"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Eşitlik, demokrasi, özgürlük kelimelerinin kendilerini gösteren adlar halinde kutsandığı şu günlerde; örneğin Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de; meydanlara dökülmüş halklara ‘’Özgürlük nedir?’’ diye sorsak, ne cevap alırız? Sistemin parametreleri dâhilinde kurgulanmış hayatlarının daha yaşanabilir, katlanılabilir olması taleplerinin dışında bir cevap verebilirler mi? ‘’Yasalar karşısında eşitlik istiyoruz, düşüncelerimizi ifade edebilme ve onların doğrultusunda bir hayat sürdürebilme özgürlüğü istiyoruz., yöneticilerimizi, kurduğumuz örgütler aracılığıyla kendimiz seçmek istiyoruz, yaşanabilir düzeyde ücretler istiyoruz -yani, sistemi iyileştirmek istiyoruz-’’ dan öteye gidebilirler mi? Bu anlamda en iyimser ifadeyle neredeyse yüzyıl geriden takip ettikleri Batı toplumlarının düzeyine gelebilme özlemlerinin ötesine geçebilirler mi? Elbette ki hayır. Bizler için başka bir dünya yok. Başka bir özgürlük, eşitlik, hak ve adalet yok. Çünkü sistemin tüm hatlarıyla en çok gelişmişlik gösterdiği yerlerdeki özgürlüğe ulaşmadan daha ötesini istemek diye bir şey yok; daha ileri hak ve özgürlükler için sistemin de ilerlemesi gerekiyor -zaten tarihsel materyalizm de bize bunu işaret ediyor- toplumlar böyle evriliyor. Buna göre bir aşama ötesi, sistemin en gelişmiş olduğu yerlerde, yani Batı’da yaşanacak önce; ileri kapitalizmin ileri köleleri, gelişen hak ve özgürlülerini kullanarak daha da bilinçlenecek, yaşanan adaletsizlikler karşısında direnç gösterecek ve devrimleriyle hak ve özgürlükleri bir adım daha öteye taşıyacaklar yine; sonra sıra bize gelecek. Ta ki; büyük devrimlerin yaşandığı, üretenlerin, üretim araçlarına sahip olarak, toplumsal çelişkilere son verdiği o günler gelene kadar. O günden sonra bütün cep telefonu fabrikaları, iletişim sağlayıcı ara kurumları, hatta baz istasyonları bizim olacak. Google, Windows, Apple, ipod, iphone firmaları; hastaneler, ilaç, kimya, uçak, araba, silah, şekerleme ve çerez fabrikaları; yeryüzünün tüm fastfood mağazaları ve mezbahaları bizim olacak. İçlerinde oturduğumuz beton yığınları, doğal parklar, minyatür yapılar, hayvanat bahçeleri, otobanlar, köprüler, toplu taşıma araçları, oteller, stadyumlar, TV kanalları, gazeteler, reklam firmaları, film platoları ve giyim atölyeleri bizlerin olacak. Bankalar, borsalar, döviz büroları; çamaşır, bulaşık, ütü, ev-büro oturma grupları üreten fabrikalar ve işlikler; barajlar, petrol boru hatları, doğalgaz kuyuları, uydu frekansları bile bizim olacak. İşte o günden sonra biz; sınıf mücadelesi sona ermiş bir dünyada, gerçek birer insan olmanın doruklarına tırmanacak, zorunluluklarımızın bilinciyle dünyayı yeniden şekillendireceğiz. Gerçekten böyle mi olacak? Böyle olacaksa bu, hangi insan ve hangi araçlarla olacak? Ürettiği araçlar tarafından yeniden üretilmiş insanlar ve üretilmiş bu insanların ürettiği, bu -çoğu önce insanı yıkıcı ve yozlaştırıcı- araçlarla mı olacak? Tüm bu öngörüler, sizce de gerçek dışı görünmüyor mu? Evet, -sistemiçi dönüşümden başka bir anlamı olmasa da- devrimlerden yanayım, evet, ezenler karşısında hak ve özgürlüklerini alana kadar direnenlerden tarafım ama insanı kendi gerçekliğinden uzaklaştıran bu yapay işleyişin tarihbilimsel insanlık gerçeği olduğu düşüncesinde asla değilim. Hele sistemin içinden yükselen ve sistemin iç dinamikleriyle zorunlu bir şekilde gerçekleşeceğine işaret edilen kurtuluş evresine hiç inanıyor değilim. Çünkü bu sistemin, varoluş için savaşıma hizmet etme mantığıyla oluştuğu, tüm birimleri ve araçları bu mantığa göre şekil bulmuş olduğu gerçeği bu kadar net görülebilirken; her şey bir yana, her biri savaş için üretilmiş bu araçlarla barışçıl bir dünyaya ulaşma düşüncesi kendini reddeden -paradoksal- bir düşünce hükmündedir. Bu bağlamda, şu an için insanlık adına taraf olduğum ama taraf olmakla insanlık tarafında olmadığım bir yerde olduğumu söylemek zorundayım. En az Batı’da yaşayan halkların kazanımlarına sahip olsunlar; daha özgür, daha demokratik ve daha eşitlikçi bir toplum düzenine kavuşsunlar diye, tüm geri bıraktırılmış ulus halklarının isyanından tarafım ama diğer yandan, ulaşmaya çalıştıkları toplumsal ve yaşamsal araçlar tarafından, eskisinden de acımasız bir biçimde kuşatılacaklarının da farkındayım. Zira bu kuşatma dışarıdan değil içeriden, tüm alışkanlıkları ve yaşam biçimlerini dönüştürerek, insanın, önce araçlara bağımlılığına, sonra araçlarla özdeşleşerek kendini kendine araçsallaştırmasına neden olan bir kuşatmadır. Artık sadece efendilerden değil, kurtulmak zorunda oldukları bir kendilerinden bahsedilmek gerekecektir. Tıpkı Batı insanının ve otomasyona gitgide daha çok entegre olarak ilerlediği düşünülen, ülkemiz batısını oluşturan bizlerin olduğu gibi... Otomasyon sadece fabrikaların, işliklerin ve hizmet alanlarının makineleşerek, işini makinelerle paylaşan insanların da mekanikleşmesine sebep olan ekonomik bir durumdan ibaret değildir. Otomasyon, ölçeği gittikçe büyüyen oranlarda yaygınlaşan dünyasal düşünce, eylem, istek ve ihtiyaçlarda ortaklaşa bir yapının oluşması halidir aynı zamanda. Aynı haberleri alan, aynı renkleri gören, aynı sesleri duyan, aynı etkiye maruz kalan insanların, aynı düzlemde düşünmesi halidir. Hep beraber naklen bir savaşı izlemesi, dünyanın diğer köşesindeki devrimleri takip etmesi, sonuçları üzerinde fikir yürütüp, tartışması; olayları olgusallaştırmasıdır. Bu her bir insanın herkesleşmesi, bilginin daima verili olması, vasatlığın yol haline gelmesi ve hayatın doğumdan ölüme her alanıyla aleladeleşmesidir. Biz bu çevren içre yeniden biçim almış -kendi özü bağlamında biçimsizleşmiş- insanı hedef almak yerine, ekonomik özgürlükler temelinde verilecek savaşlarla, savaştığımıza benzemekten öteye geçemeyiz. Önce insanı barışçıllaştırmak gerekiyor, önce kendiyle... İşte yazıya başladığım ilk gün vurguladığım senaryonun gözlerimizin önünde, hem sahnenin kendisi, hem en önemli oyuncusu, hem seyircisi olmamızla hayata geçtiği ve dünya ölçeğinde sistemi onararak sürdürülebilir kılmanın gayretlerini sergilediğimiz bu günlerde, dikkatimizden kaçan bir gerçek var. Bu sistem (köleleri ve efendileriyle) kazanmayacağı bir oyunu kurgulamaz. Oysa çağın bu iç dönüşümü aşamasında kaybetmesi gereken bir taraf var. Sokakları dolduran halklar kazanacağını düşündüğüne göre, kaybeden kim olacak? Kazanan gerçekten halklar olacaksa, dolayısıyla kaybeden sistem olmayacaksa, kim kaybedecek? Efendiler mi? Lakin bu sistem egemenleri olmadan sürmez ki... (Devam edecek) Nilüfer Aydur
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilüfer Aydur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |