Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
Nasıl anlatsam ki… Bizler; yazma, paylaşma, iletişime geçme gibi ihtiyaçları neden duyuyoruz? Aslında cevap çok basit: “İçimizdeki sonsuz yalnızlık!” Yıllar önce mektuplar, kartpostallar, jetonlar vardı… İletişimde onlar kullanılırdı. Mektuplara öpücükler konulur öylece gönderilirdi. “Hayırlara vesile olsun” denilmeden de açılmazdı. “Kestane kebap acele cevap! Sözü modaydı. Bayramlarda kartpostallar su gibi tüketilir, günler öncesinden de avuç dolusu jetonlar alınırdı. Ankesörlerin önünde kuyruklar oluşur, muhabbetler uzun değil; kısa tutulurdu. Bense, bunları hayal meyal yaşadım. Anlatayım: Lise son sınıftayken iki arkadaşla birlikte okuldan kaçıp, kasabanın biraz uzağında suyu berrak olan bir pınarın başında(ser- kani) piknik yapmaya gittik. Sofra niyetine; domatesi, peyniri, ekmeği üzerine bıraktığımız bir gazetenin sağ alt köşesinde; “ diye yazıyordu. Gazetenin köşesine sinmiş o küçük isteği kopartıp arkadaşlara gösterdim. Kendisine mektup yazılmasını dilediği bu istek karşında biraz alaycılıkla: “Hadi buna bir şeyler yazalım” dedim. Matematik defterinin bir yaprağını kopartıp komik ve sıradan bulduğumuz bir sürü şeyi gelişigüzel yazdık ve hatta gülünç olsun diye en sona da şunu ekledik: “Bak biz okuldan kaçtık. Sende hapisten kaç!” dedik. Bir gün sonra da mektubu postaladık. O mektupla birlikte zaman içerisinde birkaç mektup daha yazıp başka adreslere yolladıysak da gönderdiğimiz o mektubun heyecanını, tadını bir daha yaşayamadık. Üzerinden neredeyse on yıl gibi kısa bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen; her şey o kadar çabuk değişti ki... Gerçekten inanılması zor! Hele de son zamanlarda siber dünyanın ayrı bir hız kazanmasıyla iletişimde yeni boyutlar ortaya çıktı. Bu durum kimine göre sanallık, hatta aptallık olarak görülse de; kimine göre de bu yeniçağın asıl vazgeçilmez gerçekliği… Bende bu gerçekliği kabul etme taraftarıyım. Malum bireyler bu yeni sanal gözüken alanda kendi içsel dünyalarını rahatlıkla paylaşabilme olanaklarını bulabiliyorlar. Hem de kural ve kaide tanımadan sınırsızca… Kısacası artık; mektupların yerine; internet üzerinden Emailler, jetonlu görüşmelerin yerine; mesenger’da görüntülü konuşmalar, Kart-posttallar yerine de forwadlanmış fotoğraflar yer almaya başladı. Sms’ler, twitler, iletiler de cabası… Neyse! Bizim asıl sorunumuz bunlar değil; bu iletişim araçlarıyla(telefon, mektup, sms, ileti…) olan ilişkimiz… İzlediğimiz bazı film ve otobiyografik belgesellerde, okuduğumuz kitaplarda, dinlediğimiz bazı eski hikayelerde mektuplara sevgiyle konulan öpücüklerin, kartpostal olsun diye çekilen fotoğraflardaki sevinçlerin, ankesör kuyruklarındaki kaygılı bekleyişlerin, özlemlerin nasıl dolu dolu yaşanıldığını en ince ayrıntısına kadar görmekteyiz. Oysa bu duygularımız ve isteklerimiz hala da varlığını koruduğunu; ancak eskiye nazaran daha sıradanlaştığından mı olsa gerek; bu yüksek heyecanların daha nadir yaşanıldığını görüyoruz... Çünkü; umutlarımız, hayallerimiz; artık “yıllık”, “aylık” ya da “haftalık” değil. Artık posta memurları mektup taşımıyorlar. Faturalar, evraklar, ekstreler… vb şeyleri dağıtıyorlar. Bu nedenle onları beklememizin bir anlamı da kalmamış. Çünkü umutlarımız ve isteklerimiz artık bir tuş ardında gizli. Bu vesileyle umutlarımız da; “günlük”, “saatlik” hata “anlık” olmuş. Belki de bu yüzden “Her şeyin daha hızlı aktığını” da sanar olduk. Oysa; daha önceleri o geleneksel kurallar ve kaideler arasında can sıkıntımız sadece beklemekti. Ve beklediğimiz içinde umutla her şeye bakabilirdik. Şimdi ise; bu sınırsızlık alanında can sıkıntımız beklemek değil; bekleyememek… Beklediğimiz herhangi bir şeyi de doğru düzgün bulamamak ve sürekli yenisiyle, son modeliyle değişiyor bulmak… Daha doğrusu sürekli ona “Ayak uyduruyormuş gibi” yapmak… İşte asıl sorun da bu! Şimdi! Yeniden şu “sonsuz yalnızlık” olayına geri dönersek ve yeniden bir mektup yazarsak… Dışarıyı, dışarıda olup bitenleri, değişimleri, güzellikleri, çirkinlikleri içerideki yalnız bir adama ne kadar iyi yazabiliriz ki? Değişimlere gerçekten yetişebilir miyiz? Ya da onca uyduruk şey arasında ne kadar gerçekçi olabiliriz ki? Çünkü şu an dışarıda olup bitenleri içerideki yalnız adama değil de; kendimize bile anlatmaktan aciziz. Çünkü değişen yozlaşan, hırpalanan, sancılaşan, yalnızlaşan, yabancılaşan bu dünyada bizler ve ötekiler arasındaki uçurum çoktandır kapanmış. Okullardan hapishanelerden artık kaçmak pek mümkün değil. Çünkü okulları ve hapishaneleri beynimize ruhumuza çoktandır yerleştirdik. Belki de Tanrı bizi yaratırken yerleştirmişti de; biz şimdi iyice açığa çıkarttık. Değil mi? Bu nedenle kendimizi öteki dediğimiz kişilere dahil etmekten ha bire kaçıyoruz. Ve bu yüzden de kendimizi göremiyoruz. Tıpkı o gün göremediğimiz gibi… Çünkü cezaevindeki adama alaylı bir dille mektup yazarken aslında acıyarak yazmıştık… Onu yalnız ve çaresiz sanmıştık. Oysa şimdi anlıyorum ki sadece o değil; hepimiz yalnızız ve aynı durumdayız. Hepimiz bu dünyaya atılmışız ve tekiz. Çünkü bu nedenle her birimiz özümüzde sonsuz bir yalnızlığı taşıyoruz ve o öteden beridir içimizde… Hepimiz bu içimizdeki yalnızlık hapishanesinin de farkındayız ve o yüzden başkasıyla iletişime geçerek bu hapishaneden firar etme taraftarıyız. Bu hapishanenin zincirlerini sonsuzluğa dek kırmanın yolunu belki de bu yüzden yaratmakta ya da yazmakta buluyoruz. Belki de insanlık olarak bu yalnızlığımızı dışa vurmak için asırlardır uğraşıp duruyoruz. Bu arayıştır işte bizi var eden. Bu arayıştır bizi hırpalayan ve vazgeçirmeyen. Çünkü vazgeçmekten de korkunç derecede korkuyoruz... İşte! durum bu! Sonuç olarak; bizi bize yakın ve uzak kılan işte bu sonsuz yalnızlık ve onun getirdiği sonsuz uzaklık ve beraberinde gelen çaresizlik. Ölüm ve çürüme de cabası… Belki de Aşıkların bu dünyada kavuşamamasının ardında yatan gerçeklik de bu. Çünkü; gerçek anlamda bir kavuşma söz konusu olamazmış da ondan mı? Şimdi bu yalnızlığına çare bulunur mu? Bilinmez! Ama; herkesin kendi içerisindeki bu yalnızlığı aşma, dışa vurma gayreti var. Çünkü herkes Mecnun gibi çölleri, Ferhat gibi dağları, Mem gibi zindanları boylama yüreği var ve herkes Leyla’da, Zin’de ve Şirin’de cisimlenmiş bir kavuşmayı bu yalnızlığını sonsuza dek gidermeyi ister. İşte dışavurum da bu! Mehmet Ali ADIYAMAN Aralık/2010
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mehmet ali adıyaman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |