"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
Genel anlamda sistemin; ana sisteme bağlı küçük sistemlerin, kendi içinde başka sistemler barındırdığı ve her bir altsistemin, bir diğeriyle olan yatay-dikey ilişkisini sürdürdüğü açık alanlar sayesinde, ana sistemin ruhuna uygun (tüm koşullar sabitken) olmakla birlikte, en azından kendi içinde yenileyebileceği farklılıklarla temas edebildiği bağıntılar bütünü olduğu aşikârdır. Gerek kültürler arası ilişkilerin, gerekse günlük hayatta insanlar arası ilişkilerin sunduğu, bu alanlarda yıkarız önyargılarımızın duvarlarını. Dolayısıyla, bir sistemin içinde yaşayan bilinçli canlılar olarak biz insanların, sistemin bilincinde olmasının önkoşulu, sistemi oluşturan parçaların birbirinden farklılığı sayesinde oluşan açık alanlardır. Bu aynı zamanda, sistemin, bir sistem oluşunun kaçınılmaz koşuludur ki, biz bu koşul sayesinde yakalarız farkındalığımızı. Kendi bedenlerimizin iç dinamiklerinin oluşturduğu sistemlerden tutun da, günlük hayatımızı sürdürdüğümüz alanlarda oluşturduğumuz yapısal sistemlere göz ucuyla baktığımızda gördüğümüz şey, her birinin varlıklarını hissetmemizi sağlayan sınırlara sahip oldukları ama her sistemin de diğer sistemlerle çeşitli ölçeklerde ilintili olduğudur. Örneğin sindirim sistemimiz, pek çok iç organın birbiriyle olan ilişkileri sayesinde işlerken, aynı zamanda dolaşım sistemiyle de zorunlu bir ilişki halindedir ve siz de takdir edersiniz ki; aynı sindirim sistemi, gıda sektörünün dayattığı beslenme sistemiyle de yoğun bir ilişki içindedir. Bu ilişkiler yumağını neredeyse sonsuz bağıntılarıyla evrensel bir bütün içerisinde genel hatlarıyla gözler önüne sermek de mümkündür, fakat tam tersine, bütünün kendisine bakarak, bütünü oluşturan parçaları açıklamak imkânsızdır. Çünkü bütün, bütünü oluşturan parçaları, bu parçaların bütünü oluştururken geçtiği aşamaları ve bu aşamaları geçirmesine neden olan diğer bağıntıların tamamını aynı anda yansıtamaz. Kendini bütün kılanın, o parçaların, o aşamalardan geçmesi olmasına rağmen, sadece bir takım izlerini taşır ancak. Bu sebeple, her olanı biteni anlamlandırmanın ilk koşulu olarak bütünü işaret eden, ‘bir’i kutsallaştıran akımlardan uzak durmak gerekir. Bu bizi gerçeğe yakınlaştırmak şöyle dursun, gerçeklik algılarımızın körleşmesinden başka bir şeye hizmet etmez. Bu, dogmatizmin yeni (aslında onbinlerce yıl öncesinden bugüne taşınmaya çalışılan) yüzüdür. Günümüzde çeşitli (Hint-Tibet-Çin) felsefi akımların yaygınlaştırılmasıyla yapılmaya çalışılan tam da budur. Körleştirme. Bütüne bak ve hiçbir ayrıntıyı görme. Hayatı bir’e yani bütüne dayanarak anlamlandırmaya çalışmak; ilk neden köleliğine ya da önyargılarımıza sorgusuz teslim olmamızın koşullarından biridir. Sistemin bu yolla içine bizleri de alarak kilitlenmesine ve bu farksızlıklar evreninde, farkındalığı yitirilmiş bir yaşam biçimine hapsedilmemize ramak kalmıştır. Hangi felsefe? Her felsefi akım, içinde büyüdüğü çağın iç döngülerine, üretim biçimlerine, iletişim teknolojilerine ve en başta diline göre şekil alır. Bu bağlamda, hemen tüm felsefi akımlar, kendini var eden koşulların iç gerçekliğini yansıttığı doğrulara sahip, doğru felsefelerdir aslında. Yanlış olan, onları kendi koşullarının ya da dönemlerinin dışındaki bir mantık ve dil çevreninde anlamlandırmaya çalışmaktır. Örneğin; öznenin özneyle, öznenin nesneyle ve nesnenin nesneyle olan ilişkilerinde, yaşadığımız döneme kıyasla, sorun yaşanmadığı bir zaman diliminde, adın nesneyle özdeşliğini seslendiren bir felsefe, kendi dönemiyle iç tutarlılığı ve bulunduğu koşullar açısından doğru felsefedir. Bir başka koşulda; bütün algıların aynı anda, aynı eşyaya, olguya ya da olaya yönlenebildiği bir durumda; yani algıya, doğa dışında pek az dış etkenin müdahale ettiği bir zaman diliminde, algının verilerine güvenilmezlik geliştirmek imkânsız olabilir. Ve elbette, insanın hayatını sürdürmek adına kabullendiği köleliğini, tanrıların elinden alan makineler karşısında duyduğu yabancılaşmanın yansıdığı hiçlik de anlaşılabilirdir. Anlaşılmaz ve kabul edilmez olan, bu felsefelerin kimilerince dogmalaştırılması; ona, kendisinde var olmayan anlamlar ve asla taşıyamayacağı yükler yüklenmesi, üstesinden gelemeyeceği görevler verilmesidir. Çünkü felsefe, sistemin açık alanlarından çokça faydalanıyor olmakla birlikte, aynı zamanda sistemin taşıyıcı bir unsuru olmaktan da kaçınamaz. O, tam manasıyla bir aynadır aslında. Bir yandan içinde bulunduğu döneme ait ruhu, kendisine bakanın yüzüne yansıtırken; diğer yandan, yüzeyine çarpan yoğun ışığı kendinden ötelere yansıtan bir tür ışık kaynağıdır. Felsefe aydınlıktır. Dönemi aydınlatır ve geleceğe ışık tutar. Fakat o bir kurtuluş manifestosu değildir. Din felsefesi, doğa felsefesi, bilim ya da siyaset felsefesi çağın önyargılarından tamamıyla soyutlanarak ele alınamaz. Yapmamız gereken, felsefenin aynasında yansıyan kendi gerçeğimizi görmek ve bu gerçekle ne yapabileceğimizi düşünmektir. (Devam edecek) Nilüfer Aydur
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilüfer Aydur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |