağda yaptırmış ayılar gibi çırılçıplak ortalıktaydım. Söylene söylene ışıkları söndürerek, perdeleri kapattım. Biraz da abartılı söylenmiştim herhalde ki, telaşla yukarıya çıkmıştı meçhul konuğum.
“Ne oldu?” diye sordu sonra da, endişeli bir sesle.
Aşağı odaya inen merdivenlerin kapısının önünde ve yine aşağıdan gelen ışığın iyice belirginleştirdiği inanılmaz güzellikteki siluetiyle, dikilip duruyordu.
Işıkları yeniden yakarak bir süre izledim, o olağanüstü güzellikteki vücudu. Sonra da aptallıktan sıyrılmaya çalışırken fısıldadım,
“Perdeler açıkmış…”
“Amaaan, ben de bir şey oldu sanmıştım. Hem gecenin bu saatin de uyumayan yoktur herhalde, kim görecek ki?”
“Bilemiyorum ama uyumayan komşularım varsa eğer, çocuklar buluğa erken erip, yetişkinlerin de mastürbasyon alışkanlıkları depreşebilir…”
Umursamaz bir omuz silkeleme sinden sonra,
“Galiba acıktım…” diyerek, buzdolabına doğru yürümüştü. “Yiyecek bir şeylerin vardır umarım…”
Hiç fena fikir değildi, ben de acıkmıştım. Yanına giderek başının üzerinden dolabı araştırmaya başladım. İki gün önce hazırladığım ve göz göze geldikçe kızartıp ziftlendiğim sigara böreklerinin kalanları, bana bakıyorlardı yine. Gerçi kızartmaya üşeniyordum ama canım da çekmişti bir kere…
“Börek yer misin?” diye sordum. Olumlu cevap verdiği anda kızartma yükünü onun üzerine atmayı düşünüyordum ki,
“Hayır, kesinlikle yemem…” diyerek planlarımı bozdu.
“Niye, sevmez misin?”
“Yoo, bayılırım!”
“O halde…”
“Formumu korumalıyım ama…”
Kızartma tavasını ocağa yerleştirirken bir yandan da, olağan dışı güzellikteki vücudunu inceliyordum…
İncecik belinin altından nefis kavislerle genişleyen, dolgun ama sımsıkı kalçalarına bakmıştım. Sonra da, yine nefis kavislerle incelerek, biçimli ayaklarının üzerindeki incecik bileklerde son bulan, güzelim bacaklarına… Belden yukarısına bakmaya ise, cesaretim yoktu. Evet, formunu korumalıydı mutlaka. Bu vücut ne bir milim incelmeli, ne de bir milim kalınlaşmalıydı. Çok ayıp olurdu yoksa!
Sigara böreklerini tavaya dizmeye hazırlanırken, belimdeki, bir türlü eritemediğim yağlarımı düşünüyordum. Gerçi, eritmek için de ne yapıyordum ki? En ufak açlık hissinde bile gece yarıları sigara böreği kızartmaya kalkışan bir herif, zaten biraz zor eritirdi yağlarını!
Kendimden utanarak tam böreklerden vazgeçecektim ki, iyice kızmış tavadan sıçrayan bir damla yağ gelip en olmayacak yerime yapışmış, canımı da fena halde yakmıştı. Çığlık atmamak için bir elimle ağzımı kapatmış garip sesler çıkararak uluyor, diğeriyle de bekleme gücü kalmamış işeme kuyruğundakiler gibi kasıklarıma yapışmış, tepiniyordum. Güzel vücutlu ise ne olduğunu anlayana kadar bakınmış, sonra da akıl vermişti.
“Çabuk buz tut…”
Zıplaya zıplaya buzdolabına giderek buzluğu açtım. Buz çıkarırken de zıplamayı sürdürüyordum.
“Niye zıplıyorsun ki?” diye sordu. “Acını mı azaltıyor yoksa?”
Bakakalmıştım kadına, niye zıplıyordum ki gerçekten?
“Bilmiyorum…” dedim. “Psikolojik herhalde…”
“Eminim…” diyerek kıkırdadı. “Erkeklerin, çok değer verdikleri o uzantılarını, sanki üçüncü bir bacakmış gibi algılamalarından kaynaklanan bir psikoloji…”
Zıplamayı bırakmış, güzel vücutluya da kötü kötü bakarak buz tedavisine başlamıştım.
“Hiç değilse beş dakika tut buzu.” dedi, pis pis sırıtarak. “İşimiz zor yoksa…”

Boşuna yanmış olmamak için, börekleri kızartma eylemine girişmiştim yeniden. Meçhul konuğum ise bir tabağa tepeleme meyve doldurup, çoktan masaya oturmuştu bile. Rakımı da hazırlayıp, karşısına geçtim.
“Ben de istiyorum…” diye atıldı hemen. Börekten söz etmediğini bildiğim için, ters bakınarak homurdandım,
“Ne istiyorsun?”
“Ne olacak, rakı tabi ki…”
“Şampanya açtırdın ya, onu içsene…”
“Şampanyanın, patlamasını severim sadece. İçmek için de rakıyı… Ama bunu, söylemiştim sana zaten...”
Ne zaman ne söylemişti, nereden bileyim? Tek bildiğim, dolapta yarım şişe büyük olduğu ve rakı stokum birkaç yetmişliğin altına indiği zaman da, pintileştiğimdi. Yarım şişe varken hele... İçimden küfrederek, hazırlamaya gittim rakısını. Az rakı, bol suyla kandırmayı düşünüyordum ki,
“O kadarcık şey kime yeter?” diyerek, bitivermişti yanımda. Biraz da utanmış bir sıkıntıyla, eline tutuşturdum ben de şişeyi. “Al, bildiğin gibi doldur o zaman…”
Az sonra elinde bardağıyla yerine dönmüştü. Tabağındaki elmadan da kocaman bir ısırık alarak gözlerimin içine baka baka çiğnemeye başladı. Sonra da kadehinin yarısının yardımıyla yuttu. Her lokmasında yarım bardak rakı götürecek olursa, boku yemiştim. Kötü kötü bakmaya başladım.
Öylesine şaşırtıcı bir şirinliği vardı ki, kötü bakışlarım birkaç saniye bile sürememişti herhalde. İlk gördüğümde onu, niye çirkin ve şaşı olarak algılamıştım acaba? Şaşılığı uydurmuş olmalıydım ama güzel değildi de gerçekten. Şirinliğini niye görememiştim peki? İnanılmaz güzellikteki vücudu, çirkinliğini farklı algılamamı mı sağlıyordu yoksa? Yoksa beynim, kasıklarıma torpil mi geçiyordu?
Elmasını yeyip bitirmiş, portakalını soymaya başlamıştı. Daha doğrusu, portakalı katletmeye…
“İzin verir misin?” diyerek portakalı ve bıçağı aldım elinden. Portakalın yan görünüşünden ekvatorunu, üstten ise gerekli meridyenlerini hesapladıktan sonra da, kesmeye başladım. Bu arada güzel vücutlu, ilgiyle beni izliyordu.
Soyup böldüğüm portakalı uzattığım zaman uğradığı hayal kırıklığını gizlemeyen bir ses tonuyla,
“Eee.” diyerek söylenmeye başladı. “Ne oldu şimdi?”
“Ne demek, ne oldu?”
“Yani sen soydun da ne oldu? Sanmıştım ki, kabuklarından çiçek yapacaksın…”
“Kabuktan nasıl çiçek yapılır bilmem ama portakal da, böyle soyulur…”
Elindeki portakalı incelemeye başlamıştı. Sonra bir dilimini ağzına atıp, bir tane de bana uzattı.
“Ne özelliği var?”
“Öncelikle, ortasındaki göbek fitili ve yenmesi gerekmeyen beyaz kısımlar kabukla beraber çıkarılmıştır. Yenilecek kısım hasarsızdır ve göbek fitili çıkarıldığı için kolay bölünür. Hepsinden önemlisi de, bir damla bile su kaybı yoktur. Anladın mı şimdi?”
Tatlı tatlı gülmeye başlamıştı. Özenle böldüğü portakaldan birer dilim daha servis yaparken sordu?
“Ne iş yapıyorsun sen?”
Son birkaç aydır en gıcık olduğum soruydu bu. Para kazandırmayacak bir sürü gerek sizlikle uğraşıp, sığır gibi de içiyordum çünkü. Param bitene kadar da böyle sürdürmeye kararlıydım. Bitmesine de az kalmıştı zaten. Çok yakında yeniden, şekilsiz narsislerin büstlerini yapmak zorunda kalacaktım…
“Profesyonel portakal soyucu suyum…” dedim, içimi çekerek.
“Hadi oradan…” diyerek kıkırdadı. “Bırak dalga geçmeyi.”
Dalga geçiyor da sayılmazdım aslında. Büstünü yaptığım kişiler, suratlarındaki pek kabul görülmediğini düşündükleri kabuğu soyarak, içlerinde var olduğuna inandıkları dayanılmaz meyveyi çıkarmamı isterlerdi benden. Hiç kimsenin yemek istemediği turunç meyvesini soyup, sanki portakalmış gibi servis yapmamı…
Güzel vücutludan bir dilim portakal daha alırken mırıldandım,
“Heykelciyim.”
Sanki gizli ajan olduğumu itiraf etmişim gibi garip bir şaşkınlık ve suskunlukla bakıyordu bana. Göt kadar evimin orasına burasına sıkıştırılmış, büstlerden arta kalan zamanlarda yaptığım ve bir boka da yaramayan onca heykele karşın, nalbant olduğumu söyleyecek değildim ya!
“Vay canına!” dedi, fısıldayarak. “Demek heykelci sin haa!”
Sanatsever bir kadınla karşılaştığımı düşünerek sevinip kasılıyordum ki,
“Yani ne iş yapmış oluyorsun sen şimdi?” diye sordu bu sefer de.
Odada ki en büyük heykelin karşısına geçip kafa atmak geçmişti bir an içimden ama kafama acıdım ve
“Heykelci ne yapar kızım?” diye bağırdım. “Heykel yapıyorum tabi ki…”
“Ne kızıyorsun canım…” dedi gülümseyerek. “Heykelin de heykelcinin de ne olduğunu biliyorum ama yapacak başka bir iş bulamadın mı?”
“Neyi varmış işimin?”
“Yani, para kazanabiliyor musun?”
Hassas noktama parmak basmıştı doğrusu. Belli etmeyip sıktım palavra mı,
“Bok gibi!”
İnanmadı tabi ki, hiç de aptala benzemiyordu zaten. Tatlı tatlı gülümseyerek yanağımdan bir makas aldı ve kalkıp odadaki heykelleri incelemeye başladı, ben de onun güzel vücudunu…
Uzun zamandır böylesine güzel bir vücudun değil canlısını, fotoğrafını bile görmüyordum. O incecik beline, tüm görüş açılarında inanılmaz yuvarlaklar çizen olağan dışı kalçalarına, hele kuyruk sokum unun iki kenarındaki gamzelerine, bitmiştim doğrusu. Bir de bacaklarına, o kusursuz güzellikteki bacaklarına! Diz kapağı denilen insan vücudunun en çirkin kemiği, ancak böylesi güzellikteki bir kılıfla gizlenebilirdi herhalde. Yine diz kapaklarının arkası da, sanki bacakları hiç bükülmemişçesine bir pürüzsüzlükteydi. Bu kadarı da ayıptı ama…
Heykelleri bitirip, duvarlarda asılı pistole illüstrasyonlara bakmaya başlamıştı. Ben de belden aşağısını bırakıp, yukarısına…
Kuğu boynunun altındaki o geniş ve güzelim omuzlara sahip olabilmek için, çok küçük yaşlardan bu yana bir hayli yüzmüş olması gerekirdi sanırım. Sadece kendisinin değil, ana babasının hatta birkaç kuşak geriye doğru genlerine katkısı olan herkesin yüzmüş olması gerekirdi. Her bakışımda yutkunmama neden olan, oldukça iri olmalarına karşın anatomiye de fizik kurallarına da aykırı bir şekilde uçları neredeyse tavanı gösterecek dirilikte olan memelerinin o hale gelmesi için ise, kaç kuşak boyunca neler yapılmıştı kim bilir? O güne kadar yaptığım bütün çıplak kadın heykelleri, gözümden düşmüştü sanki!
“Çok yeteneklisin…” demişti, turlamasını bitirmiş yerine otururken.
Tehlikeli boyutlarda bir adrenalin ishaliyle karşı karşıyaydım. Kendi bakışlarımı göremesem bile, ne kadar manyaklaştığını hissedebiliyordum. Ama güzel vücutlu pek de umursamıyordu doğrusu. Gözlerimi kısarak memelerine odaklanmış edepsiz hayaller kuruyordum ki, parmaklarını şaklattı birden…
“Heeey, nerelerdesin?”
“Efendim canım!”
“Duydun mu dediğimi?”
“Hangisi?”
“Çok yetenekli olduğunu söylemiştim.”
“Biliyorum.”
“Neyi?”
“Yetenekli olduğumu.”
“Amma da ukalaymışsın. Neyse, bir de benden duymuş ol.”
“Neyi?”
“Sen nerelerdesin yahu?”
Durumumu anlaması için, damlara mı tırmanmam gerekiyordu acaba? Yoksa masanın üzerine çıkıp, anırmam mı? Sadece ayağa kalktım, kör değildi ya!
“Hadi gel” dedim, elini tutarken. “Aşağıya inelim…”
Zarif, bakımlı ve uzun parmaklı güzel elleriyle benim kürek elimi avuçlamış okşuyor, bir yandan da gözlerimin içine bakarak tatlı tatlı gülümsüyordu.
“Söylesene…” diyerek mırıldandı. “Boğa burcu musun sen?”
İnsanın biraz arzulu olması, niye hemen boğalık la özdeşleştiriliyordu acaba?
“O kadar da azgın mı görünüyorum?” diye söylendim.
“Onun için sormamıştım. Zaten boğa burçları da azgın filan değildir aslında.”
“Bana ne boğa burçlarından yahu? Niye sordun peki?”
“Boğa burçları güzel sanatlara yatkındır. Ama sen boğa değilsin değil mi?”
“Evet, değilim.”
“Biliyordum, çünkü boğa burçları ticarete de yatkındır. Senin yeteneğinde ve yaşında bir boğa, çoktan zengin olurdu. Ama gördüğüm kadarıyla sen zengin filan değilsin, değil mi?”
“Boğa da değilim, zengin de. Hadi inelim lütfen!”
“İneceğiz dur, peki terazi burcu musun?
“O da değil. Hadi aşağı inelim de burcumu göstereyim sana…”
“Tamam canım, ineceğiz dedim ya. Ne burcusun peki?”
Artık kızmaya başlamıştım. Ayrıca az önceki potansiyel performansım da, vedalaşmak amacıyla el sallıyordu sanki! Güzel vücutluya kötü kötü bakarak homurdandım.
“Kızım, gecenin bu saatinde burç murç ayaklarına, taşak mı geçiyorsun benimle?”
“Uzattın ama. Söyle burcunu da inelim.”
“Taşak. Amaaan, yani başak.”
“İnanmam, mümkün değil…”
“Nedenmiş o?”
“Başak, zengin olmayı en iyi beceren burçlardan biridir. Üstelik oldukça da tutumludurlar. Senin bu gece harcadığın paralara bakılırsa, başak olduğuna inanmak çok güç. Hem zaten başaktan pek sanatçı da çıkmaz.”
Artık ne aşağıya inmek istiyordum, ne de bir bok yemek. Hatırlayamadığım gecede ne kadar para harcamış olabileceğimi düşünerek hayıflanırken, sıkıntılı bir şekilde mırıldandım.
“Canına yandığımın burcunun yüz karası olarak, ben çıkmışım işte!”
“Tabi tek başına burç bir şey ifade etmez…” diyerek devam etti. “Aslında tipin başağa uygun ama kişilik yükselen burçtan daha çok etkilenir. Yükselenin ne?”
“Bilmiyorum.”
“Ne büyük kayıp, niye çıkarttırmadın bu yaşa kadar?”
“Ne bileyim yahu? Zaten burçlara da inanmam.”
Küçümser bir tavırla suratıma bakıyordu. Burçlara inanmamak ayıptı galiba!
“Burçlar, insanın aynasıdır…” dedi, bilgiç bilgiç. “Kim olduğumuzu ve ne olacağımızı, en iyi burçlar öğretir bize. İnansan iyi edersin…”
Bir kadeh rakı ve üç sigara boyunca burçlardan konuşmuştu. Kendisini kaptırmış o kadar ciddi bir şekilde anlatıyordu ki, hiç sesimi çıkarmadan dinlemek zorunda kalmıştım. Minik konferansını nihayet bitirdiği zaman da,
“Her neyse…” dedi. “Doğum günü ve saatini söyle de, yükselen burcunu çıkarayım. En çok, artı veya eksi on dakikalık bir yanılgıyla yalnız…”
“Ne yapacaksın doğum saatimi? Zaten bilmiyorum da…”
“Olacak şey değil. İnsan doğum saatini bilmez mi hiç!”
“Üzgünüm, doğar doğmaz ebeme sormuştum aslında ama saati yanında değildi.”
“Bırak dalga geçmeyi, annen sağ mı?”
“Evet, niye sordun?”
“Doğum saatini öğrenmek için, en iyi o bilir herhalde…”
“Kızım, ben bir evin mutfağında, üstelik baya da tosun bir bebek olarak dünyaya gelmişim. O kadar zahmet çekip beni çıkardıktan sonra anacığımın, ileride yükselen burç için gerekebilir düşüncesi ile saate bakabileceğini, hiç aklın kesiyor mu?”
Güzel vücutlunun fena halde canı sıkılmıştı. Ellerini o incecik beline dayayarak odayı adımlamaya başladı. Yükselen burcuma neden bu kadar kafasını taktığını anlayamıyordum, ama güzel vücuduna kafamı takma nedenini çok iyi biliyordum.
“Burçları boş ver artık.” dedim. “Bana poz verir misin?”
“Ne pozu?”
“Resmini yapmak istiyorum.”
“Gecenin bu saatinde mi?”
“Gecenin bu saatinde burçlarla uğraşılıyor da, resim niye yapılmasın?”
“Sen bilirsin. Gerçi bunun için… Her neyse…”
Eskiz dosyamı ve kalemlerimi aldıktan sonra gözlüğümü takarak, oturacağım yeri de seçtikten sonra güzel vücutluyu odanın ortasına geçirdim. Kıçının gamzelerinin en belirgin şekilde görüldüğü bir açıda durmasını sağlamıştım. Güzel omuzları ve omurgasının nefis kanalı da ortadaydı. O manyak memelerinin sol teki ise, “buradayım” diye yırtınıyordu sanki. Rakı şişesini, bardağımı ve sigaralarımı da aldıktan sonra, koltuğuma oturdum…

Problemsiz bir modeldi, güzel vücutlu. Gerçi birkaç kere ne yaptığımı görmenin merakıyla kalkıp yanıma gelmiş ama aynı pozu vermekte de zorlanmamıştı. Ben de bir saat kadar uğraştıktan sonra farklı pozlarda sekiz ayrı eskiz çizmiş, rakının da dibine gelmiştim. Sarhoşluğum depreşip çift görmeye başlayınca da mola verip, yüzümü yıkamaya gittim.
Döndüğümde, güzel vücutlu modelimi koltuğuma oturmuş, son duble rakımı yudumlayarak çizimleri incelerken bulmuştum.
“Beğendin mi?” diye sordum.
“Çok güzeller…” diye mırıldandı. “Gerçekten de çok güzeller ama hiç birisinde yüzümü çizmemiş sin, neden?”
“Çünkü bunlar eskiz. Eskizler imde de yüz kullanmam.”
Kucağındaki dosyayı fırlatarak bağdaş kurduğu koltuğun üzerinde dikleşip, ters ters bakmaya başlamıştı.
“Eşek kadar herifsin…” dedi öfkeyle. “Yalan söylemeye utanmıyor musun?”
Şaşırmış kalmıştım. Aptal aptal bakınırken fısıldadım,
“Ne yalanı güzelim?”
“Yok, eskizmiş de, eskizlerinde yüz kullanmazmış da… Şuna erkek gibi, ‘yüzün çirkin o yüzden çizmiyorum, sonra güzelini çizeceğim…’ desene. Ne kıvırıyorsun?”
“Ama değil ki güzelim. Eskizler imde gerçekten de yüz kullanmam, inanmıyorsan dosyadaki eski çizimlere bakabilirsin.”
İnanmıyordu herhalde ki, parçalayacak gibi dosyaya saldırdı.
“Hani, neredeler?”
Eskizler imin başına bir kaza gelmemesi için atılıp dosyayı elinden aldım ve sırayla çıkarıp göstermeye başladım.
“Gördün mü bak? Hiç birisinde yüz yok…”
İnanmıştı sonunda. Ama yine de yüzünde, o kocaman kahverengi, nedense zaman zaman bana şaşı görünen güzel gözlerinde, derin bir hüzün vardı. Dosyayı toplamama yardım etti, özenle kaldırıp bir yerlere koydu, sonra da yanıma oturup yanağımı okşayarak gönlümü aldı.
“Özür dilerim, bu konuda fazla hassasım galiba. Ama çirkin olduğum da bir gerçek, değil mi?”
“Hiç de değil.” diye itiraz ederek, ayağa kalktım. Gerçekten de, onu çirkin bulmuyordum artık. İnanılmaz güzellikteki vücudunun hatırına mı, yoksa yüzünde yakaladığım şirinlik ten dolayı mı bilmiyordum ama çirkin algılamadığım kesindi...
Civciv sarısı saçlarını okşamaya başlamıştım. O da iki eliyle birden saçlarındaki elimi okşuyor, bir yandan da ne düşündüğümün merakıyla gözlerime bakıyordu. O anda hiç de şaşı değildi, o kocaman kahverengi gözler.
Gözlerini niye zaman zaman şaşı olarak algılamıştım acaba? Güzel vücudunun hatırına şaşı gözleri de normal görecek değildim ya? Her halde beni uyandırdığından bu yana daha ayılamadığım içindi, bu görüş bozukluğum. Ayılmamak için de, elimden geleni yapıyordum zaten!
Gülmeye başlamıştım sessizce, yanaklarını okşayarak. Yanağındaki elimi kavrayıp bakışlarını benden ayırmadan ve bütün tatlılığıyla gülümseyerek öpmeye başladı elimi. Bulunduğumuz romantik ortama yaraşır bir uygunlukta karşılıklı olarak tebessüm ederken birdenbire, bana bakan iri kahverengi gözlerin sol teki sola doğru, kayıvermişti. Sağ gözü hala bana, sol gözü ise sağ omzumun üzerinden bir yerlere bakıyordu. Başını hafifçe sola doğru oynatarak,
“Kaydı yine. Değil mi?” dedi.
“Evet…” dedim, gözlerime veya beynime duyduğum kuşkulardan kurtulmuş olmanın verdiği bir huzurla gülümseyerek…
“Niye gülüyorsun?” diye çıkıştı. “Çok mu komik?”
“Hayııır, çok güzel.”
“Şaşılık güzel olur mu hiç bee, dalga mı geçiyorsun?”
“Dalga filan geçmiyorum. Sen de şaşı değilsin zaten. Sadece göz kayması problemin var ve istenirse basit bir operasyonla düzeltilebilir. Ama bence gereksiz, çok tatlı bir güzellik çünkü…”
Garip garip suratıma bakıyordu. Sol gözü de, yine yerine dönmüştü.
“Bana bak…” diyerek söylendi. “Seninle beraber olduk diye bana kur yapmak zorunda filan değilsin.”
“Merak etme, istemediğim hiçbir şeyi yapmam. Onun için de hala adam olamadım ya zaten…”
Dosyamı ve kalemlerimi tekrar almıştım. Yüzünü hafif yandan gördüğüm bir açıda yere oturdum ve elimi uzatarak çenesini biraz yukarıya kaldırdım.
“Ne oluyor?” diye sordu.
“Portreni yapacağım.”
“Nereden aklına geldi şimdi, niye?”
“Gördüğüm güzelliği, sen de görebilesin diye…”
“Pek normal bir adam değilsin sen!”
“Teşekkür ederim.”
Yetenekli bir günümdeydim. On, on beş dakika sonra çizimi bitirmiş, epey de beğenmiştim doğrusu. Alnındaki sivilceleri de yerlerine kondurduktan sonra kalem değiştirerek gölgelemeye geçtim. Karşımdaki güzel vücutlu ise, sözüm ona duruşunu bozmamaya çalışarak, yaptığım resmi görme çabasında şekilden şekle giriyordu.
“Sivilceleri niye çizdin?” diye söylendi.
“Çünkü oradalar güzelim. Misafir olarak da olsa, oradalar. Hem poz vermeyi de bırakabilirsin artık, işin senlik bölümü bitti çünkü.”
Yerinden kalkarak arkama geçmişti. Çenesi omzumda sırtıma yaslanmış portresini incelerken, elleri de ensemde dolaşıyordu. Birden ürperdim.
“Rahat dur!” diye mırıldandım. “Az kaldı bitiyor.”
Artık ensemde dolaşan dudaklarıydı. Göğüs kafesimi çevrelemeye çalışan kollarının ucundaki biçimli elleri ise, göğsümdeki kıllarla uğraşıyordu. Bana gelince, bütün yeteneğimi yitirmiş, dosyayı tutan ve gölgeleme yapmaya çalışan zavallı ellerimin titremelerini engellemeye çalışıyordum. Titreye titreye de olsa, bitire bilmiştim sonunda.
“Al bakalım…” diyerek uzattım çizdiğimi. “Bu yüz, çirkin mi sence?”
Bakmamıştı bile resmine. Elimden alıp özenli bir şekilde duvar dibindeki sehpanın üzerine bıraktı onu. Kucağımdaki dosya ve kalemleri de kaldırdı ve kocaman kahverengi gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan oturdu, boşalan kucağıma! Tam o sırada kaymıştı işte, sol gözü yine...

Yanağını omzuma dayamış kesik kesik nefes alıyor, boynuma da minik öpücükler konduruyordu, güzel vücutlu. Kısa, civciv sarısı saçlarını okşarken alnına bir öpücük vermek istemiştim ama sivilcelerin en irisi dudaklarıma dokununca, vazgeçtim. Öpmeye kararlıydım bir kere, dudaklarımı birkaç santim sağa kaydırıp öptüğüm zaman ise, bir başka sivilce ile tanıştım.
Özel zevklerim arasında sivilce öpmek, öpücük menzilim içerisinde de sivilcesiz yer olmadığından artık öpmüyordum ama kısa saçlarını okşamayı sürdürdüm ve parmaklarımı usulca alnına kaydırarak, ilk flörtü mü patlatıverdim. Güzel vücutlu da kulağımı ısırıvermişti birden. Sonra elleri omuzlarımda doğrulup kötü kötü bakarak söylendi.
“Niye yaptın bunu?”
“Kıskandım o alçağı. Hem böyle de güzelsin, merak etme.”
“Mikrop kaparsa ne olacak?”
“Mikroplar bugün grevde.”
“Bırak manyaklığı! Sivilceler en büyük derdim, ne yapsam kurtulamıyorum.”
“Belki hala ergenlik dönemin desindir, biraz daha büyüyünce kurtulursun.”
Kötü kötü bakmaya başlamıştı yine. Az önce patlattığım sivilcenin yerindeki cerahat zerresini parmağımın ucuyla alıp kıçına silerken sordum,
“Sahi, kaç yaşındasın sen?”
“On dokuz. Ama büyük gösteriyorum değil mi?”
Gerçekten de büyük gösteriyordu. Yirmi beşinden ufak olabileceğini hiç düşünmemiştim doğrusu. İlk defa yarı yaşımdan ufak bir kadınla yattığım için düştüğüm sübyancılık kompleksinden kurtulma gayretiyle,
“Saçların…” dedim. “Niye böyle boyadın ki? Seni büyük gösteren onlar…”
“Sen beni geçen ay görecektin, tam bir çingene pembesiydi. Zaten her ay başka bir renge boyarım.”
“Derdin ne?”
“Değişiklik işte…”
Kasıklarındaki bakımlı, kestane rengi tüyleri karıştırdım.
“O değişiklikten, bu garipleri niye yoksun bırakıyorsun ki?”
“Amaan sen de…” diyerek kıkırdamıştı. Sonra da ciddileşerek devam etti,
“Bak işte, bu eleştirici alaylarınla tam bir başak burcusun!”
“Öff… Yine mi burçlar?”
“Evet efendim, yine burçlar. Söylesene, doğum saatini başka kim bilebilir?”
“Güzelim, burçlara inanmadığımı söylemiştim, bırak artık…”
“İster inan, ister inanma. Ben yükselenini merak ediyorum ve eminim ki ya boğa, ya da terazi. Bence terazi ama…”
“Haklısın, gizlemem gereksiz artık. Evet, terazi…”
“Bırak sululuğu, gerçekten çok merak ediyorum. Lütfen…”
“Pekâlâ, teyzem bilebilir. Annem beni doğururken o da evdeymiş. Yarın telefon açar sorarım.”
Hemen arkamdaki duvarda asılı telefona uzanıp ahizeyi almıştı.
“Şimdi arayacaksın.”
“Saçmalama…” diyerek söylendim. “Bu saatte aratarak, yüreğine mi indirtecek sin kadıncağızın.”
Telefonu yerine asarken cilveli cilveli oynaşmaya başlamıştı bu sefer de.
“Lütfen…” diye üsteledi.
“Hasta mısın kızım?” diye çıkıştım. “Hem, adını bile bilmediğin bir herifin yükselen burcundan sana ne?”
Oynaşmayı bırakmış, kaşlarını çatarak suratıma bakakalmıştı. İçime de bir kurt düşmüştü doğrusu. Adımı biliyor muydu yoksa? Ama biliyor olsaydı, kaç saattir bir kere bile olsa, söylerdi herhalde…
“Ne yapayım…” diyerek sızlandı. “Adını söylemedin ki…”
Rahatlamıştım, üzerine gittim.
“Peki, sordun mu?”
“Hayır, ama sen de benim adımı sormadın.”
“Burcunu da sormadım ama değil mi?”
Üzerimdeki cilveli kıpırdanmalarına yine başlamıştı. İşveli bir sesle,
“Balık burcundanım.” dedi. “Yükselenim kova, adım da Nihal…”
“Memnun oldum, ben de başak burcundan Aydın. Yükselenim de kusur kalsın.”
“Kalmayacak işte…” diyerek, telefona uzandı yine.
“Gecenin bu saatinde arayamam güzelim…” dedim inleyerek. “Teyzem de, eniştem de yaşlı insanlar ve teyzemin kalbi de, pek sağlam sayılmaz…”
“Korkma, bir şey olmaz.”
Sanki tecavüz edecekmiş gibi oynaşıyordu artık. Belini avuçlayarak durdurdum.
“Ağır ol, piller şarj olmadı daha.”
“O zaman teyzeni bir an önce ara ki, pillerin şarjını hızlandıran sürpriz imle tanış asın…”
Normalde beni kesseler o saatte kimseyi rahatsız etmezdim ya, kafam hala çakırdı ve yükselen burcumu da merak etmiştim artık doğrusu. Belki de, pillerin şarjını hızlandıran, şu sürprizini...

Uzun uzun çaldırmıştım telefonu. Sonunda teyzem, sanki öbür taraftan arıyorlarmış gibi korkulu bir sesle açtı.
“Alooo, kimsiniz?”
Sesindeki endişe ve korku, ödümü koparmıştı.
“Benim teyzeciğim, Aydın. Telaşlanma lütfen…”
“Hayır, mı oğlum, ne oldu?”
“Bir şey yok teyzeciğim, telaşlanma dedim ya.”
“Nasıl telaşlanmam oğlum? Bir şey olmasa bu saatte neden arayasın ki?”
“Önemli değil gerçekten teyzeciğim. Bir şey soracaktım sadece.”
Eniştemin sesi de gelmeye başlamıştı. O da telaşla, arayanın kim olduğunu sorup duruyordu ısrarla. Sonunda teyzem beni bırakıp,
“Aydın arıyor Aydın… Dur da anlayayım ne olduğunu.” diyerek susturdu eniştemi.
“Hah, söyle şimdi. Ne soracaktın oğlum?” diye, bana döndü yine.
“Ben saat kaçta doğmuştum teyzeciğim, biliyor musun?”
“Kaçta?”
“Ben sana soruyorum teyzeciğim, bilsem bu saatte rahatsız eder miydim sizi?”
“Yani gecenin bu saatinde, bunu sormak için mi ödümüzü kopardın?”
“Uygunsuz bir saat olduğunu biliyorum ama namaza filan kalkmışsınız dır diye düşünmüştüm.”
Bir süre sessiz kalmıştı teyzem. Sonra da,
“Senin ezan saatlerinden haberin mi var sanki beynamaz!” diye başlayarak, uzun uzun söylendi. Zılgıtlarının bitmesinden sonra da, o kadar lafı boşuna yemiş olmamak için bir daha sordum.
“Saat kaçta doğmuştum teyzeciğim?”
“Fesuphanallah…” çekerek biraz düşündü. “Sabahtı… Kırk küsur sene öncesini soruyorsun bana oğlum, bekle biraz.”
Kendi kendine konuşarak biraz daha düşünmüştü teyzem. Bir yandan da, niye aradığımı enişteme açıklıyordu. Eniştemin uzaklaşan sesi,
“Bu herif adam olmayacak…” diye söylenirken teyzem,
“Duuur, buldum galiba.” dedi. “Doğduğun zaman radyoda sabah ajansı okunuyordu. Ajans sabah yedide başladığına göre yediden sonra, en fazla yarım saat sürdüğüne göre de, yedi buçuktan önce doğdun demektir.”
“Sağ olasın teyzeciğim. Uyandırdığım için bağışlayın, görüşürüz.”
“Dur oğlum, doğum saatini ne yapacağını anlat bari…”
Ona, kucağımda oynaşıp duran bir kadının yükselen burç merakından söz edemezdim herhalde.
“Sonra anlatırım teyzeciğim. İkinizi de öpüyorum…” diyerek kapattım telefonu.
Merakla konuşmamın sonunu bekliyordu Nihal.
“Eee, kaç taymış?” diye sordu hemen.
“Sabah, yedi on beş…”
“Çantam nerede benim?” diyerek fırlamıştı üzerimden. Böylece ben de, bir yerlerimin fena halde uyuştuğunu nihayet fark edebilmiştim. Kalkıp odanın içerisinde dolanmaya başladım.
Göt kadar odanın içerisinde sekiz on tur atarak uyuşukluğumu gidermeyi başardığım zaman, aynı göt kadar odanın içerisindeki çantasını, hala bulamamıştı Nihal. Yanıma gelerek,
“Nereye koyduğumu hatırlıyor musun?” diye sorduğunda, nedenini asla anlayamayacağı bir ifadeyle suratına bakarak, pis pis sırıtmıştım. Sonunda aşağı odadan buldu geldi, neyse ki.
Heybe gibi kocaman bir şeydi çantası. Odanın ortasına geçerek yere çöküp karıştırmaya başladı. Bir süre sonra da içerisinden kalınca bir kitap çıkartıp, bu sefer de kitabı karıştırmaya koyuldu. Öylesine büyük bir ciddiyet içersinde yapıyordu ki bu araştırmasını, ister istemez meraklanmıştım. Karşısına geçip oturdum.
Kitaptaki aradığı bölümü bulduğu zaman, doğum tarihimi sormuştu. Sonra da büyük bir dikkat içerisinde incelemeye devam etti sayfaları. Aradığı her neyse onu da bulmuştu,
“Biliyordum zaten…” diye mırıldandı, kendi kendine…
Hiçbir şey yapmadan oturduğunuz bir ortamda izlediğiniz kişi, sanki yeni bir element bulmuşçasına bir heyecan içersinde olduğu zaman, ister istemez meraklanıyor dunuz. Gerçi çırılçıplak olması ve olağan üstü güzellikteki vücudu bu merakınızı masumlaştırabilirdi ama ayıp olmasın diye sordum yine de.
“Neymiş?”
“Daha dur…” diyerek yeniden çantasına döndü. “Emin olmalıyım…”
Birkaç kitap daha çıkarmıştı çantasından ve hepsi de burçlarla ilgiliydi. Çanta da çanta değil, astroloji kütüphanesiydi sanki. Bütün kitapları tek tek inceledikten sonra da rahatlamış bir yüz ifadesiyle, bana döndü nihayet.
“Hepsinde de aynı sonuç, sana söylemiştim zaten. Yükselenin terazi…”
“Aman ne güzel bir haber.” diye mırıldandım. “Artık benim de bir yükselen burcum var. Hadi aşağıya inip bunu kutlayalım…”
“Sabırlı ol. Daha horoskopunu çıkaracağım.”
“Neyimi?”
Kitaplardan birisinin arasından, belki sekize katlanmış kocaman bir kâğıt çıkartarak yere yaymıştı. Sonra da elleri ve dizleri üzerinde dört ayak pozisyonuna geçerek, biraz sağlıklı ve cinsel güdüleri normal olan hiçbir erkeğin katlanamayacağı bir görüntüdeyken, bakınmaya başladı kâğıda. Derin bir iç çekerken sordum,
“Ne yaptığını söyler misin lütfen?”
“Horoskopunu çıkartıyorum.”
“Onu anladım güzelim de, horoskop ne?”
“Yani, doğduğun zaman dilimindeki gökyüzünün konumunu inceliyorum.”
“Uğraşmana gerek yok, sorsaydın ya. Parçalı bulutluymuş, doğmamdan sonra da şerefime, yağmur yağmış zaten…”
“Bırak dalga geçmeyi, yıldızlardan söz ediyorum ben. Mesela doğum saatinde aslan burcu da çok güçlü. Ondan da etkilenmiş sindir mutlaka.”
Acaba o kâğıdın olduğu yerde ben olsam, benimle de aynı dikkat ve özenle ilgilenir miydi ki? İlgilenecek olursa eğer, Parmak uçlarıyla mı, yoksa aşağıya sallanıyor olmalarına karşın, uçları neredeyse karşı duvarı gösteren manyak memeleriyle mi yapardı bunu? Öğrenmeye kararlıydım, yattım kâğıdın üzerine…
“Amma da adammışsın haa!” diyerek çıkıştı. “Senin geleceğin için uğraşıyorum burada. Horoskopun çıkınca hepsi önüne serilecek zaten, sabırlı olsana biraz.”
Fena bozum olmuştum, kötü kötü bakarak kalktım ayağa. Biraz düşündükten sonra da itirazlarına aldırış etmeden incecik belinden yakalayarak kucaklayıp, aşağı odanın merdivenlerine yürüdüm. Bir yandan da mazeretimi fısıldıyordum,
“Beni anlamalısın güzelim! Sen horoskopumu çıkarana kadar benim canım çıkacak herhalde. Dolayısıyla da geleceğim filan kalmayacak artık. Hem, şu sürprizin neydi bakayım?

Uyandığımda karşımdaki saat on biri gösteriyor, yüzündeki tatlı gülümsemesiyle Nihal ise, mışıl mışıl uyuyordu. Soluma dönüp elimi çeneme dayayarak izlemeye koyuldum…
Birlikte olduğum kadınlar niye, hep benden sonra uyanıyorlardı acaba? Bir an için yatakta canlarını çıkarıp çok uyumalarına neden olduğum gibi bir megalomaniye kapılmıştım ama vazgeçtim sonra. Zaten canı çıkan genelde ben olurdum ve yine de, onlardan önce uyanırdım. Uykuya pek düşkün değildim çünkü.
Bunun iyi bir tarafı da vardı gerçi, yanımdaki kadınların tüm maskelerden arınmış yüzlerini inceleye biliyordum o zaman. Uyurken, rol yapılamıyordu çünkü…
Ayna karşısında yüzlerce kez prova edilmiş bakışların, dudak büzüşlerin, burun kıvırışların, sağ taraftaki görüntüsü bozuk dişin görülmemesi için ağzı sola çarpıtarak sırıtışların, rujların, rimellerin, farların, uykuda pek yeri yoktu.
Daha etkileyici olabilmek amacıyla genizden seslerle konuşmayı öğrenmiş olanlar, etkileyici horlama yöntemleri geliştirememişlerdi yazık ki. Uyurken burnunu karıştırarak hap yapanlar, uyanıkken burnu kaşındığında bile mendil kullananlardan çıkıyordu nedense? Uykusunda pofur pofur osuranlar ise, uyanıkken -helâ- sözcüğünü duyduğunda bile suratını buruşturacak kadar kibar olanlardı.
Yüzünden gülücük eksik olmayan kimileri de uyurken öyle bir nefrete bürünüyorlardı ki, pek de kötü geçmeyen bir gecenin sonrasında yüzlerinin o hali alabilmesi için ya benden nefret etmeleri gerekirdi, ya da kendilerinden…
Yanımda tatlı tatlı gülümseyerek uyuyan şirin şeyin ise, kendisiyle barışık olduğuna emindim. O kadar huzurluydu ki…
Uyurken, ben nasıl görünüyordum acaba? Kim bilir? İyi ki az uyuyup, onlardan önce uyanıyordum…
En sevdiğim sevişme türü yanımda yatan bir kadınla uyandığım zamanlar olsa bile, kıyamamıştım Nihal’ı uyandırmaya. Bacaklarına dolanmış çarşafı düzelterek savrulmuş pikeyi üzerine örttüm ve yukarıya çıktım.
Hayli dağınıktı ortalık. Temizlik yapma kararlılığı ile duşa girdim, tıraş olup giyindim, ortalığı toparladım, bakkala giderek sabah alışverişini yaptım, esaslı bir kahvaltı hazırladım ve gazetemi okuyarak, Nihal’ın uyanmasını beklemeye başladım.

Giyinmiş yukarıya çıktığında, saat ikiye geliyordu neredeyse. Gözümü açıp karşımda bulduğum andan beri hep çıplak gördüğüm için, giyinik halini yadırgamıştım doğrusu. Yadırganmayacak gibi de değildi ama...
Üzerine, güzel memelerinin birer torpil gibi fışkırdığı daracık ve limon sarısı bir bluz, altına da yine daracık ve minicik siyah bir deri şort giymiş, bacaklarına da pembe ile turuncu arası garip bir renkte file çoraplar geçirmişti. Hayli sıcak havaya karşın, o güzelim diz kapaklarını görünmez hale getirecek denli yukarıya çıkan vişne rengi çizmeler de, cabasıydı. Boynuna bağladığı kırmızı fular ise, aynı renkteki saçları ile bluzunun arasında kötü çizilmiş bir haritanın sınır çizgisi gibi sırıtıyordu.
Kızarmış ve birazda şişmiş gözlerinin birisini kırparak yanıma geldi, bir şeyler söyleyecekmiş gibi biraz bekledikten sonra yanağımdan bir makas aldı, sonra da çantasıyla birlikte tuvalete kapandı.
On beş yirmi dakika sonra çıktığında mahmurluğunu geçirmiş, saçlarını kabartarak taramış, gözlerinin üzerine pembemsi bir şeyler sürmüş, dudaklarını, kenarları daha koyu olmak üzere kahverengine boyamış ve her tarafına da, görüntüsüyle pek de uyuşmayan kalitede kokan bir parfüm sıkmıştı. Çantasını omzuna asıp yine göz kırparak, karşıma dikildi sonra da...
“Eh, ben gideyim artık…”
O kadar saattir sadece onu beklediğim için, bozulmuştum doğrusu. Kötü kötü bakarak söylendim.
“Acelen ne kızım, kahvaltı yapmayacak mısın?”
“Şart değil…”
“Benim de seni beklemem şart değildi ama sofrayı hazırlayıp, bekledim işte…”
“Yani bir şey yemeden, beni mi bekledin?”
“Ve sigara içmeden. Aç karına içemem çünkü.”
“Ama niye bekledin beni?”
“Bilmem, böyle yetiştirdiler beni…”
Suratındaki onca boyaya rağmen yüzü, o afacan şirinliğine bürünmüştü yine. Tatlı tatlı gülümseyerek masaya geçti.
“Oturalım o zaman. Ben de acıkmıştım hani…”
Geceki konuşkanlığından da, neşesinden de eser yoktu Nihal’ın. Kahvaltı boyunca pek konuşmamış, ara sıra laf attığımda ise tek kelimelik cevaplarla yetinip başını kaldırmadan kahvaltısıyla ilgilenmişti. İştahı da yerindeydi ama gündüzleri formundan pek endişesi yoktu anlaşılan.
Sonunda doydu, çayını tazeledi, sigarasını yaktı ve nihayet dile geldi…
“Dün gece nasıldı, memnun musun?”
Böyle soruları ne sormaktan, ne de sorulmasından hoşlanırdım. Kötü kötü bakarak homurdandım,
“Gündüz sohbetine doyum olmuyormuş, yine burçlardan söz edelim bari…”
Biraz utandırmıştım galiba. Önce sol gözü sola, sonra ikisi birden aşağıya doğru kaydı. Başını da öne eğerek,
“Kusura bakma…” dedi. “Aslında böyle değilimdir ama… Ne yapayım canım, müşterilerimle kahvaltı etmek gibi de bir alışkanlığım yok ama. Aaa…”
Sanki hesap soran bir tavırla iskemlesinde dikleşmiş bana bakıyordu. Ne diyecek diye saf saf bekleyen zavallı ben de, lokmam ağzımda kalakalmıştım. Boğazımdaki lokmadan öksüre tıksıra güçlükle yutarak kurtulduktan sonra da derin bir nefes alırken fısıldadım,
“Müşteri mi?”
“Böyle şeylere alışmamalıyım ama bizim meslekte müşteriler, genelde ayıdır çünkü…”
“Müşteri mi?”
“Evet. Hadi paramı ver de gideyim artık.”
Embesiller gibi, ağzım açık bakınıyordum. O güne dek sayılamayacak çoklukta sarhoş olmuştum. Hatırlayamadığım sarhoşluklarım da pek çoktu. Hatta tanımadığım kadınların yanında uyandığım bile olmuştu daha önce de ama ne sarhoşken ne de ayıkken, bir kere bile parayla aşk yapmamıştım. Asıl şaşırdığım da oydu zaten…
Nihal kahvaltı öncesinde olduğu gibi çantasını omzuna asmış bekliyordu. Ayağa kalkarak elinden tuttum.
“Biraz daha oturur musun lütfen?”
Kıçının kenarıyla iskemlesine ilişmişti. Sesini çıkarmadan ilgiyle beni izliyor ve konuşmamı bekliyordu. İki elini birden avuçlayarak iskemleme oturmuştum yine.
“Sana bir soracağım, yanlış anlama ama…”
“Merak etme…” diyerek gülümsedi. “Sana özel bir ıskonto yapacağım.”
“Teşekkür ederim de, soracağım başka bir şey.”
“Nedir o?”
“Biz güzelim… Biz nasıl tanıştık?”
Kaşları çatılmış, ters ters bakmaya başlamıştı.
“Bana bak…” dedi sinirle. “İş paraya gelince kıvırtanlardan değilsin, değil mi?”
“Ne demek o?”
“Bırak bu ayakları. Çamura yatacaksan da, erkek gibi şu işi…”
“Ne çamuru güzelim?”
“Hassiktir ulan…” diyerek ayağa kalktı ve sokak kapısına yürüdü. Neden kızdığını geç de olsa anlamıştım. Yetişip kolundan yakaladım.
“Paranı alacaksın kızım, merak etme.”
“Niye kıvırtıyorsun o zaman?”
“Ne kıvırtması yahu? Bir soru sordum sadece…”
“Bildiğin bir şeyi niye soruyorsun ki?”
“Bilmiyorum da ondan. Hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“Dalga mı geçiyorsun?”
“Gerçekten de hatırlamıyorum. Gecenin ikisinde ki beni zorla uyandırmana kadar, seninle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Çantasını yere bırakarak iskemlesine oturmuştu. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu.
“Sen ciddisin…”
“Tabi ciddiyim.”
Yine tatlı tatlı gülmeye başlamıştı. İçindeki soğumuş çay bardağını yenilemeye giderken ise, kıkırdayıp duruyordu. Döndüğünde benim boşalmış bardağımı görüp bana sormadan onu da doldurmaya giderken de, kahkahayla gülüyordu. Doldurduğu bardağımı önüme bırakırken de…
“Yeter artık ama…” diye söylendim.
“Kusura bakma.” diyerek kıkırdadı yine. “Çok komiğime gitti de…”
“Anlat o zaman şu komik tanışmamızı da ben de güleyim.”
“Ben sana gülüyorum ayol, tanışmamız normaldi.”
“Nasıl normaldi?”
“Canım, bir orospuyla müşterisi nasıl tanışır?”
“Nasıl?”
“Bırak bu saf ayaklarını, hiç orospu tanımadın mı?”
“Tanımışımdır herhalde, ama hiç müşteri olmadım.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, on beş yaşımdayken geneleve ilk ve son gidişimden bu yana, parayla hiç aşk yapmadım ben...”
“Eee, ne yapıyorsun peki?”
“Sevişmek istediğim zamanları mı soruyorsun?”
“Herhalde…”
“Sevgililerimi kendim bulabilirim. Çoğu zaman da onlar beni bulur. Kimse kimseyi bulamadığı zaman ise, mastürbasyon yaparım. Hadi, anlat artık tanışmamızı.”
Yine gülmeye başlamıştı nedense? Bu arada bir de sigara yakıp gülmesinin arasında dumanı genzine kaçırınca, öksürük nöbetine yakalandı. Hemen koşup su getirerek eline tutuşturdum. İçince biraz rahatlamıştı.
“Nasıl geçti mi?”
“Oh evet, çoktandır böyle gülmemiştim ama…”
“Artık, özel bir ıskonto yaparsın bana…”
“Dalga geçme, yine gülerim yoksa…”
“Şimdi gülme lütfen. Şu tanışmamızı anlat, sonra da istediğin kadar gül...”
“Galiba ben de, seni bulanlardan oluyorum” dedi, kıkırdayarak. “Oturmuş kendi başına içiyordun, izin isteyip yanına oturdum. Ama sen de bana bakıp durmuştun zaten…”
“Bir heykelci gözü için olağanüstü bir vücut sun çünkü kızım. Ben de sadece sarhoştum herhalde, eşek değil. Eee, sonra?”
“Senden içki istedim sen de ısmarladın, daha sonra da…”
“Eee?”
“Bak bu garip aslında…”
“Nedir o?”
“Benim daha içkim bitmemişti ve sen, artık gitmen gerektiğini, gidersen eğer bunu saygısızlık olarak görüp görmeyeceğimi sormuştun. Benimle pek de ilgin yoktu aslında yani. Sadece kibarlıktı seninki…”
“Bilirim, kibar herifimdir. Sonra…”
“Uygunsuz bir durum yoksa eğer seninle gelmek istediğimi söyledim.”
“Uygunsuz durumdan kastın ne yani?”
“Evli olabilirdin.”
“Anladım. Eee?”
“Hepsi bu kadar. Gelmeme itiraz etmedin ve geldik…”
“Senin hayat kadını olduğunu biliyor muydum peki?”
“O kadar da kibar olmak zorunda değilsin canım, orospu diyebilirsin.”
“İzin verirsen demeyeyim.”
“Neden o?”
“O kelime erkeklerin terminolojisinde, küfür yerine geçiyor da…”
“Orospuların terminolojisinde de -erkek- kelimesi, küfür sayılıyor. O yüzden, boş ver gitsin…”
“Ben yine de hayat kadını demeyi tercih ederim.”
“Sen bilirsin. Gerçi bu deyim kader kurbanı olduğunu düşünenler için doğru olabilir belki ama ben orospuluğu meslek olarak seçenlerdenim. En bol ve rahat parayı kazanabileceğim bir seçim yaptığımdan da eminim üstelik. Senin heykelcilik seçiminden daha akıllıca herhalde…”
Bu da benim heykelciliğime takmıştı nedense? Kötü kötü bakarak,
“Tamam, pekâlâ…” diye homurdandım. “Senin orospu olduğunu biliyor muydum peki?”
“Bilmem...” diyerek kıkırdadı.
“Ne demek, bilmem?”
“Hiçbir müşterime orospu olduğumu söylemem ki.”
“Ya anlamazlarsa?”
“Niye böyle giyindiğimi sanıyorsun?”
“Ama ben anlamamışım işte…”
“Nereden biliyorsun? Belki de işine öyle geldi.”
Doğru olabilir miydi acaba? Neden olmasın, kadının güzelliğini sarhoş kafayla anlayabilen bir herif, üzerindeki kartvizit gibi giysilere rağmen orospuluğunu niye anlayamasın ki? Bilinçaltım, ne gibi oyunlar oynuyordu acaba? Sıkıntılı sıkıntılı mırıldandım,
“Eee, sonra ne yaptık?”
“Bir şişe şampanya alıp buraya geldik.”
“Şampanyayı niye almıştım acaba? Hiç de sevmem çünkü…”
“Ben istemiştim, sen de kırmadın beni.”
“Çok şükür…”
“Ama bir şey söyleyeyim, hiç de sarhoş gibi değildin. Ne dilin dolaştı, ne de bir yanlışlık yaptın. Yalpalamıyor dun bile…”
“Tahmin edebiliyorum. Ayık rolü oynamasını iyi bilirim…”
Bir süre hiç konuşmamıştık. Ben soru sormayınca, Nihal’da susmayı yeğlemişti. Suskun bekleyiş sırasında canı çay isteyip bittiğini görünce de, birer fincan kahve hazırlayarak geldi.
“Eee…” diyerek bozdu sessizliğini, kahvemi önüme bırakırken. “Ne olduğumu bilmiyordun diye, paramı vermeyecek misin şimdi?”
“Olur, mu hiç…” diye mırıldandım. “Tabi ki vereceğim. Nedir ödemem gereken?”
Söylediği rakamı duyunca sorduğuma soracağıma pişman olmuş, içimden de esaslı bir küfür savurmuştum. O parayla sahildeki barlarda birkaç gün içer, hiç değilse bir güzelle tanışıp sevişir, artanıyla da iki şişe yetmişlik rakı alıp, koca bir tencere de sucuklu kuru fasulye pişirirdim…
İçimden söylenerek boşalttım cebimi. Önceki gece ne boklar yediysem iyi para harcadığım, kalanlardan belliydi, istediğinin üçte ikisine yetiyordu ancak. Paraları önüne bırakırken kötü kötü bakarak homurdandım,
“Borçlu kalacağım, özür dilerim. Bu kadar param var ama…”
Önüne bıraktığım paraları, pek de umursamadan saymıştı. Daha sonra da gözümün içine bakarak muzip bir şekilde gülümserken,
“Eee, kalanı ne olacak şimdi?” diye söylendi.
“Para isteyebileceğim birkaç arkadaşım var ama getirmeleri zaman alır. İster burada bekle, istersen sonra al.”
“Bekleyemem. Hesap kapatmadan müşterimden ayrılmak da, prensiplerime uymaz.”
“Birinden birini seçmek zorundasın güzelim. Para sıçmasını henüz öğrenemedim yazık ki…”
Suratını ciddileştirerek bir sigara yaktı. Sanki bıyık altından güler gibiydi ama meteliksiz kaldığım yetmiyormuş gibi bir de borçlandığım için, hiçbir şeyi fark edecek durumda değildim.
“Başka bir şekilde ödeme yapamaz mısın peki?” diye sordu.
“Niye olmasın, heykeller imden beğendiğin birisini alabilirsin.”
“Bana kalan borcundan çok daha değerlidir onlar ama…”
“Tabi ki öyle, ama satmaya kalkarsan metelik vereceklerini sanmıyorum.”
“Eee, ne yapayım heykelini o zaman?”
“Pek ala, sana kalan borcumu avans kabul ederek bir büstünü yapayım. Böylece sen bana borçlanır, dilediğin zaman da ödersin.”
“Fena fikir değil aslında. Ama bir büste ihtiyacım olduğunu sanmıyorum henüz, belki yaşlandığımda…”
“O zaman sana benim bir büstü mü yapayım, üste para da istemem üstelik.”
“Ne yapayım senin büstünü ayol?”
“Evinin ortalık bir yerine koyar, sana borçlu kaldığım aklına geldikçe de suratıma tükürür sün.”
“Tamam, tamam.” dedi kıkırdayarak. “bana borcun falan yok, o kadarı da benden olsun. Yalnız, sen ne yapacaksın peki?”
“Hangi konuda?”
“Hiç paran kalmadı…”
“Bir yolunu bulurum. Büstünü yaptırmak isteyen birisi vardı…”
“Oradan para gelene kadar ne yapacaksın peki? Meteliğin yok, buzdolabın da neredeyse boşalmış, sigaran da bitmek üzere…”
“Sen gider gitmez gizlediğim paraları çıkarırım, merak etme.”
“Gururlu başak…” diye mırıldanırken, tatlı tatlı gülüyordu.
“Sakın yeniden burçlara dönme. Hem sen gitsene artık…”
“Ve sevimli terazi… Horoskopuna baksak, daha neler çıkar kim bilir?”
“Kendi horoskopunda paranı kaptıracağın bir heykelci çıkmış mıydı?”
“Öyle şeyleri göremezsin zaten. Ama zengin olacağım çıktı, hem de orospuluk yaparak…”
Yerinden kalkarak yanıma gelmişti. Bir süre saçlarımı okşadı sonra da okkalı bir makas alırken yanağımdan kucağıma oturup,
“Bir şey sormak istiyorum.” Dedi.
“Sor…”
“Eğer orospu olduğumu bilseydin, yine benimle olur muydun?”
“Olurdum herhalde, belki biliyordum da. Ama para isteyeceğini bilseydim, asla…”
Bacaklarını açarak ata biner gibi yerleşirken kucağıma, hınzır bir gülümsemeyle söyleniyordu,
“Pinti başak…”
“İlgisi yok pintilikle…” diyerek itiraz ettim hemen. “orospu olduğunu biliyor duysam bile beni gerçekten de istediğini düşünmüşümdür kesinlikle. Aşkın da, seksin de kendiliğinden olanını ve karşılıklı aynı ihtiyaçlardan kaynaklanmış türünü seviyorum çünkü. Beni beğendiği için değil de para vereceğim için benimle birlikte olan kadınla bırak tatmin olmayı, tahrik olacağımı bile sanmıyorum.”
Kucağımda iyice yayılmış saçlarımı kurcalıyordu. Ama bakışları da biraz dalgınlaşmıştı sanki. O anda kayıveren sol gözünün kenarını öperek, gönlünü almak amacıyla devam ettim.
“Tabi bu bir genelleme değil, kendimi anlattım sadece. Tanışlarımın düşüncesine göre de, benim pek normal olduğum söylenemezmiş zaten…”
Saçlarımı bırakmış, kaşlarımla oynuyordu artık. Gözümün içine kadar uzanmış bir kılı hizaya sokmaya çalışıyordu. Beceremeyince de çekti kopardı…
“Boş lafları bırak da…” dedi, parmağındaki kılı üflerken. “Soracağım soruya cevap ver şimdi…”
“Ya yine boş konuşursam…”
“Pek sanmıyorum…”
“Eh, sor o zaman.”
“Elin yüzün düzgün, ağzın da iyi laf yapıyor. Pek çok kadın seninle birlikte olmak isteyebilir ama yaşlandığında, suratı buruşmuş, beli bükülmüş, bakılacak yeri kalmamış bir ihtiyar olduğunda, eğer ki kuşun da hala dans edebiliyorsa, canın da benim gibi bir tazeyi çekerse hele, o zaman ne yapacaksın? Hangi özelliğinle tavlayacak sın kadınları?”
“O tazeyi düşleyerek mastürbasyon yaparım.” diyecektim ama diyemedim. Aptal aptal bakınarak, düşünüyor rollerine girdim sadece…
Gözümdeki gözlüğü çıkarıp masaya bırakmıştı Nihal. Az önce verdiğim paraları da eline alarak yelpaze gibi açıp sallamaya başladı burnumun ucunda. Dudağıma da ıslak bir öpücük kondurup,
“Hiç düşünme…” dedi. “Günün birinde senin de orospulara ihtiyacın olacak. Onun için bir kenarlara para koymaya başlasan iyi edersin. Şimdi söyle bakalım, meteliğin
kalmadığına göre şu paraları sana versem, benimle sevişir misin?”
Kucağımdaki tazeyi omuzlayarak aşağı odanın merdivenlerine doğru yürürken,
“Para istemez…” diye mırıldanıyordum. “Bu seferlik benden olsun…”




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bana Rakı, Peki'ye Kek...
Son Kez Açtı Krizantemler...
Bir Büyük Rakı, Biraz Kavun...


Nuri Ziya Aral kimdir?

Bir şeyler sorulmadığı sürece kendimden söz etmeyi hiç beceremem ve şimdi de, aynı sıkıntıyı yaşıyorum yazık ki. Laf ebeliği yapayım en iyisi. . . Kendimi sizlere tanıtmam istenen bu kutucuğun adı "Yazar Tanıtım" gerçi ama "Yazar" filan değilim henüz. Bir şeyler yazan herkese "Yazar" denseydi zaten, edebiyat Nobellerinin çoğunu, Arzuhalcilerin alması gerekirdi herhalde. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Jack London, Bukowski...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nuri Ziya Aral, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.