Soyunacak Dünya Dayanılmaz Çıplaklığına
Bir sabah;
Yırtıp cenderesini
Dindirip ninnileri
Dayanılmaz çıplaklığına soyarız sevgiliyi.
Alırız;
Bir sabah;
Yırtıp cenderesini
Dindirip ninnileri
Dayanılmaz çıplaklığına soyarız sevgiliyi.
Alırız;
Feryat ediyordu Mine…
Kendini yerden yere atıyordu…
Yürekler dayanmıyordu artık yankılanan bu feryada.
Güneşin orada olduğunu biliyordum. Asık suratlı, gri mizaçlı bulutların ardında... Bizim onu özlememizi bekliyordu sanki. Hava bile kendi soğukluğundan rahatsız olmuştu. Buğulanmış camlar, içerinin sıcak olduğunun en güzel kanıtı, benim de huzur kaynağımdı.
Ferhat KALENDER, yaklaşık sekiz yıldır Yolcu Dergisi’nin editörlüğünü yürütüyor. Kendisini “söz dergisi” olarak tanımlayan derginin aksatılmadan yürütülmesinde bir hayli çaba gösterdiğini bildiğimiz yazar, bu kez dergide yayınlanan ve yayınlanmadığı deneme ve öykülerinden oluşan bir kitapla karşımıza çıktı. Yolcu Dergisi Yayınları’nın bu ikinci kitabı. Daha önce Sıdık Akbayır’ın “Ebebiyat
tetik haydi uyandır beni
hadi uyandır...
daha ne kadar uyurum böyle?
kendimden ve ondan habersiz.
hadi uyandır beni
Sonra sinirleniyor bana hayat. Kin kusmaya başlıyor birden. Yeşil yaprakları kuruyup dökülüyor, dallarını insanın ulaşabileceğinden daha yaşlı otlar bürüyor ve çelik gibi sertleşiyor girintili gövdesi. Kaçmamam için sıkmaya başlıyor beni. Kuru dallarından
Bu yazıda Annelerimizin dünyanın yıkılmayacak en güçlü yüreklere sahip olduğunu ve değerini hiç bir zaman yitirmememiz gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Yorulmuştu deniz,böcekler buluşmuyordu çiçeklerle ne de ağaçlar döküyordu tek bir yaprak.Değişiyordu mevsim;güneş inatla doğarken doğudan hayatın hücresinde hüküm giyiyordu zaman ve onca suça rağmen kimse kıramamıştı zamanın kalemini.Perde inmişti zamana tıpkı hayalini görmekten bıkmayan gözlerim gibi.Bu yüzden yasaklanmalı bu sevda,ya saklanmalı...
Herkes gündelik yaşamın hay-huyunda, herkes işinde-gücünde;
mutlular mutlu-mutsuzlar mutsuz. Ama yine de insan gibiler.
Ben, insan gibi olamıyorum.
Kimse görmüyor ama ben farkındayım ‘büyük son’un,
o kıyametin gelip-çattığının.
Her bayram bir tabut kalkıyordu omuzlara,boş sayfaların üstündeki gözyaşlarıydı zarfsız mektuplar ve karanlıkları üstüme kusan ejderha gibiydi gece...
Dedim ya, biraz sarhoşum, çok ama çok keyifliyim. Kendimi o cam gibi su gibi duyumsadığım anlardan..Onu izliyorum, o çikolata tadında ki gülümsemeye bakıyorum. Son aylarda ki gelişmeleri, saniye saniye, sözcük sözcük, duygu
İnsanın sevgilisinin varlığı maddenin varlığını açıklayan genel geçer temel fizik kanunlarıyla açıklanamaz ki... Sevgilinin varlığı genel geçer fizik kanunlarıyla değil, felsefeyle açıklanabilir ancak…
bu yazıyı gecenin en geç,sabahın en erken saatinde yazdım.gözlerim gökyüzünün karanlığına bakarken,sanki dudaklarım kalbimle konuşuyordu ama ağlıyordu gözlerim,kalbim tarif edilemez acılarla inliyordu.....
Sana gitme dediğime bakma, ben aşka gitme diyorum aslında... Senin ne önemin, ne yerin olabilir ki aşkın karşısında... Sen aşkın bir yansıması, ne yansıması, bir yanılsaması olabilirsin olsa olsa...
Her şeyin bu kadar ucuz olduğunu ancak o gün başıma gelenlerden anladım.Aydınlık gecelermin nasıl da çok kısa bir zamanda karardığını ancak o gün gördüm.Küçücük umutların koca bir yaşamı saracak kadar büyüdüğünü an an yaşamıştım. Derken, yıldızlar sıradanlaştı, Geceler tekrar eski duyarsızlığına soyundu. Çevremdeki herşey nasıl da birden öyle
Sabahları gözümü açar açmaz, kedilerin ve itlerin mamalarını hazırlıyor, birbirlerini kaşımaktan sırtları kanamış tiplerin yerdeki sülüetlerine basmamaya çalışarak apar topar ofise gidiyordum.