Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur. -Mevlana |
|
||||||||||
|
Uykusuzluktan olsa gerek, damağımda bir kuruluk, sesimde bir boğukluk vardı bütün gün. Geçtim karşısına ve göz attım alelacele. İnsan kıvrımları olan bir karaltıdan başka bir şey yoktu içinde. Gerçekten ben miydim bu? Neden düşmüş omuzlarım? Neden önüme eğik başım? Bitmeliydi artık her şey. Bencillikten değil daha fazla acıyı kaldıramayışımdan. Yoksa ne olurdu ki her gece ağlasam. Daha doğarken yapmaz mıydı insan ilk ağlamasını? Ne olurdu anılarım her gün yargılasa ve cezalandırsaydı beni? Daha on yaşındayken kayıp gitmiş duyguların ve anıların acısını çekmeye, duygularımı her zaman dolambaçlı yoldan anlatmayı sevmeye başlamıştım nasıl olsa. Zaten ne benim canım yanıyordu, ne de ben acıydım. Canları yanan başka insanlardı, onları gözetleyip gözyaşlarına boğulansa ben. Diğerleri doğuştan duygusal, melankolik adıyla yargıladı beni. Hatta bazıları -daha açık sözlü olanları- aşırı korkak sıfatını uygun gördü. Bunlar hiçbir zaman umurumda olmadı. İçsel umutsuzluktan oluşan üzüntülere başka isim koymak isteyen var mı? Durmayın öyleyse. Boş ver düşünme şimdi bunları. Odaklan sadece. Odaklan ki çocuk gibi ağlamaya başlayarak iki büklüm yığılma yine yere. Bitir artık her şeyi... Uzattım ellerimi nazikçe ileriye doğru sanki onun ellerine değeceklermiş gibi. Hayret! Aynı korkuyu, aynı çekimserliği duyumsadım yıllar sonra. Birkaç çıtırtı sesi duydum önce. Elimde kibritin bir anda alev almasını çocuksu bir ilgiyle izledim. Alevi yaklaştırdım gözüme. Şeffaflığı sarhoş ediyordu benliğimi. Bu şeffaflıkla boğuşurken belki kazayla yakardım tek suçlu göz bebeklerimi. Cehenneme kadar yolları var! Ama hayır, yanlış bu. Olmasaydı göz bebeklerim her gün diğer tanımadığım, bilmediğim insanların pervazlarındaki çiçeklere boş boş bakıp moral bulamazdım. Hep özendim evlerinde çiçek besleyenlere. Her evden çıkışımda bugün unutmayıp çiçekçiye uğramalıyım dedim kendime. Ama hep unuttum. Alamazdım böyle bir sorumluluğu üzerime. O nazik, çaresiz, saf varlıklara bir zarar verseydim yaşayamazdım sonra. Önümde ki manzaranın sarhoşluğundan yerdeki papatyayı fark etmeyip üzerine basan bir ahmağım ben. Büyük bir ahmak daha doğru. Her şey böyle değil miydi zaten? Kibritin alevi elimin derisini siyahlaştırmaya başlayınca tutuşturdum sevgi damlacıklarının son kırıntısı fotoğrafın uçlarını. Isıdan kıvrılmaya başladı önce uçları, kaçmak istiyordu o ateşten besbelli. Kaçmaya fazla gücü kalmadı yada artık o da bitirmek istiyordu, bilemiyorum. Öylece bırakıverdi kendini birden. Çığlık atar gibi ince çıtırtılar yükseliyordu her yerinden. Yanışını doyumsuz bir zevk ve tiksintiyle izlerken içimde savaşlar patlak veriyordu. Bir duygular saldırıyordu bir mantık. Kazanan yoktu. Üzerindeki topraklara daha fazla zarar veriyorlardı sadece. Gözümü duvarda asılı resimlere dikerek bıraktım fotoğrafı kül tablasının içine. Kendime itiraf etmeye korkuyordum ama o fotoğrafı bir daha yanarken görmek istemiyordum. Hep kaçmıştım hayatım boyunca kendime vereceğim cevaplardan. Sorular, sorunlar, gerçekler, yalanlar. Büyük eğitimli bir ahmağım ben. Karanlık odada yüzüme vuran son alev ışığı da yok olunca başladım hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Şimdi olsa cesaret edemezdim yakmaya. Geceler boyu o fotoğrafa sarılıp uyumuştum ağlayarak. Yenik düştüğüm her gün o resme bakarak cesaretimi toplamıştım. İnsanların arasında yalnızlığımı hissettiğimde usulca çıkararak bakmıştım ona. Hatta bazen deliler gibi sohbet etmiştim onunlar. Deli... Ama hiç soru sormamıştım ona. Cevap verememesinden korkuyordum. O yüzden hep ben konuştum, o dinledi. İroni hayatımı kasıp kavururken ve o tatlı deja-vular diyarında kendimi kaybettiğimde adres sorduğum bir tek o vardı. Çekip çıkardı beni her seferinde. Yaşamak güzeldi belki de. Ama ahmaklığımdan olsa gerek gittiğim onlarca terapiye rağmen mutluluk nedir anlayamadım. Hayır! Şizofren değilim ben. Tersine hep dünyaya basmaktan kaynaklanmıştı sorunlarım. Bulutların üzerinde uçmak, sevinçten göz yaşı dökmek, mutluluktan kendi kendine dans etmek ne demek bilmedim. Küçük bir çocukken yaşadığım olmuştu elbette. Ama anılar ne kadar bilmekle orantılıdır ki? Her geçen gün kısıtlandı özgürlüğüm. Çok özledim kaygısızlığı. Çok aradım onu düşürdüğüm yeri. Dolaştım eski yerleri belki bulurum diye ama eskisi gibi değildi hiçbir yer. İnsanlar iğreti otlar gibi türemişlerdi her yerde. Sigarayı çektim içime ama o da olmadı. Kötü ?ama olduğu gibi- bir alışkanlık olarak kaldı sadece hayatımda. Yıllar sonra ilk tanıştığımız ve buluştuğumuz yerlere gittim ama oralarda da değildi mutluluk. Sendeydi mutluluk. Mezarının başına gittim, arkasında göz yaşları bırakıp kaçtığını gördüm mutluluğun. Hep kaçtı benden ve ben de hep kovaladım. Ama bitkinim şimdi ve daha fazla aramayacağım seni sevgili mutluluk. Yalan! Hayır! Nedir yalan olan! Sadece benim. Belki de birbirimizi sevmek değil sadece hislerimize dokunmak için doğmuştuk. Sevmek! Birkaç öpücük, birkaç tebessüm, birkaç sarılma değildir sevmek. En karanlık yanlarını bilmek, dokunulmamış hislerinin farkına varmak, binlerce kilometre uzaktayken bile ağladığını hissetmek, mantığın doyumsuz bir sahtekarlıkla bedeni ele geçirdiği sırada her şeyi bir kenara bırakarak koşmaktır ona. Göz yaşı döktüğünde bunu onunla bağdaştırıp bir kenarda toplamak, acımasız kaygılarla sevdikleriniz hakkında düşündüğünüz şeyleri bile onun mutluluğuyla karşılaştırabilmek, hayalleri gerçeklerle ayrı tutamamak, boğuk şarkılarda onun sesinden, onun hayatından bir şeyler aramak, bulamayınca şarkıya küsmek, kimsesiz olduğunda bir gün onu göreceğini ümit ederek yaşama sarılmaktır sevmek. Bazen şüpheye düşerim ?sevgim onamıydı yoksa o fotoğrafa mı??... Hayır, sen sürekli şüphedeydin aslında. Yanılıyorsun, gerçekleri çarpıtmak değil benim amacım, gerçekleri aramak. Gerçeklerden nasıl böyle emin konuşabiliyorsun. Bildiğin tek bir gerçek bile yok ki senin. Gerçeklerden hiçbirini tanımamış olmam, gerçeğin bir yerlerde beni beklemediği ve varolmadığı anlamına gelmez. Yani, gerçeği hiç bilmediğini söyleyerek çelişkiye düşmüyor musun peki? Ne alakası var ki bütün bunların bütün yaşadıklarımla. Aslında her şey bununla ilgili. Anlayamadım. Zaten, hiçbir zaman beni dinleme cesaretini gösteremedin ki sen. Dinleseydin beni sayfalarca yazı yazacağına, mutlu olacaktın şimdi. Kendini dinlemesini bilmediğini biliyorsun, başkalarına kulak verdiğini de, kendine saygın yok ki başkalarına olsun. Bu yüzden kaçıyor insanlar senden. Neden dinleyecektim ki seni? Eğer dinleseydim seni, beni farklı kılan, beni ?ben? yapan her şeyi boğacaktın sen. Ve bir gün olurda ben o duygularımı özlemeye başlarsam, seni de boğacaktım. Pekala bay çok bilmiş. Şimdi şunu söyle bakalım, senin ?sen? olan yanın sana ne kazandırdı? En azından mutlu olurdun beni dinleseydin. Boş varsayımlarda da bulunmaya başlama yine. Onunla da ölene kadar birlikte olacağını varsaymıştın. Ama o senden önce davrandı ve öldü. Seni terk etti... Yalan söylemekten başka bildiğin bir şey var mı senin? Terk etmek istemli bir harekettir. İsteyerek mi öldüğünü zannediyorsun. İnandığım bir şey varsa o da onun beni bir yerlerde kollarını açmış beklediğidir. Hem varsayımla umudu karıştırma birbirine. Varsayım yürütmemiştim, umut etmiştim. Senin gibi zavallıların umut dediği şey, aslında varsayımın oluşma ihtimali daha düşük halidir. Konu şu ki uzun zamandır lafı dolaştırıyorsun. Neden kaçıyorsun? Sana beni dinlersen mutlu olacağını söylemiştim. İstersen bunu bir düşün. Bence aptalca çarpıtıyorsun sen gerçekleri. Benim kaygım mutlu olmak olmadı hiçbir zaman. Özellikle kaygısızlığı aradım. Kaygı olduğu sürece nasıl mutlu olunabilir ki? İstediğin kadar kendine yalan söyle, sürekli çelişkiye düşüyorsun. İnsanın aklında yaşam tecrübesi ve hatıralarıyla birleşik biçimde kaygı ve kaygısızlığın farkında olması ve isteyerek ikisi arasında seçim yapması hiç mantıklı gelmedi bana. Bir an için boş bir zihin hayal edilse bile kaygının varlığı olduğu sürece kaygısızlığı aramak apaçık çelişkinin kendisidir. Kaygısızlığı bulma kaygısıyla mutlu olmak ne demek hiç düşündün mü? Paradoksa sürükleniyorsun, dikkat et! Hayır, bu bir paradoks değil. Aksine gerçek gibi salt bir şey. Varlığıyla bekliyor beni bir yerde. Şunu da biliyorsun ki, kaygım olsaydı yapmamı istediğin bir çok şeyi yapmıştım. Kaygısızlığı aramam içimde kaygının beni tutsak ettiği manasına gelmez. İşte bu çok saçma. Anlamsız konuşmalarla beni nereye sürüklemeye çalıştığının da daha sen konuşmaya yeni başladığından beri farkındayım. Beni nasıl aldatmayı ümit ediyorsun? Senin verdiğin umut tanımı, tamamıyla umudu hayatında hiç tanımamış ve buna bir kalıp bulmak isteyenlerin tanımıdır. Kaygım yok diyorsun. Bundan emin misin? Elbette. Neden emin olmayayım? Sen safsatalarına başlamadan önce emindim. Ama kaygısızlığı bulma kaygının olmadığını söyleyemiyorsun. Peki, bunu bir an için kabul edelim. Senin sözünü ettiğin mutluluğu bana biraz anlatır mısın? İçinde bulunduğumuz zamanın donduğunu ve bu noktada takıldığını varsayarak hiçbir zaman başka insanların yaptığı saçmalıkların beni mutlu edeceğini zannetmiyorum. Gerçekten cevap vermemi istiyor musun? Cevabı aslında sen de biliyorsun. Elbette ki ben başkalarının yaptıklarını yaparak mutlu ol demiyorum. Ben mutlu, gerçek manada mutlu olmaktan söz ediyorum. Bende sana bunu soruyorum? Senin anladığın mutluluk ne? Pekala bunu neden sorduğunu da biliyorsun çünkü mutluluk nedir bilmiyorsun. Sana basit örneklerle doyumsuz lezzet alacağın ama senin göz ardı ettiğin şeyleri anlatayım. Binlerce kitap okudun. Peki söyle bakalım en son ne zaman eline bir fıkra kitabı alıp saatlerce güldün? Yapmadın çünkü gereksiz vakit kaybı olarak gördün. Hayatında hiçbir kahveye gidip tanımadığın bir insanla uzun uzun muhabbet edip başkalarının problemlerine kulak verdin mi? Onları çözmenin hazzını hiç yaşadın mı? Beğenmediğin ve saçma bulduğun bir şeyi, mesela bir kitabı parçalara ayırıp ayaklarının altında hiç ezdin mi? Hala baş köşende tutuyorsun, bak göreceksin. Ama özgürlükten dem vurmaya kalksan mangalda kül bırakmazsın. Hayır yaşamadım bütün bunları. Hatta aklımdan bile geçmedi. Ama bunları yapmam beni ne kadar mutlu edebilir? Yapmadığım zaman kendime dönmüş olmayacak mıyım? Denemedin ki konuşuyorsun? Dinlemeyi bilmediğin gibi denemeyi de bilmiyorsun. Tartışmayı polemiğe çevirmeye çalışacağına şunu söyle bakalım: ?sen ne öneriyorsun?? Evet, bak sonunda kabullendin ve kendini dinlemeyi öğrendin. Bu da iyi bir başlangıç. Sana önereceğim şey şu: yaşa ahmak yaşa!... Ne oldu? Neden konuşmuyorsun...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Kurt, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |