Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Bir kitap “Leyla’nın Evi”, Ömer Zülfü Livaneli tarafından kaleme alınmış bu roman bügüne kadar hayatımda denemediğim bir şeyi yapmaya yöneltti beni, eleştiri yazmak. İlk defa deneyeceğim. Umarım başarırım. Kitabı daha önce hiç görmemiştim, dikkatimi de çekmemişti nedense. Yılbaşı gecesi ablamların evine davetliydim, kitabı kütüphanelerinde gördüm. İsmim olması nedeniyle dikkatimi çekti ve elime aldım. Son yıllarda, özellikle doktoramın bitiminden itibaren kendi iç dünyamı dinlemeye zaman ayırdım ve şiir yazmaktayım, hatta son yıl bunu öykü ve denemelerim izledi. Yazmayı seviyorum hem de çok, peki okumayı? Özellikle 45 yaş sonrası yakın gözlük ihtiyacı nedeniyle akşamları kitap okumuyordum. Çünkü yakın gözlük takmam yaşlılık emaresiydi ve kendime yediremiyordum. İş ortamında gün ışığı yetiyor, akşam bilgisayarda elektronik ortamda gazete vs. okumakla birlikte kağıt ortamında pek elime bir şey almıyordum. Sanırım yaşlanmayı kabul etmiyordum. Son bir iki aydır işime servisle gelip giderken paşalar gibi gözlüğümü takıp günde ortalama 50 sayfayı serviste okuyorum. “Leyla’nın Evi” de böyle serviste, gidip gelirken okuduğum bir kitap oldu. Ablamların evinde kitabı görüp elime aldığımda, şiirlerimde ve öykülerimde kullanmayı çok sevdiğim ismim bir kitapta hem de Zülfü Livaneli’nin kitabında kullanılmıştı. Kimin bu kitap dediğimde bu yıl yıllarca evvel mezun olduğum ve hatta 4 yıl önce doktoramı aldığım üniversitem ODTÜ’ye giren yeğenim “Benim” dedi. “Alabilir miyim?” diye sordum, ”Tabi ki teyze, hatta bende o kitaptan iki tane var senin olabilir” diye yanıt verdi. Birini kendi almış, biri hediye olarak gelmişti. Kitabı elime aldım, kapaktaki resim genç bir bayan hamakta, kapak çok basit hazırlanmış diye içimden geçirsem de insanda hoş duygular uyandırıyordu. Kitabımı serviste açıp okumaya başladım. Yaşlı bir asilzade kadının evinden dışarı atılmasıyla ilgiliydi kitap. İstanbul’da yalılardaki yaşantıyı ve yalıları hep merak etmişimdir ama o yalıların çoğunda bugün ilk sahiplerinin oturmuyor olması bir an garip geldi bana. “Peki gönlümün ilk sahibi hala oturuyor muydu yerinde?” Garip bir betimleme olmakla birlikte aklıma geliverdi, yazdım. Yaşlı adaşım Leyla Hanım’ın evini bırakmak istemeyişi gayet doğaldı ve yaşlı kadın güçlü bir kişilikti. Kitap çok akıcıydı ama nedense kitabı akşamları ve hafta sonları çok az elime aldım. Genellikle serviste okudum. Gazeteci Yusuf’un çocukluğunun geçtiği mahelledeki yalının müştemilatından atılan ve yalının bir zamanlar sahibi olan Bosnalı ailesine mensup Leyla Hamını ikna edip evine götürmesi ve Almanya'ya göçmen olarak giden bir ailenin kızı olan sevgilisi Roxy ile olan iletişimleri, asıl adı Rukiye olan Roxy’nin hayatı, iki sevgilinin yaşadıkları yer Cihangir, yalının yeni sahipleri Ömer ve Necla, Ömer’in babası bir yalıda hizmetli olan Ali Yekta Bey ve diğer kişiler kitapta anlatılanlar. Bir uşak ve zengin zayıf oğlu, nasıl zengin olduğu, uşak babanın asil davranışları, zengin oğlanın kişiliksizliği, aynı zamanda bir asilzade olan bir piç Leyla Hanım. Piç kelimesinin kirliliği, gayrimeşru dünyaya gelen çocukların hangi ortamda yetişirlerse yetişsinler bu kirli tanımlamayı haketmedikleri, daha pek çok şey kitapta vardı ve hissettim. Kitap aldı beni ve içine çekti. Hikayenin temel dayanağı Leyla’nın annesi bir Osmanlı asilzadesi Handan ve gayrimeşru babası işgal kuvvetlerinin İngiliz subayı Robert’ın in aşkları . Düşünmeden edemiyorum, Handan ile Teğmen Robert arasındaki gerçekten aşk mı? Aşktan çok cinsellik olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bir kadının kendisini, ülkesini işgal eden kuvvetlerin subayına teslim etmesi ve sadece bir kaç görüşmeyle aşık olması mümkün müydü? Gerçekten yasak aşk olduğu konusunda bir ikilem yaşıyorum. Yasak olmasına yasak da aşk mıydı? Çok emin değilim hala, çünkü Robert’ın kızına yazdığı notlarda Handan’a karşı hislerini daha farklı anlatmasını bekliyorum, eğer aşk ise, daha aşk sözleriyle, betimlemeleriyle. Sonra kitap sürerken kişi betimlemelerinde çok güzel olduğunu ancak duygularda zayıf kaldığını düşünüyorum. Sonra Necla’ya duyduğum öfke ve Roxy’ye duyduğum acıma aklıma geliyor. Garip ama Ömer’e de acıyorum. Leyla Hanıma karşı ise içimde bir acıma yok henüz, kadın güçlü nasıl olsa çözer problemi diyorum kitabın başlarında, evini alacak... eninde sonunda alacak... Duyguya ilişkin ise haksızlık yaptığımı fark ediyorum kitaba “Peki o duyguları bana hissettiren ne?” Yani Necla’ya öfke, Roxy’e acıma... Kitapta; sevgi, öfke, nefret, gurur, kabullenme, acizlik, böbürlenme, naiflik gibi pek çok duygunun yer aldığını düşünüyorum ama hala aşkın çok güçlü olmadığını düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi taki Yusuf ile Roxy’nin aşklarının anlatımına kadar. Çünkü aralarındaki aşk başka bir şey değil bana göre, özellikle Yusuf’un Roxy’e hissettiği. Kitabı okurken bilmediğim pek çok şeyi öğreniyorum. Mesela isimlerle yerleri özdeşletirmeyi, kitabı okuyana kadar hiç yapmamıştım nedense. Bir Ankara’lı olarak İstanbul’un semtlerinden Cihangir’i merak ediyorum. Son günlerde “Muhteşem Yüzyıl” adıyla ekranlara gelen dizi çok popüler, hem dizinin kalitesi hem de siyasetçilerin hatta Başbakanı’ın diziyi eleştirmeleri nedeniyle. Bu dizide henüz izlemediğimiz Şehzade Mustafa’nın ölümüyle ilgili yeri dikkatle okuyorum, bir şey öğreniyorum ki yüreğim çok burkuluyor. Zaten Hürrem’e karşı zaafları nedeniyle zayıf karekterli olarak gördüğüm Sultan Süleyman’ın, şehzade Mustafa’nın cellatları bile sağır dilsizken oğlunun katlini hem de “Kurtar baba” diye feryatlarını dinleyerek izlemesi kabul edilemez geliyor bana... Tarihsel bir gerçek olduğunu düşünmekle birlikte “Acaba” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum... Süleymaniye camisini gözlerimin önüne getirerek Sultan Süleyman'ı tasavvur etmeye çalıştım. Cihangir semti ve şehzade Cihangir kitapta yer aldığı betimlemelerle çok ilginç gelirken, Süleymaniye ve Sultan Süleyman bir arada bir şey ifade etmiyor bana... Dünyanın Muhteşem Süleyman dediği sultan bir kadına zaaf düşmüş ve oğlunu katlederken bir imparatorluğunun kaderini değiştirmişti. Osmanlının kaderi değişmeseydi belki o yalıda da o facialar yaşanmayacaktı! Bende en derin hisler uyandıran kitap bugüne kadar okuduklarım arasından “Suç ve Ceza” olmuştur. Bana göre Dostoyevski müthiş bir yazardır. Gerçi öylede kalacaktır ama yazarın İstanbul ile ilgili söylediklerini “Haliç ve İstanbul bizim olacaktır... ” ilk defa bu kitapta okuyarak derin bir üzüntü hissettim. Kimse mükemmel değildir... diye düşündüm önce; sonra ise yeri ve zamanı geldiğinde önce “Ben”, yeri geldiğinde “Benim Ülkem”, yeri geldiğinde “Benim ailem”, yeri geldiğinde “Benim insanım” demek gerektiğini içim burularak hissettim. Kitapta pek çok şeyi buldum, tarih, kültürel yapı, değişim, sosyal yapı, göç, göçlerin kişilerin yaşantısındaki etkileri ve sosyal ve kültürel yapılardaki etkileri, Almanya’da ki Türkler, toplumsal yaşam, tabiat, doğal olaylar, erotizm, değerler ve bir duygu seli. Kitabı okurken nedense ben yazsaydım gibi garip duygulara kapıldım okuyuşumun akışında ara sırada olsa. Nedense Necla’ya karşı hiç bir acıma duygusu hissetmedim, en çok da öfke duymuştum bu sanal kişiliğe. Çok katı bir kişilikti ve babası ile konuşmaları arasında belki insani duygular Necla’da da oluşacak derken, olmadı ve bu kişilik ölürse kitabın seyri olumluluğa yönelecek diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Kitapta tek yer almayan bana göre Necla’yı bu kadar katı olmaya yöneltten şeydi. Anlaşılan düzgün bir ailesi vardı, peki neydi onu bu kadar katı yapan? Bu sorumun cevabını ben bulamadım kitapta, umarım kaçırmadım. Öldüğünde ise hiçbir şey hissetmedim o sanal kişiliğe karşı sadece Ömer’e acıdım. Kitapta hala kabul edemediğim bir şey vardı. Dayısı tarafından öldürülen babasını ve doğumunun akabinde kendini ölüme bırakan annesini hiç tanımayan, gayrimeşru olarak dünyaya gelen ve dedesinin nüfusuna kaydedilen Leyla’nın bir genç kız olduktan ve en son annanesini kaybettikten sonraki yalnız yaşantısı. Özel eğitimler de olsa o kadar güçlü eğitim almış biri nasıl yalnız yaşamaya mahkum ederdi kendisini ve neden bu mahkumiyeti tercih etmişti. Bir İngiliz subayının piçi olarak dünyaya gelmiş olması mıydı neden? Sanki değildi. Ailenin bu nedenle yalnızlığa itilmiş olması mı bu yalnızlığı sürdürmesine neden olmuştu? Hala bir şey eksikti kitapta. Çok kolay ağlayan ben her ne kadar ağlamaklı oldum ise de gözümden bir iki damla yaş süzülmemişti. Kitapta bu hüznü ve duyguyu da yaşamak istedim nedense. Bugün serviste gelirken artık son sayfaları okumaktaydım. Son sayfalar ilerledikçe gözümden yaşlar süzüldü. Yakın gözlüğümün altından süzülen yaşları kimsenin görmemesini ümit ettim. Allahtan rimel sürmemistim. Kitabın kapağıda son sayfalardan sonra daha anlamlı gelmeye başladı... Tekrar bakıyorum kitabın kapağına “Çok yakışmış...” Kitabın son sayfalarını okurken yine ben yazsaydım gibi garip bir hisse kapıldım. Roxy özellikle Yusuf ve belki annesi gibi saydığı sevdiği Leyla hanımı mutlu etmek için Rukiye ismini tekrar kullanır, asi kız gelinlik giymese de beyaz bir elbise giyerek evlenir ve bir yuvanın temelleri atılır. Leyla ise Yusuf ve Roxy ile bulduğu aile yaşantsından sonra yalnız evinde tek başına yaşayamaz ve ölür. Evet sonra düşündüm belki Yusuf ve Rukiye de gelir, birlikte yalının müştemilatında yaşarlar, tam bir aile gibi. Livaneli’nin kitabın başlarında yazdıklarını şimdi tekrar okuyorm. Kitap gerçekten bir mülk tradejisini mi anlatıyor? Yoksa bir mülk trajedisi içerisinde yuva kavramı ve aynı zamanda yalnızlığ mı? Çünkü en çok taktığım yer Leyla’nın yalnızlığı. Yusuf ve Roxy veya Rukiye ile yaşadıkları ve yıllar sonra nihayet bir yuvaya kavuşması, Rukiye’yi evladı gibi görürken Rukiye’nin ihtiyaç hissettiği sahiplenme ve Leyla’yı annesi gibi sevip sayması. Evet mülk trajedisinden çok ben bunları buldum kitapta. Bir arkadaşım geçenlerde “Yalnız olan güçlüdür” diye yazdı, Leyla’nın gücü buradan mı geliyordu? Peki güçlü müydü? Leyla’nin Evi minik bebek Leyla’nın eviydi kitabın sonunda. Ya "ben, Leyla”nın evi. Şu an bir kamu kurumunu lojmanındayım, yani ev benim değil. Bir gün çıkarılacağım ya da çıkacağım, Allaha şükür ayrıca bir evim var. Ama asıl mesele ben evimde yalnız değilim işte mutluluk bu... Zülfü Livaneli'yi sanatçı olarak hep beğenmişimdir. Şarkılarını çocukluğumdan itibaren mırıldanırım, besteleri ünlü şairlerin sözleriyle bütünleşmiş olup muhteşemdir, Leylim Ley’ini mırıldanırken, arada Leylam Ley derim. Karlı Kayın içimi burkar. Gazete yazarlığında ise beğendiğim ve beğenmediğim yazıları olmuştur. Siyasi kimliğinde onaylamadığım davranışları olmakla birlikte şansız olduğunu düşünürüm ama roman yazarlığı “Leyla’nın Evi” belki ismimi kullanmış olması nedeniyle megolamanlık hisleriyle hayranlık uyandırdı bende, sıra “Mutluluk” kitabında. Belki haddim olmayarak yazdım bu eleştiriyi bir eleştirmen değilim çünkü ama bir okurum ve bu da benim görüşlerim. Ellerine ve yüreğine sağlık demek isterim Sayın Livaneli’ye... Bu görüşlerim yazara ulaşır ya da ulaşmaz bilemem. Ama derim ki iyi ki İZEDEBİYAT varsın... Bir şiirimle son cümlelerimi yazmak istiyorum... BEN NEYİM Kİ! Ben, Leyla Bu gece; ölçtüm, biçtim Tartım kendimi... Bir nokta olup, Kimi durdurabildim. Üç nokta olup, Neyi sürdürebildim. Bir noktalı virgül olup, Neyi açıklayabildim. Şimdi istersem, Soru işareti olabilir miyim? Ben, Leyla 50 yılda, 25 ton çöp ürettim Belki birkaç çocuğu, Birkaç yaşlıyı sevindirebildim. Ama bir aç doyurabildim mi? Yüzündeki tebessümü gördüm mü? Belki bir kaç ağaç diktim Ama bir nesil yetiştirebildim mi? Ben, Leyla Bilgi ürettiğimi sandım Ama bir cahile, Okuma yazma öğretebildim mi? Çok şükür duydum: Sağol yavrum, Allah razı olsun, Berhüdar ol. Bu gece sordum kendime Hakettim mi? Güneşin yüzümü güldürebildiği gibi Tenimi kavurduğunu Rüzgarın savururken önündekileri Havayı tertemiz temizlediğini Yağmuru bereket diye düşünürken Katıp herşeyi önüne, sürükleyebildiğini Aşkın yüzümü güldürürken İçimi acıttığını Hissedince anladım mı? Neşe ile hüzün arasında İncecik bir çizgi olduğunu Sıcak ile soğuk arasında İncecik bir çizgi olduğunu İyi ile kötü arasında İncecik bir çizgi olduğunu Yaşam ile ölüm arasında İncecik bir çizgi olduğunu Ben, Leyla Hep ben dedim kendime Ben, Ben Leyla Ben neyim ki? Bir virgül, bir nokta Bir noktalı virgül. Belki bir soru işareti, Olmak istedim bu gece Belki de bir ünlem Sus Leyla! Sus Nur ol bu gece Geceyi sabaha bağla Leyla Nur Nur Leyla Geceyi sabaha Sabahı geceye Bu gece anladım ki! Ben bir döngüdeyim... Leyla ÜNAL (28 Kasım 2012) İşte bir mülk trajedisi Leyla’nın yalnızlık döngüsünden çıkmasını sağlamıştır. Çok kısa sürse de bir aile olmayı hissetmiştir nihayet Leyla. Bir torunu, bir oğlu, bir kızı olmuştur.Öğrendiklerini insanlarla paylaşmıştır. Hayatımızı bir döngüden çıkarmak gerekir, rutin olmayan şeyler yapmak hayatımızı anlamlılaştırır. Ayrıca her kötü görünen olay sonuçları itibariyle kötü olmayabilir... Leyla ÜNAL (11 Ocak 2013)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Leyla ÜNAL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |