Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Kervan geçmemiş bir kasabanın hikayesini, cinnetini… Kim üstlenip anlatabilir ki… Senden başka! Acıya ve yokluğa… Hangi ağıttan söz yetebilir ki… Anlatmaya! Bu suskunluğu hangi kurşun delebilir ki… Duymaya! Bu zifiri karanlığa(Herekol) hangi kandil ışık yakabilir ki… Senden başka! Uzunca bir zamandan sonra… Batıdan Doğu’ya doğru bir yol alınca… Memleketime bir gezgin gibi uğramak istedim. Gazetelerde ve haber bültenlerinde ancak tecavüzlerle-çatışmalarla haber olmuş, kimsenin pek bilmediği, Doğunun ücra bir yerinde yalnızlığa kurulmuş, doğup-büyüdüğüm bir kasabaya yani; Siirt’e bağlı doksan km uzaklıktaki Pervari’ye yolum düşünce kıvrım kıvrım yolları aştım. Yüksek dağların, sert kayalıkların, ovaların, uçurumların kıyısından yol aldım. Bir yanımda yüksek dağlar, öbür yanımda da nazlı nazlı kıvrılan Botan Çayı… Botan çayının nazlı ve hırçın akışına eşlik ettim. Yolculuk boyunca bir o yana bir bu yana sallanırken, rakım, bana değişen iklimleri bir bir gösterdi. Özellikle yazın o kuru sıcağı karşında üşümelerin ahına kapıldım. Gözlerim; dağların çıplaklığını, sert kayalıkları, dik yamaçları, uçurumları, ipe dizilmiş tespih taşları gibi yolun iki yakasına dizilmiş köyleri bir bir ardına bırakırken, yol boyunca bana eşlik eden nazlı çayın, bu kadim topraklarda nasıl da nazlı nazlı aktığına bakıp daldım. Yol boyunca savaşlara, yıkımlara, yokluklara, ihanete, aşka ve rutin kimlik sorgusuna tabi tutulmuş bu toprakların, özellikle de son zamanlardaki (yaklaşık 30 yıldır süren bir iç savaşta) kanamasına şahit olmuş bu Nazlı Çay’ın hikayesini düşündüm bir an ve O’na ” Neden?” dedim. O, bir lisanla bana bu toprak-ların hikayesini Dicle’nin sessizliğiyle bütünleştirmeden önce “hırçınlığıyla” ses verdi: “ Ben, katilim” dedi. Sonra da bir şairin dilinden de şunları gürledi: “Kantaron tebessümleri yansıyor kıyılarıma, Tanrıların agahından yoksun kadar güzel. Kırlangıç kolonileri heybetimin müjganlarında asılı, Girdaplarım mavi gözlerine dökülür,müridane söylemler gibi. Nice kervan aynaları aksetmişim,dalgalarımın geçmişinde. Nice medeniyet yolları durulanmıştır akmalarımda. Ben ki,akmalarımda bilincimi büyütmüşüm,besinim tragedya.” (Fesih) Bu yolculuğun sonuna varmadan önce uçurumların kıyısından usulca geçip Botan Çayının nazlı akışına bir kez daha göz kırparken kasabanın yalız suretine gözüm ilişti. Kasabanın, dağlar tarafından nasıl masum bir çocuk gibi bağrında büyütüp koruduğuna bakıp, meraklar içinde ince ince süzmeye başladım. Biraz uzaktan uzaktan, kıvrıla kıvrıla süzülürken uçurumların kıyısından usulca bir mezarlığın içinden geçip kasabaya ayakbastım. Toz dumanlar içinde… Yorgun ve argın bir halde… Kavisli yollardan ve kimsesiz mezarlardan sonra; kendimi, kasabanın çarşısını süsleyen kocaman çınarların(12 tane) altında buldum. Çınar ağaçlarının gölgesinde küçük iskemlelere oturdum. Kaçak çayın acı tadına vardım. Çınar altı muhabbetlerinin doyumsuzluğuna varmadan, seléklerin(sepet) içinden incirin, üzümün, kavunun, domatesin kokusu etrafla dans ederken mest oldum. Yitip gittim çocukluğumun meyveli bahçelerine… Koca çınarlar süslerken kasabanın çarşısını; herkesin telaşına, kaygısına, korkusuna şahit oldum. Özellikle yaşanmış ve hala yaşanmakta olan bu iç savaşta… Bu savaşın acımasızlığı yürekleri yakarken, umuda uzanacak hayallerin türküsünü Guguk(pepûk) kuşunun sesinde duydum…Pepuk, tutak... Ki kuşt? Min kuşt. (Yalız, yanık... Kim öldürdü? Ben öldürdüm.) Çınarların gölgesinde oturdukça bu kanlı toprakların, ezgilerini, hikayelerini, meselelerini dinledim. Domino taşlarının sıraya dizildiği gibi tüm umutsuzlukların, çaresizliklerin, yoklukların, kederlerin, hawarların(imdat), nasılda arka arkaya dizildiğini ve birbirini nasıl beslediğini gözlemledim. Buradaki yaşanmışlığa, hırçınlığa, yalana, yoksulluğa, yalnızlığa, savaşa, yıkıma, varoluşa tıpkı nazlı Botan Çayı gibi şahitlik eden bu Koca Çınarların katmerleşmiş kabuğuna dokundum. Bu Koca Çınarların gölgesi usulca yere düşerken, düştüğü yerde oynanan oyunları, rantları, kavgaları, dedikoduları, bilgiden korkan bilmişleri, gördükçe içim acıdı, yüreğim daraldı… Bende çınarlar gibi dertleri, kederleri, çaresizlikleri, yoklukları katmerleştirip zamanın derinliklerine salmak istedim. Ve koca bir sabır diledim. Sabır diledikçe geniş yapraklı çınarların gölgesine daha çok sığındım. Sığınırken sadece benim değil aslında herkesin sığındığını fark ettim. Yoksullar, köylüler, efendiler, işçiler, pazarcılar esnafçılar, ustalar, çocuklar, yaşlılar ve ağalar… Çınarlar, köklerini toprağın derinliklerine ince ince salarken iskemlelere oturan yaşlıların o hüzünlü bakışlarını gördüm. Kaçak tütünden sardıkları ince sigaranın dumanını bin dertle içine çekerlerken ve nasırlaşmış parmakları arasında tespih tanelerini okşayıp teker teker atarlarken, her “An’ı” nasıl rahmete saydıklarını gördüm ve yüzlerindeki o acılı ifadenin derinliklerine inmeye çalıştım. Özellikle sekiz köşeli şapkalarıyla devru-devranın telaşını-sukunetini nasıl iyimserliğe sunduklarını ve rahmetten söz açıp, nasıl rahmetle kapattıklarını görünce; karmaşık duygularımı, düşüncelerimi, zamanın derinliklerine salmak için; kendimi onlar gibi çile dergahında edepleştirmek istedim. “Şahi”yi(neşe) bıraktım. “Şin”(yas) için siyah çarşaflar giyindim… Adaklar, kurbanlar, yeminler sundum... Her sevda yanılgıda, her menzil bir ıskarta. Herkes bir yer açmış kendi uçurumuna… Yaşanır mı böyle şekilsiz, böyle kimsesiz, sessiz, böyle limansız, böyle imlâsız, yârsız; sevgiyi sularda unutmuşlar... Biz yenildik... Daha çok yenecekler! Mağlup olmak artık soyluluğumuz. Pervarili bulutlar bunu bilmeyecekler. Böyle pusatsız, böyle şarkısız, aşksız;beni burada unutmuşlar... (Yılmaz Odabaşı) Kasabanın tozlu sokaklarını dolaşırken, şekilsiz taşlardan yapılmış toprak damlı evlerin dağınıklığı “kimliğim” oldu. Üst üste, yan yana, çarpık ve rastgele yapılmış yapılar… Beni çok uzaklara götürürken yüreğim daraldı, adımlarım yavaşladı. O şekilsiz taşlara bir bir dokundum. Toprağın kokusunu içime çektim ve bu toprak damlı evlerde doğanların -ki ben de öyle bir evde doğdum.- toprağın kokusunu nasıl iyi hissettiklerini, toprak damın toprağına düşlerini, hayallerini, umutlarını, umutsuzluklarını, yokluklarını, çığlıklarını, bağlılıklarını nasıl da harmanlayıp içine kattıklarını anımsadım. Toprağın aslında bizler için düş, toprağın bizler için yaşam, toprağın bizler için gerçek, toprağın bizler için insan, toprağın bizler için bir mezar olduğuna burada kanaat getirdim. Toprak damın öyküsünün toprak insanın öyküsü olduğunu burada anladım. Toprağı terbiye ederlerken aslında insanı terbiye ettiklerini fark ettim. Toprağı insana benzettiklerini ve ona nasıl şekil verdiklerini izledim. Dama atılan ham toprağın(héşik) üzerinden koca bir taş silindirle sayısızca geçerlerken aslında ruhumun-ruhun üzerinden de sayısızca geçtiklerini anladım. Silindir geçtikçe toprağın ezildiğini, toprağın katılaştığını, daha sıkı, daha sert bir hal aldığını, birbirine yapışıp düzleştiğini hissedince; ruhun da aynen böyle ezilip büzülmekten ve bir kalıba girmekten başka bir çaresinin olmadığını anladım. Oysa; bu kalıptan bu daralmadan sıyrılmak için ancak Botan Çayı’nın hikayesi olmak gerekiyormuş. Çünkü dağlardan, kalıplardan, karanlıklardan ancak Botan Çayı sıyrılıp özgürce gün yüzüne(ro) – Botan Çayı’nın diğer bir adı da Ro’dur- çıkabiliyormuş. Bu yüzden ben o hikayeyi duymak istedim. Peşinden koşup daha gerilere gittim. Gün yüzüne nasıl çıkabildiğini sordum. Ve o bir lisanla bana: “Kendini, kendine feda edeceksin!” dediğini duydum. Botan Çay’ının, gürleşen, hırçınlaşan, kızgınlaşan ve sert kayaları dövüp aşındıran halini de o zaman anlamaya başladım. Çünkü derin vadilerin karanlığından gün yüzüne(ro) çıkabilmenin zorluğunun, zorunluluğunun ancak kendini hırpalamaktan, kendini feda etmekten geçtiğini onda anlayınca duraksadım. Ve neden kendine “Ben katilim” dediğini de o zaman çözmeye başladım. Çünkü kalıplardan sıyrılıp özgür olabilmenin öyle kolay bir şey olmadığını öylece onda tanık oldum. Ve o, aktığı toprakları canlandırıp, guguk kuşunun(pepûk) o ölümsüz türküsüyle nazlı nazlı akıp giderken tarihin derin akmalarına, nedense, hırçınlığından çok sanki suskun bir yankısını bıraktı bana... (Çünkü bugüne değin tarih onu durduramazken, ölüm onu durduramazken… Ne yazık ki setler(HES) onu durduracak.) Ve şimdi, kardelenlerin, berbîz û pivûklerin, hayatı süsleyen o güzelliklerine… Çiçeklerle, umutlarla nakışlanan dağlara… Bal arıları bin bir çiçekten bin bir rengi nakşederken kara kovanlara… Keklikler, asil bir gerdanlık bağlayıp guguk kuşuyla öterken uzaklara… Bir kenger tadında duymayı, görmeyi ve öylece bilip söylemeyi istedim. Botan Çayı’nın nazlı ve kederli akışında… (Eylül, 2010)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mehmet ali adıyaman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |