Yaşamım boyunca, ondan birşey öğrenemeyeceğim kadar cahil bir adamla karşılaşmadım. -Galilei |
|
||||||||||
|
(düşmanıma…) “”Ve dedi:” en kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm…”” (Tolstoy) Bu pasaj, Lev TOLSTOY ‘un Ölüm manifestosu adlı kitabının arka kapağında yazılı… Bunu ilk okuduğumda sarsılmıştım. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi olan “Bir zamanlar Anadolu’da” adlı filmini izlediğimde de aynı benzer duygularla sarsıldım. Enteresandır, sanki bu film bu pasajı canlandırmak için çekilmiş gibi… Özellikle izleyenler bilir, Elma sahnesi çok etkileyici. Ağaçtan düşüp yuvarlana yuvarlana çürük elmalara buluşması ve orada durup çürümeyi beklemesi başlı başına pasajı anlatacak cinsten. Önce büyümeyi beklemek, sonra olgunlaşmak ve ardından da düşüp ölümü beklemek… Çürüyüp hiçliğin dehlizlerinde kaybolmak… Karanlık, muğlaklık ve muamma… Sonra da aydınlık; kısacası film böyle… Film, gecenin çöken karanlığıyla başlıyor ve günün doğan ışıklarıyla da bitiyor... Elma’nın genel kurgusuna bakarsak eğer; elma, varlığın tüm hareketlerini iyi temsil ediyor. Ve var-olanın, akış içerisinde çürüyüp hiçliğin dehlizlerinde kaybolmaya mahkum olduğunu an be an gösteriyor. Aynı zamanda bize, Aristoteles’in: “Nesneler engellenmediği sürece kendi ait olduğu yere hareket eder, çünkü varlık, hep kendi özüne dönmeyi arzular.” görüşünü hatırlatıyor. Özcü olan Aristoteles’in bu yaklaşımı yanında, filmde, varoluşçu izlerin çok yoğun yaşanıldığını görüyoruz. Film aynı zamanda: “ölüm” bir kurtuluş mu, yoksa hiçliğe giden bir muamma mı? Benzeri soruların peşinde koşulduğu hissiyatını sağlıyor. Ve yönetmen, bu fikirlere dair net bir şeyler sunuyormuş gibi gözüküyor olsa da gerçekte pek bir şey sunmuyor, ikilemde bırakıyor seyirciyi. Savcının eşinin intiharının bir kurtuluş mu yoksa başkasına ceza ya da acı verme biçimi mi? şeklinde sunulması, soruyu, muğlak ve cevapsız bırakıyor. Aslında yönetmen olması gerekeni yaparak varoluşçu durumunu gayet iyi koruyor. Film bitse de şüpheler ve muamma aynen varlığını koruyor. Netlik tam olarak kazanmıyor. Çünkü filmin sonuna doğru tüm olgular enteresandır tekrar normal yaşamına geri dönüyor, topa tekme atılıyor ve hayat adeta kaldığı yerden devam ediyor. Film aynı zamanda bize özellikle Emmanuel Levinas’ın “varlık” ve “etik” üzerine olan düşüncelerini hatırlatıyor. Özellikle Levinas’ın Zaman ve Başka adlı eserindeki “Yüz yüze olmanın anlamı” fikrini anımsatıyor: “”Levinas,a göre Ahlak ontolojiden önce gelir; Dolayısıyla ahlaki ilişkiler de varlıktan önce gelir. Ahlak varlığın bir aşkınlığıdır. Levinas’a göre etiğin kaynağı “yüz yüze” ilişkidedir. Yüzle ilişki daha en başta etiktir, çünkü yüz öldürülemeyendir, ya da anlamı “asla öldürmeyeceksin” demek olandır. Levinas böylece etik olanla ontolojik olan arasındaki ayrımı bir karşıtlık olarak belirtir sonra “yüz” ile “başkası”nı özdeşleştirir. Yüz, başkasının yüzü olarak her zaman karşımıza çıkar. “Öldürmeyeceksin” ise ilk emir olarak, bir ilahi buyruk olarak bize ulaşmaktadır.der. Yüz yüze olmanın anlamı… Levinas, burada başkası ile “yüz yüze”den ölümle “yüz yüze”ye döner. Ölümle ilişki bize başkasıyla ilişkinin bir resmini sunar. Etik ilişki her zaman ölümlü bir varlıkla kurulan bir ilişkidir; ve sadece başkasını ölümünde yalnız bırakmamayı değil, başkası için ölmeyi, kendini başkası için feda etmeyi, ölümde başkasının yerine geçmeyi de içerir. Levinas, bu önermeyle, Heidegger’in ölüm düşüncesinin sınırlarını zorlar ve genişletir. Ölüm Yüzün başkasıyla özdeşliğindeki ilk emir, “asla öldürmeyeceksin” bizi çağrıya cevap vermek için kendinde kaynaklar bulan kişi konumuna getirir. Başkası bana baktığı andan itibaren, ona karşı bir sorumluluk yüklenmek zorunda olmasam da, onun sorumluluğu üzerimde kalır. Sadece sorumlusun, hangi koşulda olursa olsun. Ancak bu, sorumlu olunan başkası’nın da bir başka’ya karşı sorumlu olması anlamına gelir. .. Levinas, Zaman ve Başka’da zamanı başkayla ilişki olarak da sunar. Başkasıyla ilişki zamanı açan, başlatan şeydir. Zamandan hareketle başkayı düşünmek, nihayetinde mutlak başkalık olarak ölümü düşünmeyi gerektirecektir. Ve etik öznesi için başkasının ölümünün kendi ölümünden daha önemli olduğunu vurgular. Başkasının yerine ölmek… Heidegger, ölümde kimsenin başkasının yerine geçemeyeceğini ve bu yüzden ölümün bireysel bir tecrübe olduğunu belirtir. Hayatta birinin yerine geçilebilecek birçok durum vardır. Oysa ölümde kimse başkasının yerine geçemez. Herkesin ölümü kendisinindir. Levinas ise etiğin öznesinin başkasının yerine ölecek kadar kendi varlığıyla ilgilenmeyi aşmış bir özne olduğunu vurgular. “”” (Süreyya SU- http://www.turkforum.net/1108618387-zaman-baska-emmanuel-levinas-ozeti-konusu-karakterleri-yorumlari.html) Filmden de anlaşıldığı kadarıyla hem Levinas’ın hem de Haideger’in düşüncelerinin izlerini pekala görebiliyoruz. Özellikle Haideger’in ölüm üzerine olan düşüncesi filmde daha ağır basıyor gibi… Çünkü filmde, hiç kimse başka’sının ölümüne pek de aldırmıyor, acımıyor. -Komiserin öfkesi dışında.- Savcının eşinin intiharı bunun tersi gibi gözükse de kendi ölümüyle başkasına ceza verme olgusu bu işi tersten tamamlıyor ve bize etiği sorgulatıyor. Kısacası film bize, ölenin biz olmadığından başka’sının ölümü de pek de bizi bağlamıyor. Çünkü başkasının ölümü bizim için sadece bir nesne olmaktan öteye geçemiyor. -ki film de herkes kendi dünyasıyla meşgul- zaten. Ve bir an önce iş hal olsun diye herkes uğraşıyor. Komiserin ve komutanın mesafeleri ölçen kaygısından da belli… Yine yönetmen hele de bir sahneyle bu işi o kadar ustaca işliyor ki seyirciye de ölümü unutturuyor. Tepside yanan bir fenerle yüzü aydınlanan muhtarın güzel genç kızı çay servisinde bulunurken, özellikle güzelliğiyle, her şeyi, an’ı hatta ölüyü bile unutturuyor... Eşine melek diyen savcıdan tut, bir kadın için katil olduğu sanılan şahsa kadar… Hepsi, çayı tepsiden alırken güzel kızın aydınlık suretine dalmaktan kendini alamıyor. (Bu durum seyirci için de geçerli) Ve o an herkes bulunduğu konumunu unutuyor. Ve tüm libaslarından sıyrılıyor, diyebiliriz. İşte burada Levinas’ın Yüz yüze olmanın anlamı’nın önemi devreye girmesi gerektiğini hatırlatıyor, diyebiliriz. Belki de filmin kırılma noktası da diyebileceğimiz bir an… Aslında film boyunca sık sık gördüğümüz suretler hep yönetmen tarafından yakın çekimden çekilmiş. Yönetmen, Levinas’ın (Yüz yüze olmanın anlamı) çerçevesinde seyirciyi filmdeki tüm karakterlerle yüzleştiriyor, ta filmin başından itibaren. Katille, ölüyle, savcıyla, doktorla, komiserle, çocukla ve öldürülen kişinin kadınıyla… Aynı zamanda tarihin o zaman içerisindeki kabartma suretiyle… Katilin sert, komiserin kaygılı, savcının ızdıraplı, doktorun belirsiz ve genç kızının güzel suretinden sonra, çirkin ve şişmiş bir erkek cesedi bu kez otopsi ediliyor. Bir başka yönetmenin(Semir ASLANYÜREK) deyişiyle bu ülkenin anatomisi masaya yatırılıp inceleniliyor, teşhir ediliyor. Sanki bu ülkenin ataerkil yapısına da ilginç bir vurgu yapılıyor. Büyüklerin -ki çoğunluk erkek- kavgasının sancısını nasıl çocuklar ve kadınlar çektiğini sergiletiyor. Morgun bekleme koridorunda, öldürülen kişinin eşinin gözlerindeki hınç ataerkilliğe, diğer bir deyişle erkek egemenliğe bir tokat gibi duruyor. Ve kadın, erkeğin masadaki ölü halinin teşhir edilip incelenmesine, pek de aldırmadan morgu terk ediyor. Doktor camdan dışarıyı tesadüfen seyrederken, kadının ağır ağır adımlarla yolu kat edip bu coğrafyanın kaderine kendini bir kez daha nasıl dahil ettiğine bakıyoruz. Kadın, kendi yaşamına kaldığı yerden devam ediyormuşçasına yavaş yavaş gözden kayboluyor. Bu arada filmi eleştirebileceğimiz bir nokta çıkıyor ki karşımıza, yönetmen gerçeklikten mi hareket etmiş? Yoksa başka bir sebeple mi bilinmez; suçu, adeta kadına yüklüyor. Herhalde Anadolu’da hala dönüp dolaşılır -suç yine kadına atılır- anlayışının bir resmini mi çizdirmeye çalışıyor? Tam olarak çözemedim. Çünkü başka bir sahnede de görüyoruz ki; komiser, bir konuşmasında eski bir komiserinin şu sözünü hatırlatıyor: “Nerede bir olay varsa, olayın içinde muhakkak bir kadın da vardır.” Komiser, bu durumu da doğrulatmak için yine yirmi yıllık tecrübesini şart koşuyor ve şunu söylüyor: “Bu adam bir kez olsun dahi yanılmaz mı?” Kısacası bu film gerek kurgusuyla gerek estetik görüntüsüyle son derece kült bir film. Son olarak şunu söyleyebiliriz ki bu film, -da geçmiş zaman eki ile dursa da içeriğindeki tüm konular ve olgular güncelliğini hala korumakta ve sanırım insan var oldukça da koruyacak. Çünkü hala da “Yüz, başkasının yüzü olarak her zaman karşımıza çıkmakta ve “Öldürmeyeceksin” bir ilahi buyruk olarak bize ulaşmakta” ve biliyoruz ki Anadolu’da hala “ölüm”, “suret” ve “suç” birer muamma… Mehmet Ali ADIYAMAN (Ekim, 2011)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mehmet ali adıyaman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |