Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Ve ölüm yamacımdadır artık Yaşamsa çok uzak Beni tutan yaşamın canlı ipleridir Onlar olmasa ne kolay olacak . Uzak bir çiftlikte öğle saatlerinde Su buharı zamanı titretirken Tüm hayvanlar öğle uykusunda Zaman bile öldüğünde gelmeli ölüm Selda Yüksel OSMAN'IN DÜNYASI Çöl, hızlı en dayanıklı olanların ayakta kalabildiği, su kaynaklarının kısıtlı olduğu , ulaşılacak su kaynaklarına ulaşmak için zamanla yarışan kervanların, belki de en zor nokta olan ortalanan çölde, yıldıza göre yön bulunurken çıkacak bir fırtınada yolu kaybetme riski:Osman’ın gerçeklik duygusunun oluşması çok ufak yaşlara dayanıyordu. Belki de oturduğu ufak kasabada yetişkinler dünyasına dalmış düzenlenen kaymakamlık kupası maçlarını ufak dünyasında büyütmüş, büyülenmiş,her oynadığı maçı kazanan PTT takımını izlemiş ve son maça bu takımın minibüsüyle gitme fırsatını bulmuştu. O dev gibi adamlarla alkışlar şarkılar,küfürler eşliğinde hareket etmiş ,artık yenme dışında bir sonucun olabileceğini,ufuksuz gözlerinde canlandıramamıştır. Göz alabildiğince geniş uzanan, iki ırmak arasında kalan, bu yeşil ovadaki kasabada, tabur sahasında oynanan maçın başlamasıyla ağabeylerinin gol yediğini görüyor, toparlanamadan bir ikincisini ve o dev gibi adamın ayağının kırıldığını görüyor, bir süre sonra üçüncü gol, bir adamın daha ayağının kırılıp bütün takımın daha yirmi dakika dolmadan sahadan çekildiğini gözlemliyor. O renkli dünyasında gerçekle ilgili ilk şokunu yaşıyor. Güzeldi hayal tadında yaşamak,neden uyanmıştı sanki. Eylül döneminin çalkantılı yıllarıydı ,kanıksamıştı silah seslerini ,alışmıştı her olayda talebeler yapıyor sözlerini duymaya büyüklerinden, aslında algılamıyor da değildi, bu ufak kasabada lise dışında eğitim kurumlarının olmadığını yine de kafasında bu olayların sebebinin öğrenciler olduğunu düşünüyor, yıkamadığı önyargısıyla hepsini aynı görüyordu.Bu ölümlerin önyargı üstüne olanları da yok muydu ?İyi bir insandı Şerafettin abisi bu ufak kasabada murat 124 lerden sonra belki de Anadol arabayı bu kasabaya getiren ilk insandı.Çocuğunun oyun arkadaşları olarak her gün bizi sinemaya arabasıyla bırakan bu insan: “Bizi o zamanlar tek eğlencemiz olan sinemaya alıştırmıştı.’’ Ergenlik çağına ulaşmamış olsak ta o erotik sinema furyasında yıldızlarla neredeyse duygusal bir bağ kurmuştuk. Yine Serafettin ağabeyimiz oğlunu ve mahalle çocuklarını almış geziye gidiyordu .Kavşakta silahlı adamlar arabayı çapraz ateşe tutmuşlardı. Şerafettin ağabeyimiz kendini arka koltuğa çocukların yanına atarak yara almaktan kurtulmuştu . Evin önüne gelen arabanın ön camı çatlaklardan paramparça olmuş, birçok kurşun deliği açılmış, o çocuk haliyle belki de oyun oynadığını düşünerek tam on yedi tane kurşun deliği saymıştı. Öyle ki biri tam direksiyonun ortasında yer alıyordu . Belki de bir mucize eseri kimsenin burnu bile kanamamıştı. Bir kaç ay sonra Şerafettin abisini kanlar içinde görmüştü yüreği burkularak, sopalarla dövülmüştü . Bu olaydan sonra evinin her tarafını korunaklı hale getirmiş. Ön tarafa düşen avluyu kapatarak antreye çevirmiş, demir bir kapı yaptırmıştı.Ama ölüm soğuk yüzünü bir gün açık unutulan kapıdan süzülerek göstermişti.Yastığa kapaklanarak ön tarafa tek kurşunla vurularak düşmüştü. Kuraklığın baş göstermeye başladığı çölde amansız bir yarış vardı. Kahramanlar içinse yaşam savaşı , kuraklık baş gösteriyor. Suyu paylaşan timsahlar, su aygırları kimseye yaşam hakkı tanımıyordu. Sular gittikçe çekilmekte artık çok ufak bir göl şeklini almaktaydı .Su arayan şempanzeler,antiloplar yüzlerce timsahın yaşadığı artık çamurlaşan bu gölde büyük bir riski göze alarak bir yudum su içmeye çalışıyordu. Yavrusunu timsaha kaptıran şempanze ne yapacağını bilemiyor ,beyhude gayretlerle çocuğunu kurtarmaya çalışıyordu.Artık çamura dönmüş bu su birikintisinin çevresinde toprağı eşeleyerek su bulmaya çalışan hayvanlar,mücadele halindeydi güçsüzlüğüne bile bakmayan hayvanlar daha güçlüsüyle mücadeleyi göze alıyor. Bu ortamda yavrularına bile agresifleşebiliyordu. Zaman perde çekiyordu her şeye, herşeyin zamanın da yaşanması gerektiğini, hep bir şeylere geç kalmaktan korktuğunu ama sürekli geç kaldığını düşünürdü. Zaman mefhumuna takılıp kalmıştı. Belki de kendi zamanında asılı kalmıştı. Geçmişi çok güzel hatırlardı.Yaşadığı sanal bir gerçeklik miydi?Yoksa öyle bir iklim ,öyle bir yaşam ,öyle bir dünya yok muydu ? Bina yapıp insanları altında bırakan ,başkasının eksiği üzerine hayat kuran dünya daha mı gerçekti? Neden sevgiyi katışıksız ,yalansız ,hesapsız arardı hangi çağda kalmıştı? Leyla ve Mecnun ‘u tanımış mıydı? Dağları delen bir aşkta mı takılı kalmıştı? Yok yok Abdulhak Hamit’in Makberinde,Stendal’ın Kırmızı ve Siyahında, Goriot Babanın kızlarına beslediği sevgisinde , ya da Antik Yunandaki lirik sevdalarda… Yine gecede ilerliyordu(gecenin aydınlığını seviyordu ,gündüzün karanlığını istemezdi) bakışları asılı kalmıştı gecede, her yer aydınlık davullar çalınıyor, karşılıklı iki davulcu hem çalıyor hem oynuyor, davulun biri yukarı çıkarken öteki aşağıda, bu ritmik salınım dönüşlere zurna sesi eşlik ediyordu. Sevincin ömrü yok diyordu.Bu umut anında rüyaları yanıyordu. Yaşamamış değildi ilkbaharı ,yemyeşildi umutları, yapamadıklarını eksik taraflarını hep onunla tamamlıyordu.Herkesin eksik bıraktığı bir şey vardı yaşantısında, doldururum sandığı kendi eksilmesiydi aslında; ruhu bir cenderede eziliyordu sanki, kırk gömlek hikayesini çok seviyordu:* “İki aşık sevgiye kırk gömlekle başlar biri bir gömleği çıkarırken, karşı tarafta çıkarır ,birisi kırkıncı gömleği daha erken çıkarırsa ,daha erken çıplak kalırsa, karşı taraf yılan olur onu sokarmış”. Sevgi karşılıklı paylaşımdı onda, seven insan vermeyi düşünürdü. Hep almayı değil ,cesaret edememeliydi ayrılırken “Beni az sevmiş olsaydın, belki anlardın’’ demiş. Karşıdaki ses:”Az sevmek mi?’’ diyebilmişti. Yine tabur sahasındaki maçlardan birini izlerken, elindeki sigarayla topraktan çıkan karıncaları yakan yetişkin adamı gözlemliyordu.Tabur takımıyla, ilçenin yaptığı karşılaşmayı izlerken çok büyük bir haz alıyordu. İri cüsseli kalecinin sakatlanmadan akrobatik hareketlerle uçarak topları almasından uçarak aldığı bir topta, yere düşerken önce elinin yere çarpması, topun süzülerek yerden kaleye girmesi, maçın sonunda Reha astsubayla ilçe takımının kalecisinin takışması, bir anda astsubayın silah çekmesi ,kalecinin taburun etrafını çevreleyen tellerden atlaması, bir daha bu sahada böyle turnuvaların düzenlendiğini görmemesi ,çok sonralar çıkan çatışmada ölenlerin, ailelerinin teşhisi için getirilen cesetlerinin , sahada tutulması bu sahayı son görüşüydü çocuk dünyasında. Somon balığı akıntıya karşı yüzerek okyanusa ulaşmaya çalışır.Bu yol tehlikelerle doludur. Bu balıklar yoruldukça suyun yüzeyinde yüzmeye başlar ayılara av olurlar .Gittikçe de ayılar seçici olmaya başlar,gidecekleri yere ulaşanların artık gücü tükenmiş olur.Yumurtladıktan sonra ölürler. Tatlı suda doğan, ırmak aşıp okyanusa ulaşan ,akıntıya karşı neslin devamı için yüzen balıklar… Engin uzanan bu ovada, karşı tarafa geçmek, sınırları aşmak ölümü göze almaktı. Ovaya tepeden bakıldığında deniz anımsanırdı.Günesin İnsanın içini ısıttığı, belli dönemlerinde,bozkır sarısının her tonunun görüldüğü ovanın yukarısındaki vadi, inanılmayacak güzellikleri barındırıyordu.Derin olduğu halde sığ görünen ,dibindeki yosunları görebileceğimiz, içtiğimiz sudan daha beyaz olan, suyun kaynağının olduğu yer. İçerilere girildikçe, böylesine sıcak bir iklimde: Menekşe, leylak kokularının insanı sardığı, ürperten bir serinlik,yeşilin her tonunun suya yansıması, karanlık köşelerde güneş ışığının sık ağaçlar arasından sızması, su sesleri bir anda iklimin değiştiği bir hayal alemine büründürür tanıklık edenleri. Güzellikleri yaşamak,güzelliklerin farkında olmaksa, geç yaşanılan, geç öğrenilen bir duyguydu burada. İnsanların çoğunun değer verilmezlik ;belki de kuşaklardan gelen hovardalık,kumar tutkusu, birçok hayatı esir alıyordu. İnsanlar mücadele ettikleri oranda bu bataktan çıkabiliyorlardı.Kimi karanlık yollarda kayboluyor, kurtulduğunu düşünenler ise içlerinde taşıdıkları ,uğrunda bir çok bedel ödedikleri , hep ertelemiş oldukları güzel günler için,çok zaman geç kaldıklarını; aslında yaşadıkları, farkına varmadıkları ,surecin daha gerçek olduğunu anlıyorlardı.Osman İstanbul da ziyaret ettiği ilçe derneğinde babasının futbol takımında oynarken çektirdiği fotoğrafa bakarken tüm bu çelişkili duyguları yaşıyordu. Çok ufaktı, ince hastalığın pençesinde olan babasının yerine bazen fabrikaya çalışmaya giderdi.Bir çok kerpiç evin bulunduğu bu ilçede, ev duvarlarının üstüne yuvarlak kalaslar sıralı olarak ,aralıklı paralel dizilir,üste tahta konulup, üstüne de kerpiç denilen toprak atılırdı.Kırılan mutfaktaki kalasta, aşağıdan dik tutturulan bir kalasla desteklenmişti .Çok az kira ödüyorlardı bu eve babanın kumar tutkusu, şimdi de hastalığı insanlara çaresizliği yaşatmıştı. Kışın başkasının evi önünden birkaç odun almaya zorlamıştı.Bir süre sonra baba yummuştu gözlerini. Bu işte yoktu artık.Evin kızlarından biri ilçenin, yaman kavgacı diyebileceğimiz, şişman komşularının, hindisini çalmıştı. Ziyafet hayaliyle, kızla annesi tuvalette hindiyi büyük bir heyecanla kesmişlerdi .Şişman hanımsa çoktan hindisini aramaya çıkmıştı.Hindi pişmiş tencereyi şenlendirmekteydi. Ama maalesef o gece de onlara bir küfür yetmişti .Evdeki tencereden de olmuşlardı .Bütün bu duyguları yaşamak Osman’ ın çocuk ruhunda örselenmeye sebep olmuştu, ağabeyi karanlık yollarda kaybolmuştu. Hırsızlıktan hapse girip çıkmaya başlamıştı.Bu kuşağın sayısız örnekleri vardı. Servetini harcayanlar ,sayısız mülkünü satanlar, geride kalanlara değişik duyguları yaşatmıştı. Günün zamanın farkına vardıramamıştı.Geride ruhu parçalanmış doktorlar,Karanlıkta kaybolmuş insanlar toplumdaki kurallara baş kaldırmış her şeyin bilimsel yeniden yazılması gerektiğini düşünen beyinler bırakmıştı.Ama toplumdaki kabuller önyargılarla mücadele etmeleri pekte kolay değildi.Maskelerini takmak yada takmamak yönündeki iç çığlıkları birbirine karışmakta, ruhlarını daha da ağır bir cendereye sarmaktaydı.Fotoğraftan gözünü aldığında Osman’ın kafasından ,yaşanmayan gençlikler,uğruna bedel ödenmiş, imkansızlıklar içinde kazanılmış sınavlar,bin bir zorlukla bitirilmiş okullar geçiyordu. Bu zorlukları yaşatanlara duyulan öfkelerle geçmiş; zamanın, güzelliklerin farkına varamamış,beklenilen gün geldiğinde, isteklerine kavuştuklarında, boşluğa düşenleri, kendisi olamayanları, düşünüyordu. İnsanların tutkularının esiri olabileceklerini de görüyor özlem,içine yayılan bir sıcaklıkla babasını çok özlüyor,nefreti ve sevgiyi aynı anda içinde barındırıyor.Artık kime kızacağını bilemiyordu. Daracık bir sokakta üst üste dizilmiş binaların uçsuz karşılıklı iki ip gibi uzayıp enginlere açıldığı bu sokaktaki dernekte ,Osman’ın gözü pencereye iliştiğinde: Hırlayarak adama doğru gelen köpeği, adamın yakınında duran kepenklerin indirilmesinde kullanılan sopayı kaparak karşı duruşunu, kararlılığını, her an adamın üstüne atlayacakmış gibi gözüken, gözbebekleri öfkeden parlayan, bu siyah, çoban köpeğini andıran hayvanın ,duraklayıp sırtını dönerek uzaklaştığını görür.Yoksa kendisi de güç karşısında boyun mu eğmişti? B.Breht’in yazdığı anlaşmanın önemi oyununda düşen, insanlığın yararına çalışmayan pilotlara yardımın gereksizliğini tartışırken gösterilen ,vurulan çocuklar, kopmuş kollar, hala yaşadığı evrende bir gerçekti. Dönüş için yola çıktığında, yeniden bu dar sokaklardan geçip özgürlüğü olduğunu düşündüğü ,aylık olarak aldığı mavi kartla ,Basın Sitesi otobüsüyle Aksaray’a doğru yol almaya başlamıştı.Evleri binaları,meydanları geride bırakarak ilerliyorlardı.Şu anki dünyayı algılaması da o şekildeydi, süratle geride bırakılanlar.Çok zaman bir semtteyken başka bir semtte olmak ister, Beşiktaştayken Eminönü’ nü özler, baharat kokularıyla bezenmiş mısır çarşısının egzotik havası içinde Mahmutpaşa’ya doğru yürür. İnsan kalabalıklarının arasında zorla ilerleyerek Cağaloğlundan Beyazıt’a doğru yol alırdı.Ordan Sarıyer de olmak isterdi. Akşam bitkin bir şekilde bir sonraki güne umudunu taşırdı. Sağlık ocağına yolu düşmüştü: Elinde çocukla gelen hanımlar ,yaşlı beyler bir taraftan numara almak için kasadan para ödeyip, fiş alanlar öbür tarafta işlerini bitirip kayıt için bekleyenler,hemşirenin tok sesiyle insanların çoğunun dikkati o tarafa yöneldi: ‘’Pansuman olmak için gelen kişi fiş kessin’’salonda ses yok. Tekrar:’’pansuman olacak arkadaş fiş kessin’’yine bir sessizlik. Üçüncü tekrar ve salona biraz göz attıktan sonra yaşlı kasketli adama dönerek -Amca sen pansuman olmayacak mıydın? -Evet olacaktım. -Yedi milyon lira. -“Ama ama ben sadece pansuman olacaktım” diyebildi. -Tamam amca yedi milyon lira. Adam”:Hadi eyvallah” diyerek çıkıp gitti. Buradan ayrıldıktan sonra gene gündelik hayatın koşuşturmaları içinde bulmuştu kendisini. Dışarıdaki nisan güneşi gibi dalgalanmaları başlamıştı, bir açıp bir kapatan: Aslında hastalık derecesinde bağlıydı bu şehre, aradığı her şeyi burada bulduğunu düşünüyordu, ister Anadolu’yu isterse kafasında canlandırdığı Avrupa’yı, insanlar buraya kültürünün öğelerini taşıyarak gelmişlerdi. Fatihteki kadınlar pazarında genellikle Siirtliler olurdu.Güneydoğu yemeklerini özlediğinde burayı tercih ederdi.Bumbar denilen bağırsakların etli pilavla doldurulmasıyla yapılan yemek, kuzunun özel tandırlarda buharla pişirilmesiyle yapılan büryan,içli köfte,perde pilav…Önceleri bu şehre sadece çalışmak için gelirdi. Şu anki yerleşik işiyle rahat sayılırdı.Gençliğinde çalıştığı işlerden birinde, Aksaray da üstü disko restoran da çalışırken: Kazak kızla, Rus gencinin sarmaş dolaş bir şekilde giriş kapısı aynı olan kız tuvaletine beraber girdiklerini ,bir süre sonra ter içinde çıktıklarını görmüştü.Ertesi gün olayı aşçıya söylediğinde aşçı kendisini gammazlamış .Olayı zamanında anlatmadığı için işten kovulmuştu. Hakkını istediğinde de dövülmüş. İtişme esnasında da bununla yetinmeyen patron, porselen tabakla kaşını yarmıştı. Toplumdaki insanları çokta tanıyamadığının ayırtına varabilmiş değildi. Anadolu kasabasındaki okulundan arta kalan zamanda bu büyük şehirde çalışmaktaydı.İş bulamazsa açıkta kalacağı zamanlar olurdu.Son paralarını da Unkapanı’ndaki bir otele verip iş aramaya başlamıştı.Aksaray Lalelide ki sokakları defalarca arşınlayıp otel yada restoran camlarındaki ilanlara bakmıştı.Ama çabalarının çoğu beyhudeydi ,son olarak oteline dönmüş, parasının olmadığını yarın çalışıp vereceğini söylemiş ama otel sahibi kabul etmemiş. Akşam son bir umutla döndüğü Aksaray da dış servis için eleman arayan bir yerle konuşmuş adam uzun süreli işçi aradığını ,çevreyi işi öğreteceğini üç aydan öncede ayrılırsa içerdeki aylığını veremeyeceğini anlatmıştı. Okulunun açılmasına bir ay kalmıştı çaresiz yalan söyleyerek işe girdi. Yemek ,kalacak yer ayarlanmıştı.Otellere ,çevredeki dericilere ,atölyelere yemek taşımaya başlamıştı.Kısa sürede çevreyi öğrenmiş değişik yüzler tanımaya başlamıştı. Ama bir ay çok kısa bir sürede geçmiş gitmek istediğini söyleyince de patron konuşulanları anımsatmış, para veremeyeceğini söylemiştir. O günkü yemek paralarını toplamaya başlamış alacağına yakın bir rakama ulaşmıştı .Gidiş yolunda olayın farkına varan şef garsona yakalanmış. Sadece bir yerden aldığı ufak bir miktarı adama iade ederek ,kendini şef garsonun kolundan kurtarmış, başka bir yerdeki parayı tahsil ederek alacağını kurtarmıştır .Üç sene sonra Lalelide çalışmaya başlamış, bir gün eski patron Baki Bey çıkagelmiş dostunu ziyaret etmek için, tanımış kahramanımızı, Hatay da bir lisede öğretmenlik de yapmış olan eski patronumuz hiçbir tepki göstermemiş.Yanlızca çalışmanın iyi bir şey olduğunu söylemiştir . Çocuk dünyası yine kasabaya atmıştı kahramanımızı gerçeklik duygusunun oluşmadığı zamanlara: Kendi dünyasındaydı kadınlar burada, sessiz ve dilsiz bir bakışla insanların yargılandığı bir çağda, namus kavramı çok önemliydi. İyi adamı anlatırken kadınlar:”Ne terbiyeli adamdı, yanından geçersen başını kaldırıp bakmaz” bunu öğrenmiş olan ,başkasının eksiği üzerine dünyalarını kuran erkek egemenler , kimseye bir şey anlatamayacaklarından emindiler burada kadınların. Dilsiz dolaşan bir kadın vardı kasabada, evli olmadığı halde çok defa hamile kalan. Kimse hakkında konuşulan kadın olmak istemezdi burada: Evlere temizliğe giden Kumru ya çokta genç olmayan ev sahibi saldırmıştı. Büyüklerinden duymuştu bunu, o çocuk dünyasında büyüklerinin çok önemsediği bu olayı ,kızdığı, kadının kendi yaşıtı olan oğluna kavgada: “Şöför anneni şöyle yaptı.” demişti. Çok yıllar sonra çok üzüldüğü bir haberi almıştı. O küçük çoçuk büyümüş annesini öldürmüştü.Bütün kasabanın konuştuğu bir olay daha vardı bölgenin varlıklı birçok defa evlenmiş bu evliliklerden bir sürü çocuğu olan ileri gelen adamlarından birinin kızı dostuna kaçmıştı.Başları eğik yaşayamazlardı.Kızın öldürüldüğünü, bütün vicdanlar biliyordu ama hiçbir işlem yapılmıyordu. Duygularının, tutkularının ,eğilimlerinin farkına varıyordu . “Birine bakmamak neden terbiye işi olsun?” Orman kanununu düşündüğünde aslanlar saldırıya geçtiğinde, sürüden biri yakalanıncaya kadar hayvanlar kaçar daha sonraysa yakalanana yardım etmezler. İnsanların üzerine bombalar yağıyor. İnsanlar sığınaklarda,çocuklar ağlıyor.Hastaneler yaralıları kaldıramayacak durumda, teknolojinin sunduğu silahlar çok ağır, insanlar havai fişek izler gibi izliyor. İçerde tartışan iki kişi hiç durmadan, dışarıda da silah sesleri hiç susmuyor,kulakları sağır eden ,belki de saatlerce kulakları çınlatan son bomba, az da olsa içerdeki kavgadan kurtarıyor. . İnsanlar uzayı keşfetti, uzaklıkları yakınlıkları,çeliği,hızı ve yüksekliği . Ne kadar yükseklik insanın başını çevirdiyse de insan gözlerinde,insan yüreğinde ,korkuyla açılan gözlerde, insanlığın yere serilmesinde ,Hiroşimalarda ,Nagazakilerde …Yıkılan yağmalanan değerler ,kendi yıkıcılarını karşılayanlar ,doğaya karşı verilen savaşta galip gelen insanlık ,yere serilen insanlık , ağır silahlarla tekmelenen kapılar ,yüksekten atılan her bombada yüksekler için o an bir şeyi değiştirmese de kirlenen sularda ,yağan nükler yağmurlar da ,koşturulan hastaneler, yola dökülenler, yaşlılar, çaresizler ,bağlanan gözler,orman üst sınırının değişmesi , insanlık orduları… Gündelik yaşamın koşuşturmaları içinde Osman ile gideceği için sevinçliydi.İlçenin tek posta arabası olan, yıkık dökük otobüsle sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola koyuluyordu. Şoför orta yaşı çoktan devirmiş hafif şişman , hafif dalgalı siyah saçlı, bir ayağı aksak , görenlerde nedense acıma duygusu uyandıran biriydi .Erzakını taşıyanların , akraba ziyaretine gidenlerin , hastaneye gidecek olanların ,günübirlik gidiş dönüş yapıp ilde çalışan memurların yolu genellikle bu otobüste kesişirdi. Bu posta arabası dışında siyah, üzerinde uçak resmi olan dolmuş taksi diyebileceğimiz araçlar da belli aralıklarla giderdi.Arkadaşlarıyla konuşmalarında bu araçların uçak gibi hızlı gittiğini duymuştu. Uykulu gözlerle bir sabah bu araca binmesiyle gözünü ilde açması bir olmuştu.Uykuda geçen zamanı düşünememiş ,bu arabalara binmediği yıllar boyunca bunların uçak gibi, hızlı gittiğine inanmıştı çocuk dünyasında .İlçeye dönüşünde Suriye ye bakan ovada kurulan bu ilçede hastane duvarına tırmanmaya çaba gösteren arkadaşlarının sınır kapısına inmeye çalışan helikopteri ilk defa yakından görebilmenin heyecanını, şaşkınlığını yaşadığına şahit oluyor, onların bu çabasına katılıyor. İlk gençlik dönemlerinde ilçede durmadan dolaşmayı alışkanlık, belki de saplantı haline getirmişti.ilçede yüksek bina yapılmış mıydı?Ne kadar gelişiyordu? Doğanın kirlenmesinin farkında değildi daha tanımamıştı, depremleri, hastaneleri ; egzoz dumanlarının, kimyasal atıkların farkında değildi ve şehri bütün sokaklarıyla derinlemesine,sesleriyle, uğultusuyla yaşamamıştı daha . Hastalık derecesinde de sevmişti bu şehri çok zaman bir semtteyken başka bir semtte olmak istemişti.belki de insan kalabalıklarının arasında ne kadar yalnız olduğunun farkına bile vardırmamıştı bu şehir.Çok duyarlı da değildi ormanların,kıyıların, hayatların yağmalanmasına çocukların balkonlarda geniş alanları bilmeden yaşamasına bu çağda. Kesik burunlu isimsiz kadınlar ilgisini çekmişti hep, insana kuşkulu gözlerle bakar, insan yüreklerinde belki de başkaldırının izlerini bulurdu.Hakkında konuşulan kadınlar yada aldattığından şüphelenilen kadınların kocaları tarafından cezalandırılmak ,caydırılmak maksadıyla kesilmişti burunları. Genç yaşta evlendirilmişti çoğunluğu, çoğu mutlu olamamıştı ,en ufak bir şüphe, bir başkaldırıda burunları kesilmiş yada öldürülmüşlerdi. Bilginin kaynağı otoriteydi bu mevsimde, sorgulanmazdı. Ortaçağın skolastik düşüncesinin izleri bu zamana taşınmıştı. Akla ve mantığa zıt düşünceydi.Daha bilinç kazananları: “Kimseye açıklama yapmak zorunda olmadığını” söyleyen film yıldızına gıpta ile bakmaktaydı.Tek ayakla dolaşan çok insan görmüştü bu ovada, çoğu iki sınır arasında kaçakçılık yaparken mayına basmış kişilerdi. İlçede kaçak eşyaların satıldığı, Orta Doğunun izlerini taşıyan ,yüzlerce dükkanın bir arada bulunduğu çoğu iki katlı çarşılarda: göz kamaştırıcı eşyaların bulunduğu, Her marka saat ,çakmaklar,tablolar ,neonlar,orta doğudan gelen ipekler,süs eşyaları sizlere altındaki dramları sezdirmeden bazen de bu kesik ayaklı dükkan sahipleri tarafından sunulurdu. Şiddet belki de bir parçasıydı hayatın burada ayakta kalmanın bir yolu: Okul bahçesine takılı kalıyor gözleri .O an geniş bir alanda, hayal gibiydi renkli okul kitaplarında gördüğü resimler,çizdiği ilk resimlerinde sarının sıcaklığı, çocuğun, ders kitaplarındaki resimlerde yaşlı kadına yardım etmesi , sepetlerle toplanan kırmızı elmaların pazara götürülmesini betimleyen resimler, okuduğu masallardaki mutlu son,bir rüya gibiydi dünyasında. Yoksa okulun arka bahçesinde ne amaçla yapıldığını bilmediği, dikdörtgen şeklinde betondan yapılmış yaklaşık bir metre yüksekliğindeki alan üzerine çocukların çıktığını gözlemliyor “Kale Bizimdir”oyununun çocuklar tarafından başlatıldığını görüyor.Üsttekilerin arkadaşlarını yukarıya almak istediklerini ,tanımadıklarını tekmelemeye başladıklarını ,betona çıkanlarınsa ötekilerini kale bizimdir naraları atarak aşağıya ittiklerine, şahit oluyor .Bu sahneler her teneffüste tekrarlanıyor.Tekmede burnu patlayanlar, çıkmak isterken düşüp kolunu kıranlar, her geçen gün artan şiddet gösterisi, artık bahçenin savaş alanına döndüğünü, arka bahçenin her alanına yayıldığını ,elinde zincir, bıçak olan öğrenciler bulunduğunu , taşların havada uçuştuğunu, gözlemliyor. Hiçbir olaya karışmadığı halde o gün taşla kafası yarılıyor .Okul idaresi çareyi kaleyi yıkmakta buluyor.Zilin çalmasıyla yine kendini koşarak dışarı attığını hatırlıyor koridorda bekleyen kendisinden yaşça büyük çocuğun attığı çelmeyle dünyasının karardığını, kafasının kanadığını hissediyor. Tekrar derse girdiğinde öğretmeninin: ne oldu? sözüne “Öğretmenim çocuk bana marka attı”sözlerinin çocuklar arasında gülüşmelere yol açtığını görüyor, daha fazla şaşırıyor.çok doğal anlattığını sanıyor yarı Türkçe yarı Arapça konuştuğunun farkına bile varamıyor. Eşyanın gerçek şeklinden ayrıldığının farkında değil, daha insanın yaşadığı çağdan çokta bağımsız olamayacağından ,insan soyunun soykırımlara ,çaresizliğe karşı gösterdiği tepkiyi anlayabilmiş değil karşıdaki ,pikasso’nun kübik resmine bakarken, eşyanın neden gerçek şeklinden ayrıldığını, küpler,farklı geometrik şekiller olarak resmedildiğini anlayamıyor. Yıkıntılar arasından itfaiyecilerin çıkardığı küçük çocuğun cesedini görüyor . Yaşlı kadının bombardımanda mosmor olmuş bacaklarını, kolundaki yaralarını,gözyaşlarını,insan aklının alamadığı bu sahnelere karşı kadının dünyaya: “kör oldunuz, kör oldunuz ,kör oldunuz”, çocuğun, “babamı istiyorum,babamı istiyorum utanın utanın” haykırışları beyninde uğulduyor.Uçan kuşların saçtığı ateşlerle denizdeki maviliğin karaya çaldığını, ölü balıkların, kuşların ,denizlere yayılan yakıtlarla karaya savrulduğunu görüyor. Kasabanın iki kilometre ötesinde iklimin değiştiği, göz alabildiğince geniş ,yeşilin her tonunun görüldüğü ovada: Sıcaktan bunalmış küçük üç sevimli kardeşin, sulama için oluşturulmuş, pek derin olmayan kanala ,çırılçıplak girdiklerini çok mutlu olduklarını ,kendilerini gülen gözlerle suya bıraktıklarını, birbirlerine su sıçrattıklarını, kolkola girerek sırtüstü suya uzandıklarını görüyor.O enerjiyle kendini de suya bırakıyor.Birdenbire elinde terlikle çocukların annesinin çıkageldiğini ve çocuklardan birinin sırtına terliğin inmesiyle her birinin bir tarlaya kaçıştığına şahit oluyor.Akşam kırmızı toprağa bulanan donundan annesi anlıyor suya gittiğini .Hayatının en kötü dayağını yiyor Osman çocuk dünyasında bir yıkım daha yaşıyor. En büyük zevklerinden biri kahvehanede çayını yudumlarken ,günlük gazeteleri okumaktı. Birden içinin ürperdiğini haberin tamamını okuyamadığını görür gözüne Kazım Koyuncunun testis kanseri olduğu haberi ilişmiştir. İleriki zamanlarda verdiği mücadeleyi takip etmiştir”.Çernobil’den sonra radyasyonlu yağmurlar ilk üstümüze yağdı.”sözleri zihninde yankı bulmuştu .Bakanın gazetelere verdiği demeçte çay içerken yüzüne yayılan rahatlığı, çayların tehlikesiz olduğunu söylemesi,İstanbul da Altunizade öğrenci yurdunda kalırken , öğrencilerin kupa denilen bardaklarla, ders çalışma aralarında içtikleri yada arkadaşlarıyla kantinde otururken ,en büyük zevkleri olan bu çayların, kantine çuvallarla taşındığını hatırlar .Çok şeyin tam olmadığı yıllardı büyük şehrin karmaşası içinde ,gelecek kaygıları, ertelenen yaşamlar ,belki de eğitim sisteminden kaynaklanan, insanların dünyayı sadece ders olarak algıladığı,yaşanan zamanın farkına varılmadığı,sadece testlerle ,çalışmayla geçirilen ,iyi çocuk olma ama bundan bir türlü kurtulamama o gözünde büyüttüğü dereceye girmiş öğrencilerin ,uyum bile sağlayamadığını görüyordu gözlemlerinde. Belki biraz daha mükemmeliyetçi olduklarını seziyor, sosyal anlamda bir çoğunun tek dünyasının ders olduğunun ayrımına varıyordu.Kazandıkları oranda kaybettiklerinin farkına çoğu çok geç varıyordu.O anda ruhunu okşayan bir müzik sesiyle yurt odasında bulundurduğu radyodaki şarkıya eşlik etmeye başlıyordu. Güz gülleri gibiyiz Hiç bahar yaşamadık Ya sevmeyi bilmedik yıllarca Ya sevince geç kaldık Bu parçanın neden çok sevildiği üstüne de düşünmemişti.Çoğu farkında değildi zamanın, kimi farkında olanlarsa, şartların çok zaman dışlarında geliştiğini düşünüyordu. Bazen mücadeleyi gereksiz görüyordu içine kapananlar ,arayışta olanlar,hep yürüyenler… Aslında yurtta kalmanın bazı güzel tarafları da vardı.Okuldan çıkar çıkmaz yemeğinin hazır olması, kantinde yemek seçmen ,bunu hazırlamak zorunda kalmaman ,arkadaşlarla kupalardan içtiğin çaylar ,sohbetler,oyunlar, uykusuz ders çalışılarak geçirilen geceler,alacakaranlığın ,şafağın söktüğü anın uyandırdığı haz, gökyüzünün beyazdan kızıla çalan renk cümbüşü , daha sonra uykuya dalınarak kaçırılan sınavlar Osman’ ın yorgun dünyasının yansımalarıydı bir taraftan gitar kursu, öbür tarafta dil ögrenme kaygısı,Kadıköy’ den Bebek sırtlarındaki Boğaziçi üniversitesine gidip haftanın dört günü vucut çalışması,yürümeleri, ruhundaki parçalanmanın, artık parçanın bütünden ağır basmasının yansıması gibiydi . ‘ ‘Ben seni sevduğumu de dünyalara bildirdum’’ parçasıyla ölümün soğuk, acımasız, ayrılık kokan havasını solumaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece çalışmak için gelebildiği bu şehirde bir anlamda sınıf atlamıştı. Ama yaşantı olarak sınıf atlayamamıştı. Osman arabasına bindiği gibi bir tarafta çocukluğunun Şerafettin abisiyle, onun çocuğuyla, arkadaşlarıyla konuşuyor,başkasının eksiği üzerine hayat kuranların ne kadar gerçek olduğunu kafasında düşünüyor,daha bir hızlanarak öteki araçları geçiyor .Yaşadığı şehri gürültüsüyle bütün sokaklarıyla, sahip olduklarıyla ve olmadıklarıyla terk ettiğini düşünüyor.Yüksek bir yeri tırmanmaya başlıyor, kar gittikçe etkisini arttırıyor ,durmadan beyaza bürünmüş ağaçların arasından ilerliyor.Kar ve fırtınanın yarattığı yanılsamayla, hep sağdan gittiği halde soldaki şeride kaydığı duygusuna kapılıyor. Lapa lapa yağan karın tipiyle birlikte hep üstüne geldiğini düşünüyor.Tipi ve beyazlıktan başka bir şey göremiyor daha bir hafiflemiş gibi yoluna devam ediyor. Bir tarafta babamı istiyorum diyen çocuk ,bombardımanda yaşlı kadının morarmış bacağı ,enkazdan çıkarılan çocuğun portresi ,binlerce kilometre akıntıya karşı yüzen somon balıkları,değişen orman üst sınırı,”Kale Bizimdir” oyunundaki çocukların patlayan dudakları,okul bahçesindeki herkesin bir süre sonra bu döngüye katılması,okul kitaplarındaki sarının sıcaklığı ,bağbozumu ,taşınan meyve sepetleri,kibritçi kız ,iç çığlıkları bir süre sonra birbirine karışmaya başlıyor .Artık dünyayı arabadan etrafı seyrederken algıladığımız gibi algılamaya başlıyor.İçin için azalıyor.Üşüdüğünü hissediyor.Arabanın kontrolden çıktığının farkına bile varmıyor .Uyku bastırıyor .Uyuduğunu sandığı anda, aslında öldüğünün bile farkına varmıyor. *Ahmet Atlan:Tehlikeli Masallar,Can Yayınları,S:98,Mart 1997
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © MUHAMMET ALİ YÜKSEL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |