..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Düşgücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır. -Pascal
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Yaşam > Mehmet Ali Özler




3 Temmuz 2009
Atasözlerin Esareti  
Mehmet Ali Özler
Canlıların neden karşı cinsin içine girmeden veya karşı cinsi içine almadan yapamadıklarını anlamış değilim. Burada yaşam taşları oturtulurken bazı hataların oluştuğu kesindir. Zira itiraf etmek gerekirse her an düşündüğümüz, arzuladığımız ve üzerine milyonlarca sayfa yazılar, şiirler, romanlar, türküler, ağıtlar yazıp uğrunda cinayetler dahi işlediğimiz cinsel ilişki (aşk), iki varlık arasında hiç te hijyen ve sağlıklı bir temas değildir.


:BFHI:
Kimin ne zaman ve hangi durumlarda söyleyeceği belli olmayan, kültürel birikimin en kısa yoldan aktarma işlevi gören atasözleri her zaman ilgimi çekmiştir. Meselâ “erken öten horozun başını keserler” sözünün hangi dönemden ve nasıl doğduğunu öğrendiğimde bunu bayağı ilginç bulmuş ve garipsemiştim. Bugün bir durumu tasvir ve sonucunu bağlama babında kullanılan atasözlerimiz aslında bazı olayların sonucu gereği türeyip yayılmıştır. Örneğin erken öten horozun başını kesme olayı VI. Murat’ın Bağdat Seferi ile ilgiliymiş. Osmanlı Ordusu Bağdat önlerine geldiğinde padişah – Horozlar öttüğünde tiz saldurasız (saldırasınız), kaleyi düşüresiz emrini vermiş, Bu emir dönüp dolaşıp kaledekilerin de kulağına çalınınca, bunlar nasıl olsa sabahtan önce saldırmayacaklar diyerek kalenin nöbetçileri rehavete düşmüşler. Ama münasebetsiz horozun biri gece yarısı beklenmedik bir an da ötünce, sultanın emridir diyerek Türk askerleri ani bir saldırıya geçip kaleyi beklenmedik bir an da ve vaktinden çok önce düşürmüşler. Bundan dolayıdır ki o dönemlerde erken öten horozların uğursuzluk getireceğine inanıldığından kafaları vurulurmuş.

Günümüzde atasözlerinin bizler ile ne kadar bağlantılı olduğunu düşündüm. Daha geçenlerde birkaç dost ile kahvede otururken ağzımıza severek aldığımız bu sözlerden ilki düştü.. “Boş ver sen onu!” dedi arkadaşlardan biri konu üzerine. “Tilkinin dolaşıp geleceği yer tavuk kümesidir.”
Mevzunun kendisini ilgilendiren arkadaş ise peşinden iki söz daha salladı. “Sen öyle diyorsun ama bu arada ben eşek tepmişe döndüm. O hıyarın yüzünden başımıza gelmedik kalmadı. Bu işin içinden sıyrılana dek pişmiş tavuğa döndük.”

Arkadaşlar için bu sözleri kullanmak belki yeriydi ama çoğumuz ne kümese girmiş tilkiler görmüşüzdür, ne pişmiş tavuğa dönmüşüzdür, ne de bir eşek tarafından tepilmişizdir. Ancak, çocukluk yıllarını benim gibi küçük köylerde geçirmiş olan insanların hayatlarında buna benzer anılar olabilir ve vardır. Aşağıda kaleme alacaklarım bu atasözlerinden esinlenerek anımsadığım gerçek hayattan kesitlerdir. Lakin, kimseleri üzmemek için hikayede geçecek olan kimi insanların isimlerini değiştirmekte fayda gördüm.

Bir tilkiyi ilk kez kümese girerken değil de, kümesten kaçarken gördüğüm çocukluğumun yedinci yaşlarına rastlar. Ne var ki o zamanlar görmüş olduğum tilkinin kendisinden ziyade sadece ardındaki tüylü ve kabarık kuyruğuydu. Güneş birkaç saat öncesine batmış, ay ışığının etrafta koyu gölgeler ile oynaştığını hatırladığım bir geceydi. Hani zifiri gölgelerin iyiden iyiye belirginleşip garip ve korkunç şekiller yarattığı ilk bahar gecelerinden. Ve biri birden kümeste bir tilkinin olduğu ihbarını vermişti bağırarak. Bunun ardından bu ses birkaç kez daha tekrarlandı.
   “Tilki mi?”
   “Ne tilkisi?”
   “Hani nerde?”
   Ev hali tarafından fark edildiğini anlayan tilkinin kümes etrafından öylesine bir kaçışı vardı ki hiç sormayın. O güne kadar bir tilkinin böylesine kıvrak ve hızlı adımlı olduğunu düşünemez ve bilmiyordum. Ömrümde ilk kez gördüğüm bu tilki var ile yok arasında birden toz oluvermişti ve ben doğru düzgün bir şey göremediğime sonradan pişman olacaktım. Diğer taraftan bir elinde fener, diğer elinde bir taş ile kümesi teftişe giden rahmetli dedem ise, “Ağzı pohli,” diye mırıldanırken sinirli ve gürültülü duyulmaya çalışmıştı. “Dur hele sen, dur hele. Senin dolaşıp geleceğin yer elbet tavuk kümesidir. Sen bir daha gelirsin hele.”
   Siz böyle yazdığıma bakmayın sakın. O zamanlar hayatta olan Ali Koç dedem bırakın bir tilkiye kıymaya, kendisini sokmuş olan bir arıyı dahi öldürmezdi o. Hiç ifade ettiğini duymamış olsam da, yaşayan tüm yaratıkları kutsal sayan bu adamın bütün afra tafrası biraz ters huylu olan anneanneme karşı bu durumlarda üstünlüğünü göstererek erkekliğini kanıtlamaktı. Sanki tilkiyi bir daha gördüğünde onu çıplak elleriyle diri, diri parçalayacakmış gibi ha bire köpürüyor, karşısında bir hayvana değil de adeta bir insana çekişircesine söyleniyordu: “Dur hele sen ağzı pohli dürzü. Bir gün seni ha burda kıstırmazsam bana da Ali Koç demesinler. Senin dolaşıp geleceğin yer elbet kümestir.”

O zamanlar anlamadığım bir konu varsa bir tilkinin neden dolaşıp geleceği yerin bir kümes oluşuydu. Tamam, şansı varsa onu kümeste muhakkak leziz tavuklar bekliyordu ama bir tilkinin kümesten başka gideceği kesin başka yerler de olmalıydı. Hani bir tilki dönüp dolaşıp illa bir kümese mi girecekti? Diğer taraftan kümes diye bir şey mi kaldı zamanımızda? Bugünkü kümeslerin adı, Tavuk Eti Mamulleri San. Tic. Ltd. Şti. değil midir? Yoksa insanların yaşamadığı ama tilkilerin cirit attığı nadir ova ve kırların her yanında tavuk kümesleri mi vardı?

Yiğitlik taslamak veya üstün görünmek veya cesaret sergilemek erkek milletinin üzerinde asırlardır bitmeyen ve sonu gelmeyen bir lânet ve bedduadır. Bunu o anda kümese doğru tedirgin adımlarla ilerleyen ama kendinden eminmiş gibi görünmeye çalışan sadece dedem değil, o yaşlarda ben ve arkadaşlarım bile her fırsatta kanıtlamak mecburiyetinde hissederdik kendimizi. Emsallerimden bir adım daha ileri giderim oyunlarını sergilediğimiz çok olurdu. Örneğin çayda yüzerken suyun daha derin ve tehlikeli yerlerine dalmak, kızıl arıların yuvalarına daha fazla yaklaşmak, bir ağacın en tepe ve en ince dalına kadar tırmanmak, daha yüksekten aşağı veya daha uzun atlamak bu cesaret oyunlarından bazılarıydı. Ne var ki bu cesaret oyunu bazen istemeden ve plansız bir şekilde çıkıverirdi önümüze. Sanki, işte buradayım ben derdi o cesaret kanıtlama oyunu. Haydin bakalım kim daha ileriye gidip günün kahramanı olacak.

Yolumuzun üzerinde bir kazığa bağlı başı boş duran eşeği sanırım ilk Dursun gördü ve görür görmezde, “Heh-hee…” diye beyaz dişlerini göstererek sırıtmıştı. Ve bilirdim ki Dursun bu şekilde sırıttığında muhakkak bir şeyler ters giderdi. Yönümüzü değiştirmeye veya oynayabileceğimiz başka oyunlara dikkat çekmek istemenin nafile olacağını sanki o an içimden anlamıştım. İki arkadaşımdan biri olan Dursun, yolumuza çıkan bu eşek ile kendine bir eğlence veya keşfedilmesi gerek yeni bir oyun bulmuştu. Üçümüzde sekiz yaşlarında idik ama Dursun’ un asıl merakının bu eşeğin dişi olmasında yattığını hemen anlamış hatta biliyordum. Ama ne olursa olsun önümüzde gördüğümüz sadece sakar bir eşekti ve ben şahsen bununla oynamakta herhangi bir heyecan duyamıyordum. Oradan ayrılmak ve yön değiştirmek için, “Hadin Dövüş Köprüsü veya Şifo’ya yüzmeye gidelim!” diye bir fikir salladım ortaya. Dövüş Köprüsü’nün altından akan büyük çayda veya Şifo Kanalının çağlayan sularında yüzmek – o yaşlarda bizler için çok tehlikeli de olsa – severek yaptığımız ve keyif alarak oynadığımız yerlerdi. Tazyikli ve coşkun suların akıntısında adeta yer çekiminden koparcasına sürüklenmek çok heyecan verici olur, adrenalimiz en üst seviyeye çıkardı. Buralarda kayalara tutunmuş avuç büyüklüğünde yengeçler, ayaklarınıza dokunan su kaplumbağaları, hamsi boyunu geçmez çay balıkları görürdünüz. Hatta kıyıda köşede, yosunlar ve diğer otlar arasında süzülen yılanlar keşfettiğimiz dahi olurdu. Diğer taraftan bu yerlere gittiğimizi ailelerimiz duyduğunda ceza olarak dayak yemek de vardı. Ama asıl heyecanlı olan taraf zaten oralara gitmenin bu yönüydü. Dayak yeme pahasına da olsa yasak olan bir şeyler yapıp bunun heyecanını yaşamak.
   Boyca en küçüğümüz olan Hasan, “He, gidelim,” diye bana arka çıktı. “Hadin!”
   “Durun hele, len!” diyen Dursun etrafta bir şeyler aramaya başladı. Bu eşekten kolay kolay ayrılmaya niyeti olmadığı her halinden belliydi. Sonra iki metreye yakın bir ağaç dalı bularak otlanmakta olan eşeği rahatsız etmeye başladı. Hem heh-hee diyerek sırıtıp gülüyor, hem de ha bire elinde ki çubuk ile eşeğin kafa ve omuz kısımlarını dürtükleyerek kendince bir oyun sergiliyordu.
   “Yapma oğlum, ya! Bırak şu eşeği de yüzmeye gidelim!” diye diretmeye çalışıyorum..
   “Heh-hee… Çüşş, deh, dehh…” diye devam ediyor Dursun.
   “Hiç eşek mi görmedim, olum?” diye Hasan bana arka çıkmaya çalışıyor ama nafile.
   “Korkuyonuz mu, lan?” diyor Dursun bu kez. Bu sözleri ile beni ve Hasan’ı en hassas yerimizden vurarak galeyana getirmeye çalışıyor. Ne var ki onun bu oyununa gelmiyoruz çünkü bu eşeğe takılıp kalmanın hiçbir coşkulu yanı yoktu.. Diğer taraftan köy yerinde hiç eşek görmemiş ve bunun üzerine binmemiş de değildik. Ama Dursun’un niyeti tamamen farklıydı.
   Onun ne yapmak istediğini bir kürek sapı bulununca iyice anlamıştım. Nereden bulduysa ve oraya kim koydu ise bu uzun ve kalınca sap sanki gökten önümüze düşer gibi birden bulunuvermişti ve Dursun elinde bu sap ile eşeğin arkasına geçti.
   “Heh-hee, heh-hii…”
   “Sapık bu mına goduğum çocuğu,” diyen Hasan gerçi şakasına küfür ediyor ama Dursun’un ne yapmak istediğine de meraklanmıyor değildi. “Anadan doğma sapık bu valla – hahhaa ha haayt –.“

Mevzu cinsellik olunca büyükler büyüdüğünde çocukluk yılları konusunda kendilerini hep salaklığa ve masumluğa vururlar. Bununla birlikte yeni nesillerin de aynen öyle – kendileri gibi - olmaları gerektiğini beklerler. Böylelikle on, hatta on iki yaşına varmış çocukların bile bu konular hakkında hiçbir şey bilmediklerini düşünür ve savunurlar. Halbuki biz, o yaşlarda değil cinselliği, bir bebeğin nasıl yapıldığı ve nasıl dünyaya geldiğini Haydar Dümen gibi kişilerin derin bilgilerine ihtiyaç duymadan da bilirdik. Genelde iki, en fazla üç odalı olan ve yerine göre yarım düzüne ve fazlası insanların bir arada yaşadığı köy evlerinde uzun süreli gizlilik ve sırlar olmazdı. Annem ile babamı ilk kez yatakta intim görüşüm dört, beş yaşlarıma rastlar. O anda konuyu tam çözememiş olsam da, ikincisinde dayım ile yengemi üst üste gördüğümde çoban kavalının nasıl üfürüldüğünü anlamıştım. Ve inanın yaşım henüz altı değildi.

Elinde kürek sapı ile Dursun’ un ne yapmak istediğini gayet anlamıştım. Bu sapı eşeğin kuyruğu altında ki yarık yere dürtmek veya bunun ucunu oraya sokmak gibi bir niyeti vardı. Ama onu bu fikrinden caydırabileceğim umudunu henüz yitirmemiştim çünkü bizlere hiç bir zararı olmayan bu eşeğe acıyordum. Kendinizi bu eşeğin yerine bir koyarsanız bu durumun onun açısından ne kadar sakıncalı ve vahim olduğunu anlarsınız. Kendi halinde otlanan bir eşeği belki vücudunun en hassas yerinden rahatsız etmek ve acıtmak mantık dışıydı. “Hadin gidelim yau!” dedim sert bir ton ile.“Dursun, bırak artık şu saçmalığı!”
   Hasan ise bana destek vermeyi kesmiş, ha bire Dursun’ un yaptıklarına kah kah gülüyordu. Bu işin nereye varacağı anlaşılan onu da ilgilendirip meraklandırmıştı. İyice sıkıldığımdan bir daha bağırdım. “Hadin artık yahu! Sanki hiç eşek görmemiş gibisiniz.”
   “Heh-hee hii… önce şunu bunun mına bir gaktırayım da öle,” diyor Dursun. Sanki eşeğe uyguladığı eziyet her gün yapması gereken bir mesaiymiş gibi bizi ciddiye bile almıyor.

Canlıların neden karşı cinsin içine girmeden veya karşı cinsi içine almadan yapamadıklarını anlamış değilim. Burada yaşam taşları oturtulurken bazı hataların oluştuğu kesindir. Zira itiraf etmek gerekirse her an düşündüğümüz, arzuladığımız ve üzerine milyonlarca sayfa yazılar, şiirler, romanlar, türküler, ağıtlar yazıp uğrunda cinayetler dahi işlediğimiz cinsel ilişki (aşk), iki varlık arasında hiç te hijyen ve sağlıklı bir temas değildir. Karşı cinsi oral tatmin etme ve ötesine varan bedensel temas isteği insanlar için neden bu kadar bağımlı ve bağlayıcıdır bilemiyorum. Vücut sıvılarının akışını ve birbirine karışmasını sağlamayı arzulamak bazen insanları körleştirip canavarlaştırıyor. Seks, insan hayatında rol oynayan birçok sorunun çıbanbaşıdır. Daha iyi bir seks için daha fazla para. Daha fazla para için daha fazla hırs. Daha iyi ve daha güzel görünmek için yapılması gereken harcamalar, estetikler, gösteri, çalım vs. Kavga gürültü sadece seks için. Aile münakaşaları, kıskançlık kavgaları, boşanmalar, kürtajlar. Seks güdüleri yükselen nice insanlar bu uğurda kendi çocuklarına dahi kıymış hatta bunun için savaşarak bir toplumu kaos ve ölümlere sürüklemişlerdir. Her şey sadece aşk adı altında süslemeye ve saklamaya çalıştığımız beden ve et arzusunun tamahı için.

Cinsel arzudan doğan bu şehveti köreltmeye çalışmanın hep iki tarafın isteği ve rızası üzerine gelişmediğini de biliriz. Medya sayfalarında nice tecavüz olaylarını okur veya yakın çevremizde böyle bir olayın vukuu bulduğunu duyarız. Mamafih duyduğumuz bu tür tecavüz olayları duymadıklarımızın yanında solda sıfır kalır. Hemen her insan ömründe bir kez olsun başka birine - varlığa - rızası olmadan kesin tecavüz etmiştir (eşler arasında dahi sadece karşı tarafı üzmemek için kabul edilip rıza gösterilen bedensel ilişkiler sayısızdır). İşte Dursun da o an elinde kürek sapı ile eşeğe tecavüz etme gayretindeydi. Sanki elinde ki bu sap onun penisinin bir uzantısı idi.

Aslında sinirlenmiyordum. Ancak Dursun’ un yaptığının veya yapmak istediklerinin saçma ve gereksiz olduğunu düşünüyordum. O eşek varlık olarak bizim çok altımızda yaşayan bir hayvandı. Bizleri bizler gibi algılamayan dört ayaklı ve uzun kulaklarını bir radar gibi her yöne çevirip oynatan bir yaratık. Kızmış gibi, burnumdan solur gibi yapmak istedim. Bakın oğlum, şayet gelmiyorsanız ben gidiyorum. Ne haliniz varsa görün, diyecektim ki birden onun gözleriyle karşılaştım. Evet, sanki iki insan bakışması gibi bu eşek ile birden göz göze gelivermiştim. Gerçi ondan en uzak duran bendim ama o gri eşek bana doğru hatta tam bana bakıyordu. Onun kara gözlerini, uzun kirpiklerini fark ettim. Kömür gibi siyah göz bebekleri adeta cam gibi parlıyordu. Bu bakışlar bana zavallı ve yardıma muhtaç bir eşeğin bakışları gibi geldi. Bu bakışlar sanki bana yardım etsene der gibiydi. Ama nasıl da yanılmıştım. Meğersem meretin eşeği arkaya doğru nişan alıyormuş.

Önce ne olup bittiğini tam anlayamadım. İkinci bakışta eşeğin arka bacaklarının havalandığını, bir çifte atıldığını, Dursun’ un uçar gibi yerden iki, üç metre geri doğru tepilip fırladığını anca anlayıp kavradım. Her şey bir anda ve hızlı bir şekilde gelişmişti. Eşek resmen Dursun’u tekmelemiş, o sert dipçiğini tam isabet yüzüne geçirmişti.
Beni bağışlayın ama ilk anda arkadaşımın bunu hak ettiğini düşünerek içimden sevinmemiş değildim. Hatta seslice oh olsun sana diyesim bile geldi. Anca onun yerde kah kıvranıp, kah debelendiğini fark edince bunu söylemekten vazgeçtim. Dursun, iki enlinin avucunu sol yanağının üzerine basmış, ağlama ile bağırma arası bir histeri geçiriyordu. Sonra nasıl olduysa: “Gözüm, gözüm, gözüm,” demeye başladı. “Ahhhh, ıhhh… ölüyom anam ölüyom. Ahhh, ıhhhnn… başım kırıldı başııım. Ölüyom anaamm…”
   Bu şoku ilk Hasan atlatıp davrandı. Ağlama ile inleme arasında gidip gelen Dursun’ un yanına varıp onun ellerini yüzünden çekmek, yaranın ne kadar büyük olduğunu görmek istiyordu.
   “Ölüyooomm anam ölüyoomm… ahhh, ıhhh… gözüm çıktı, gözüüm…”
   “Çek şu elini de bir bakayım, lan! Çek elini hele, çek…!”
   Acısından hala yerde kıvranan Dursun ellerini yanağından çekmiyordu. Sanki sol gözü yuvasından çıkmışta elini oradan çekerse bu göz yere düşüp küçük bir kuş yumurtası gibi toprağın üzerinde yuvarlanacaktı. Az sonra Dursun elini yanağından alacak ve bizler ilk defa oyuğundan fırlamış bir göz görecektik. Acaba bu gözün arkasından onun beynini görmek de mümkün olur muydu?

Bunun gibi korku senaryoları geçiyordu aklımdan. O sakar eşek tekmeyi tam Dursun’ un gözü üzerine oturtmuştu. Hani Muhammed Ali’nin rakiplerini mindere serdiği o sert sağ kroşesi gibi.
Sonra Dursun, Hasan’ın yardımı ile ayağa kalkmayı başardı ve artık salya sümük içinde hüngür, hüngür ağlıyordu. Onu ilk kez böyle – her şeyden soyutlanmışçasına - ağladığını görüyordum. Ona acıyıp acımama konusunda kararsızdım. Şayet gözü çıktı ise ve ömrünün geri kalan kısmını bir gözü kör olarak geçirecekse acıyabilirdim. Ama bu tepmenin sonucunu henüz bilmiyordum.
   “Elini çekte bir bakayım, lan!” diyordu Hasan durmadan. “Çek şu elini!”
   Dursun nihayet tüm cesaretini toplayarak ellerini yüzünden aldı. Her yanı adeta titrerken avuçlarında tuttuğu veya yanağından aşağı sarkan göze benzer bir şey aradım. Allahtan böyle bir sahne ile karşılaşmadık. Anca Dursun’ un göz kısmı ve yanağı üzerinde Muhammed Ali’nin kroşesini kesinlikle aratmayacak okkalı bir darbe vardı.

Eşek tarafından nasıl tepildiğini o gün ilk ve son kez görüyordum. Dursun’ un gözünü tekrar kullanması ve yüzündeki nal benzeri morartının iyileşip geçmesi neredeyse üç-dört hafta sürdü. Ve o günden sonra arkadaşım Dursun’ un bir daha bir eşek ile uğraştığını ne gördüm, ne de duydum. Bir musibet bin nasihatten iyidir derler.

Bu anı üzerinden neredeyse kırk yıl geçmiş olsa da insanın çevresinde gelişen bazı olaylar ve bunların izlenimleri tazeliğini hiç yitirmiyor. Şimdilerde ne Dövüş Köprüsünün altından harul, hurul akan o güzelim doğa harikası ve canlılardan bir eser kaldı, ne de Aksu Çayını oluşturup Büyük Menderese kadar uzanan Şifo Kanalının gümbür gümbür çağlayan berrak suyundan. Birinin etrafını sanayi kuruluşları ve hızlı oto yolları sararak mahvetti, diğersinin o güzelim suyu lağım suyunun rengine dönüştü. Zamanın durmadığını, her an biraz daha büyüyüp yaşlandığımızı, çevrenin ve insanların değiştiğini, hayatımızın ellerimiz arasından kayıp gitmekte olduğunu biliyor ve bunu çaresizce kabulleniyoruz. Sonunda bütün didinmelerin boş olduğunu anlıyoruz günün birinde. O gün gelip insana kavuştuğu an insanın benliğinde anılardan başka hiçbir şeyin kalmayacağını düşünüyorum. Anılar, insanların kendisinden alınıp değiştirilemeyen ve son nefesine dek yanında ve onunla kalan tek yaşam gerçeği olması gerek. İnsan, hatırlayabildiği anıları kadar büyük ve zengindir.

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Karanlık ve Aydınlık
Gönderen: Hulki Can Duru / , Türkiye
11 Mart 2011
Sn Özler,Zoofili islam coğrafyasında çok yaygın bir alışkanlıktır. Neredeyse töreseldir !Olağan hatta gerekli görülür. Karanlık ile aydınlığın savaşı sonsuza kadar sürecektir. Ortalık zifiri karanlık olsa da, er veya geç güneş doğacaktır. Karanlık ne kadar koyu ise, doğacak olan güneş de o kadar parlak olacaktır. Yılmadan, durmadan “yazmaya” ve mücadeleye devam etmek gerekir. Beynimizin son damlasına kadar ! Esenlik.

:: Güzeldi
Gönderen: Ömer Faruk Hüsmüllü / , Türkiye
1 Mayıs 2010
Ellerinize sağlık,ama son zamanlarda yazılmış yazınızın olmadığını görünce şaşırdım.Yoksa ben mi yanlış gördüm?Bence yazmaya devam etmelisiniz...Ellerinize sağlık.Teşekkürler.Saygılarımla. Yazardan yanıt: Haklısınız, son zamanlarda kriz ile debelenmekten yazmaya zaman ayıramadım. Ben de teşekkür ederim.

:: Zoofili
Gönderen: Murat Demir / , Türkiye
8 Ağustos 2009
Yıllar önceydi Nokta Dergisinde Eşşo Gelin adıyla kapak yapılmıştı. Konuşulmayan bir realiteyi anlattığınız için teşekkürler. Yazardan yanıt: Ben de teşekkür ederim, hocam.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın yaşam kümesinde bulunan diğer yazıları...
İçimde ki Çelişki
Arkadaşım Seri Katil

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Zifaf [Şiir]
Pancar [Şiir]
Kitap Akrepçiği [Şiir]
Tat [Şiir]
Yüreğe Sormak [Şiir]
Benzetiş [Şiir]
Her Soluk [Şiir]
Oyun [Şiir]
Ne Yaptın? [Şiir]
Günün Hasreti [Şiir]


Mehmet Ali Özler kimdir?

47 yaşındayım. 20 senedir edebiyat yazmaya gayret gösteriyorum. Hiç te kolay değilmiş. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Bir zamanlar etkilendiğim yazarlar vardı. Yıllar içersinde çoğunu unuttum. Okuduğum her yeni bir kitapta etkilendiğim yazarların ve sanatkarların sayısı azalıyor.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mehmet Ali Özler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.