Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
Kendine özgü güvenin bile durultamadığı acımsı bir tınısı vardı sesinin. Boğazım yandı. Yutkunarak rahatlamaya çalıştım ve ben de kalktım ardından. Kış güneşiyle iyice ısınmış camlı kıyı kahvesinden koşar adım çıktım. Tepedeki güneşi bile büzüştüren havanın yakıcı ayazına aldırmadan yürüdüm. İki yüz metre kadar önümde, uçarcasına gidiyordu. Üşüyordu. Sıkıca örttüğü bedeninin tersine, saçları rüzgârla yarışıyordu. Örs, üzengi, kepçe kulağımı versem, kaldırımı döven dişil topuklarının sesini duyabilirdim. Vermedim. Onun duyulmak gibi bir derdi yoktu zaten. O, koltuk değneği olmamaya gidiyordu. Kıyı yolunda kimsecikler yoktu. Ayazlamış rüzgârın sesine, denizin vahşi ıslığı ve tuzlu kokusu karışıyordu. Yoldan geçen arabalar, sol yanımı hızla çizip, kaçıyordu. Saklanıp, korunamıyordum. İçimdeki gel- git, bir ayna gibi beni gösteriyordu. Sığınmacı konumuna düşmüş bir kaçak gibi yakalanıyordum kendime. Öğle haberlerinde adım geçiyordu. Korkuyordum. Gidip, teslim oluyordum şeytanıma. İnceldiğim yerden çürüyordum. Ne güzel kokuyordum, ben? Yavaşladım… Bıraktım; açılsın aramızdaki uzaklık. Yürüdüğüm yerden izlemeye başladım onu. Benden başka izleyecek yoktu zaten. Rüzgârın siliciliğine inat, bizden bir şeyler kalsın istiyordum ayak izlerimizde. Onun yürüdüğü taşlara basmaya çalışıyordum. Rüzgârda çırpılmış göz ucumla izliyordum onu. O, tüm bunlardan habersiz ya da habersizmiş gibi durup, koltuk değneği olmamaya gidiyordu. Rüzgârın ötelediği saçlarını güzelliğine katıp, dişil topuklarıyla eril bir öğleden sonrayı döve döve, kuşatılmışlığımın öte yakasına gidiyordu. Beklentisiz bir güven ve ödünsüz bir duruşa kardığı kadınlığıyla. Kendisi olduğuna gidiyordu. Ben mi? Ben, başoyunculuğunu karımla bölüştüğüm bir filmin, anlamadığım alt yazılarını okumaya gidiyordum. Her gün yeniden izlediğim halde bir türlü çözemediğim ya da sabah akşam başka bir dilde akıp giden alt yazıları filmimizin. On altı yıl önce, aynı oyunda oynamaya karar verip, bir de nikâh memuruna onaylattığımız oyun metni ne kadar anlaşılır ve anaç bir dildeydi oysa. Ne kadar çok gönüllü ve meraklı izleyicimiz vardı. Aileler, konu komşu, arkadaşlar. İşyerlerimiz, sokaklarımız, duraklarımız, el ele yürüdüğümüz yollarımız. Akşam haberlerini okuyan bay bayan sunucular, aile programları, yarışmalar, gündüz şekerleri, yöre dizileri, kanlı yargı salonlarını aratmayan hukuk sever yapımlar… Hepsi ama hepsi bizim mutluluğumuz içindi. Uysal ve sabırlı mutluluğumuz. Beklemeyi biliyorduk, büyüklerimize inanıyorduk. Akşamları çayımızı çorbamızı sessizce içip, sessizce sevişiyorduk karanlık yatağımızda. Mutlu ve sorgusuz… Öylesine sevdim karımı. Fiziksel bir çekiciliği yoktu.(Söz aramızda hani; şimdi de yok.) Ama bir şey vardı onda; kendini onaylatan ve sevdiren ve seven. Hani gencecik ağaçlar vardır baharda. Fidanlıktan yeni çıkmış. Gürül gürül yükselirler güneşe. Güce, sağlığa ve kıpır kıpır bir iç dinginliğine çağırırlar insanı. Onlar ayrımında değildir ama hışırtılı yeşili çoktan kanınıza girmiştir insanın. Yanında yöresinde olmak, deli demberek gülüşüne bulaşmak hoşunuza gider. Dolu doludur bakışları, güçlü ve derindir. Tam da gereksinim duyduğunuzu sunar size. Boşluğunuza iyi gelir. Tamlanırsınız. Kalansız bir ömrün izini sürersiniz tensel tükenişlerde. Ya da çoğalışlarda belki; ne demeli? Boşluğum doldukça ışıdım. İyi oldum. Bir keresinde “Vay be!” dedim karıma. “ Ben, böyle bir yaşamı düşleyemezdim bile. Düzenli bir gelir, ev, araba, iki çocuk ve sen karıcığım. Daha ne isterim? Mutluyum, mutluyuz!” Gerilmişliğinden beklenmeyen bir dille “Eksik söyledin canım.” dedi karım. “ Mutluları unuttun.” Yaşadığımız günün akşamını güzelliyorduk. O seviyor diye beyaz şarap almıştım eve gelirken ve buzlukta soğutmuştum özenle. (Zaten onun sevdiği şeyleri yapmak günlük tadım tuzumdu.) Karım alaycı bir gülümsemeyle süzdü beni. Avizenin çiğ ışığında yırtılıverdi duruşum. Döküldüm kucağına. Şarabın büyüsü soldu. “Senin, bu dilini hiç anlamıyorum.” dedi. Ölmüş bir dinin Tanrısına teşekkür ediyorsun sanki. İki elini havaya kaldırıp “Âmin” demediğin kalıyor bir. Yeter artık! Bak canım, bu koşullar, bir nişan zembili gibi armağan edilmedi bize. Bir kıldan kırka bölündük çoğaltabilmek için kendimizi. Çoğumuzun düşsel içeriğine teğet düştü bu coğrafya. Ya da yağdan kıl kaçırır gibi attı karanlığına. Ayırt edemedik. Ayrıma vardığımızdaysa çoktan çizilmişti üstümüz. Atıl durumdaydık. İşlerlik kazanabilmek için çok bedel ödedik. Bunu en iyi sen biliyorsun. Biliyorsun da canım, yine şu ışık gibi çiğleşiyorsun. Piş artık, be adam! Piş! Bu dilde söyleşmek istemiyorum artık seninle. Lütfen!” Elindeki şarap kadehini, yüzüme kapıyı çarpar gibi bıraktı sehpaya ve banyoya gitti. Gece haberlerini sunan bayanın şen şakrak sesi yetişti yardımıma. Ankara’da açlık grevi yapan işçilerin üzerine, polisin biber gazı ve basınçlı su sıktığını anlatıyordu. Bir parti liderinin, bir Karadeniz kentinde tartaklandığına ve tartaklayanların bulunamadığına geçti sonra. Gülen mimikleriyle Irak’ta ölenleri de haber ettikten sonra sosyolog ve araştırmacı bir akademisyeni konukluğa çağırdı. Ardından da, medyatikliğiyle ünlü psikiyatri doktoru, sorunsuz bir adam maskesiyle baloya çevirdi ekranı. Gün içinde yani yirmi dört saat boyunca insan gereksinimleri, davranışları, duygulanımları ve bunların yirmi beşinci saate yansıyan durumlarının sosyopsikotik nedenlerini, açılımlarını dillendirmeye başladılar. Tam kendi nedenlerimi öğrenip pişmeye başlayacaktım ki, karım geldi ve ayakkabısının tekini sordu bana. Umutla baktım gözlerine. Yatakta arayabilirdik belki camdan yarısını. Ama parlamıyordu yitik ve karım, bizim filmimizin de ışıklarını karartmak istiyordu. Yeterince oynamıştık, izlenmiştik, köklenmiştik ve çürümüştük. Artık karar bozulmalı, biz başka oyunlara gitmeliydik. İzleyici mi olurduk, yeni rol arkadaşları mı bulurduk; burası, herkesin kendi başına gidebileceği bir adresti. Karım, şimdiden “Hoşça kal” deyip, tek başına uyumaya gitti bile. Bana da bir battaniye getirmiş; ne güzel. Üçlü koltuğa geçip uzandım. Dumura uğramıştı gece ve yirmi beşinci saatten sonrası da. Bir ağlama nöbetine tutuldum. Kayısı kıvamında dağılıyordu tamlanan boşluğum. Koyul bir korku sarıyordu bedenimi. Bir de, çok özel bir tat veriyordu durumum. Karımın beni üzmesi, fırçalaması, alayla karılık bakışları hoşuma gidiyordu. İlk kez bu gece, bu duyguyla yüzleşiyordum ve hoştu. Kendime söylerken bile utandığım ama değişik tatlar da aldığım bu özel duygumu, karımla da bölüşmeye karar verdim. Ne olursa olsun onunla da yüzleşecektim bu konuda. Belki bir yararı olurdu bize. Sessizce soyunup, yanına uzandım. Kızdığı zamanlarda yaptığı gibi arkasını dönüp uyumuştu. Ağlayarak sarıldım. Uyandırdım onu. Dönmedi yüzünü bana. Ağlayarak anlattım içimden geçenleri. Sokuldum iyice. Kaskatı oldu. Tepkisiz, duygusuz, kımıltısız. Sanki duymadı dediklerimi. Anlamadı. Ertesi sabah yüzüne baktım merakla. Tek bir iz ya da gölge yoktu dediklerimden. (Boşandıktan yıllar sonraki bir görüşmemizde, şöyle diyecekti; “O gece ilk kez utandım senden ve nefret ettim her şeyinden. Seni de utandırmamak için hiç tepki vermedim sana. O gece karar verdim, ne olursa olsun mutlaka boşanmaya.” Bense çok sinirlenecektim bu sözlerine. Küfürle hakaretle çıkışacaktım ona. Yıllar sonra yüzüme vurulmuş bir ayıp gibi karşılayacaktım durumumu. Kesinlikle yadsıyacaktım.) Boşanma sürecinin henüz başlamadığı günlerde tanıdım Güvercin’i. Öğrencilerimden Buğday’ın annesiydi. Eşinden ayrılmış ve oğluyla bu kente taşınmıştı. Önceleri sık sık veli görüşmelerine gelirken, son dönemde uzamaya başlamıştı gelişleri. Arada bir telefon ediyordu yine de. Özür diliyor ve işlerinden dolayı gelemediğini anlatıyordu. Bir gün okula geldi yine ama Buğday’la ilgisi yoktu gelişinin. Güvercin, bu kente gelince, kendi olanaklarıyla özel bir yaşlı bakım evi kurmuş ve on dört yaşlı insanın sorumluluğunu üstlenmişti. İçlerinde geliri olmayan, düşkün insanlar da vardı. Olanın parasıyla hem kendi yaşamını düzenliyor, hem de düşkün olanlara yaşama şansı sunuyordu. Anlattığına göre son günlerde, kimsesiz çocuklar dadanmış kapısına. Yemek falan veriyormuş ama geceleri de kalmak istiyorlarmış. Sorun büyüyormuş kısacası. Milli Eğitimle görüşmeleri olmuş bir iki kere. Sonuç yokmuş. Sosyal Hizmetler Müdürlüğüne gidip gelmiş günlerce. İlgilenmişler ama her yer dolu ve sorunlu zaten. Okul-aile birliği başkanımızla görüşmek istiyordu. Varsıl ailelerle iletişim kurup sponsorlar bulmaya, bu çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Barınma ve yemek sorunlarını çözebilirmiş iyi kötü de, bu çocukların bir geleceğe gereksinimi varmış. Sorumluymuşuz hepimiz. Öyle içten, öyle heyecanlı ve inanmış anlatıyordu ki; gönüllü giriyordunuz şemsiyesinin altına. O gün hayran oldum, bu ufak tefek kadına. Her sorununda yardıma koştum. Kurumlarla görüştüm, varsıl ailelerle tanıştırdım, hukuksal boyutu için avukat bir arkadaşıma götürdüm onu. Tanıdıkça hayranlığım arttı. Evinde barınan yaşlı insanlarla sohbet ediyor, yerleşmeye çalışan kimsesiz çocuklarla oyunlar oynuyordum. Günler geçtikçe, bir tutkuya dönüşüyordu burada kurulan yaşamı izlemek. Ucundan bucağından gözledikçe görüyordum ki; ucu açık çok güzel bir düş oyun oynanıyordu burada. Sosyal Hizmetlerden görevli uzmanlar gelip gidiyor, gönüllü olarak emekli öğretmenler uğruyor, destekleyici insanlar elleri kolları dolu geliyordu. Dün “Açız!” diye, kapıyı yumruklayan sahipsiz çocuklar, bu gün, tok ve güvenli gülüşleriyle sevgi alışverişindeydiler. Hele, iki tanesi vardı ki, Metinle Mizgin; (On dört yaşındaydılar) yatalak olan yaşlıların eli ayağı olmuşlardı. Yemeklerini yediriyor, ayağa kaldırıyor, onlara kısa öyküler okuyorlardı. Günün uygun saatlerinde, önümüzdeki yıl liseye gidebilmek için gönüllü öğretmenlerle ders çalışıyorlar, artan zamanlarındaysa ortak yaşama katkı sunuyorlardı. Bana da, elbet. Ayrımında olmadan ve olamayacak kadar toylarken daha. İçimdeki boşluğa akan magmanın içeriği değişiyordu. Kokusu, rengi baharlaşıyordu damarlarımda. Bir, doldur boşalt istasyonunun ivecenliğindeydi ayaklarım. Çakırkeyif bir mutluluğun açılımıydı yüzüm. Ve Güvercin! Sevgili Güvercin!.. İçime dolan magmanın dişil yanı. Doğuran, büyüten ve uçuran yanı. Üşümüş akasya ağacının apak bir baharlıkla dönüşü gölgesindeki masaya ve kaynaşması kırıklığımla. İş çıkışlarında uğradığım kapıda, anaç bir kokuyla dinlenmesi yorgunluklarımın. Kendi dilimle anlatamasam da, ünlü bir şairin şiirlerini okuyordum ona. Anlasın istiyordum. Anlasın, onu sevdiğimi. Anlasın, onunla dolduğumu. Anlıyordu elbette. Biliyordum, bunu. Görüyordum, gözlerinde giyindiğini ömrümün. Ötesi yoktu yalnızlığımın; çıplaktım. Yalnız kaldığımda kendime de okuyordum aynı şiirleri. Şairi duymasın ama hoşuma gidecek şekilde okuyordum kendime. “Ne kadınlar sevdim, Zaten” güçlüydüler. “Böyle bir” sığınmak “görülmemiştir. (Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular, Böyle bir sevmek görülmemiştir. Atilla İlhan) Bu tür duygularımın güncel sürümüydü yaşadıklarım. Karısını seven ben, Güvercin’e de tutulmuştum. Güvercin’in kanat vuruşlarına açmıştım içimi. Rüzgârına dönmüştüm ; “Onun haberi vardır, anlamıştır nasılsa” diye düşünüyordum. Yarınki sevgiliyi oynuyordum karşısında. Çakırkeyif ve ısrarlı bir umutla oynuyordum. Karımdan boşalan yanımın ayrımındaydı. Her fırsat bulduğumda anlatıyordum ona. Dertleşir gibi nabzını yokluyordum. Onun seliyle taşmaya hazırlıyordum kendimi. Bu şekilde karımın bıraktığı çamura saplanmayacaktım. Bu duyguların aşkınlığından gelen bir güvenle konuşmuştum onunla. Bir kıyı kahvesinde, dalgaların yarattığı karmaşadan yararlanıp rüzgâr olmak istemiştim limanına. Almadı, beni. Koltuk değneği olmamaya gitti, Güvercin. 27 Nisan 2010/ Antalya
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Serpil Başak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |