"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
Bu türlerini tıp dili psikopat olarak adlandırır. Ancak Heinrich Pommerenke’yi tanıdıktan sonra bu adamın neresi ve ne kadarı psikopattır veya canidir diye düşünüp çözmeniz gerekir. Öldürdüğü veya öldürmeye teşebbüs ettiği kadınların sayısı 20 ila 30 arası tahmin edilen bu adamın caniliği beyninin veya hasta ruhunun neresinde yattığını sayısız psikiyatri deneme ve tedavileri dahi çözememiştir. Pommerenke, Hollywood filmlerinden tanıdığımız ve her an birilerine saldırıp parçalamaya hazır bekleyen Doktor Hannibal Lector ve benzeri tiplemelerden hiç değildir. Neredeyse göbeğine kadar inen kırlaşmış ve sarımsı sakalları ve hep ıslakmış gibi bakan cüssesine göre küçük gözleri ile insana daha ziyade bir manastırda yaşayan eski devir papazlarını anımsatır. Kullandığı sözcükleri sanki geviş getirircesine ağzında geveleyerek ve sakin sakin konuşan bu adamın geçmişini bilmemiş olsanız bırakın onun bir seri katil olmasını, bir tavuk dahi kesemeyeceğini düşünürsünüz. Dışarının güvencesi açısından kırk kusur senedir duvarlar ardında muhafaza edilen bu adamın olayını burada doğru düzgün kimseler bilmez. Heinrich Pommerke' nin neredeyse bir yarım asır öncesi işlemiş olduğu canilikleri bu duvarlar arasında dahi inanılması zor bir fantastik gibi kalır. Diğer taraftan bunu cezaevi yönetiminden bilenler varsa dahi, sanki bir tabu imiş gibi bu adamın hesabına yazılmış o vahşetleri kimseler anımsayıp dile getirmek istemez. Ancak burada ki hiyerarşi düzenin üst kademelerinde iseniz ve yaşını almış yöneticiler ile aranız iyi ise bir nevi gizli tutulan bu tür olayların yanıtlarına parça parça ulaşır, edindiğiniz bu bilgileri bir yapboz oyunu gibi sonradan bir araya getirip ortaya çıkan resmi görmeye çalışırsınız. “Savaştan sonra kalkınma dönemimize denk gelen bu adamın cinayetleri ülkede tüylerini ürpertmeyen kadın bırakmamıştı,” diyor yaşlı gardiyanlardan biri. “Kadınlarımız, bu adamdan korktukları kadar savaştan dahi korkup etkilenmemişlerdi. Ve inanın o savaşta çok gaddarlıklar işlendi.” “Neredeyse altı sene sürdü bu kadın cellât’ını yakalamak,” diye anlatıyor bir başka yönetici. “Bu adamın yakalanmasını hızlandırmak için o dönemin Cinayet Masası Ekipleri FBI’dan bile destek aldılar. Çünkü Pommerenke’nin cinayetleri işleyiş türü daha önceden hiçbir seri katilde görünmemiş karmaşık bir şema üzerinden yapılıyordu. Buna şemasız ve plansız bir cinayet işleme türü desek daha uygun olur. Zira bu adamın hiçbir cinayeti bir diğer cinayetine benzemiyordu. Benzerlik olan tek yanı, umulmadık bir soğukkanlılıkla öldürdüğü kadınların cinsel organlarından ferç dudaklarının – sanki bir sünnet gibi – kesilmesiydi ve polisin elinde ki tek tutanak ve ipucu buydu.” “Pommerenke’nin kaç kadın öldürdüğü üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ netleşmiş değildir,” diye anlatıyor bir başka yetkili. “Savaş dönemi sonrasında işlenen nice dehşetler sistem yetersizliği sonucu örtbas edilmiş veya personel yetersizliğinden takip edilememiştir. Ancak otopsi masalarının bulunduğu bazı il merkezlerindeki ölüm vakaları şöyle göz ucuyla kıyısından, kenarından gözaltına alınıp inceleniyordu. Zaman çok farklı ve her şey için yetersizdi.” Cezaevi psikologun ağzından kaçırdıkları: “Ailenin bütün erkek fertleri savaşa alınıp ve hiç biri geri dönmeyince Pommerenke altı kadın arasında tek başına büyütülen bir oğlan çocuğu olarak kalır. O günün şartlarına göre (yokluktan) bu oğlana ergenlik çağına kadar kadın elbiseleri giydirilir. Annesinin, ablaları ve teyzelerinin arasında tek erkek olarak yaşayıp büyüyen bu insana bilmediğimiz ters davranışlarda bulunulmuş mudur bilinmez. Ama bu kişinin öldürme güdüsünün ve kadınlara karşı duyduğu nefretin o dönemlerde beslenmeye başladığı tahmin edilir.” “Çok basit hatta naifçe tasarlanmış cinayet kurguları ile öldürürdü Pommerenke,” diye başka bir yetkilinin anlatımından öğreniyorum. “Aklınızda şöyle bir cinayet tasarlayın: Otobüse veya trene binip yaşadığınız şehirden uzaklaşıyorsunuz. Hiç tanınıp bilmediğiniz başka bir vilayet veya bir belde de iniyorsunuz. Sonra insanların yoğun kaynaştığı şehir merkezlerin herhangi bir sokağında gelişigüzel gezinip bir apartman kapısının açık olup olmadığını kontrol edip öğreniyorsunuz. Hemen her evin zemin katından bodrumuna inen bir antresi vardır. Pommerenke için böyle bir yerde merdiven altı boşluğu dahi yetiyordu çünkü o elini çok hızlı tutan bir caniydi. Diğer seri katiller gibi kurbanı ile oynayan veya bazı akıl almaz seremoniler düzenleyen bir kişiliğe sahip değildi. Kısa keserdi o manyak hep. Direkmen hedefe yönelik. Bu kısaca keşiften sonra da çıkın siz en yakın sokağa ve içinizden şöyle deyin: Karşıdan yalnız başına gelen sekizinci veya onuncu kadın benim kurbanım olacak. Neden beşinci veya on beşinci kadın belli değil. Yaşlı, genç hiç fark etmez. Ve yalnız başına yürüyen bu sekizinci kadına yanaşırdı. Sanki yolda sevgilisine, annesine veya bir akrabasına rastlayıp ta sarılırmış gibi bu kadını arka ensesinden bir kolu ile kavrayıp boynunu oracıkta kırıverirdi. Sonra sarmaş dolaş yürüyorlarmışçasına bu kadını kararlaştırdığı o binaya kadar yarı sürür, yarı taşır götürürdü. Ve tüm bunları diğer insanların günlük hayatlarına koşturduğu, devamlı birilerinin gelip geçtiği bir ortamda yapardı. Bundan sonra kurbanları zaten hep aynı yazgı beklerdi. Hemen kadının etek veya pantolonunu aşağı sıyırmak, ardından cinsel organların ferç dudaklarını kesip tecavüz etmek.” Bu duvarlar arasında cinayetlere ve bunun değişik türlerine öylesine alışıyorsunuz ki, zaman içerisinde bunun hiçbir şekli sizi tınlayıp heyecanlandırmıyor. O an yanımda bulunan ve karşılaştığımızda kısaca merhabalaştığımız bu kişi de aynı şekilde beni etkilemiyordu. Üstüne üstlük o gün kütüphanede misafirim sayılırdı. “Nescafe yapıyorum, sen de ister misin, Heinrich!” diye soruyorum nezaketen. Nescafe, Almanya hapishanelerin sudan önce gelen temel içeceğidir ve büyük taslarda alınır. Genelde içmez. Kütüphane ile aynı katta bulunan kilise bölümüne geçerken (Heinrich buranın temizliği ile görevlidir) bir uğradım misali fazla da kalmaz yanımızda ama bugün bir tas kahve alabileceğini söylüyor. Nazik ama hep yaptığı gibi mesafeli duran bir tavır ile boş duran iki sandalyeden birine oturuyor. Kırk kusur senedir hemen aynı cezaevinde kaldığı halde tek bir arkadaşı yoktur bu adamın. Arkadaşlığın, dostluğun veya fedakârlık duyguların bu şahıs için bir şeyler ifade ettiğini hiç sanmıyorum. Ellerini yüz kilonun üzerinde çeken cüsseli göbeğinin üzerine koyup öylece bekliyor. Suskun. “Gazete de çıkan demecini okudum,” diyorum kahvesini ikram ederken. Bazı çaylak veya işi gücü olmayıp da sansasyon mahiyetine cezaevi üzerine makaleler yazmak isteyen gazeteciler çoktur bu ülkede. Tabii Pomerenke de adı ve sanıyla iyi bir yemdir. Ama o yine de her önüne gelen gazeteci ile masaya oturmaz. Vereceği demeç kendi açısından bir önem taşımalı. “Hı-hı, ben de okudum diyor,” o tok sesiyle. “Nasıl, abartma var mı?” “I-ıh,” diye kaşlarını çekiyor yukarı doğru. “Ama sorular yine abuk, sabuktu. Bu gazetecilerin hepsinin bir cezaevi şeması var kafalarında. Benim açıklamalarım buna uymadığında bocalıyor ve inanmıyorlar, anlıyor musun?” Fazla konuşmuyoruz her zamanki gibi. Bir an önce kahvesini içip bitirmesini ve yanımdan, kütüphaneden hatta bana kalsa bu dünyadan uzaklaşmasını bekliyorum. Gerçi bu bekleyişimin veya onun hakkında neler düşünebileceklerimin o da farkında ama bir şeyin farkına varmak ile bunu algılamak veya umursamak çok ayrı şeylerdir. Sadece bu mu? Pommerenke’nin şu dünya üzerinde hiç ama hiçbir şeyin umurunda olmadığını ellerimin on parmağı ve tırnaklarım gibi bilirim. Ne insanlar, ne de güneşin bir gün doğup doğmaması tınlar bu adamı. Bundandır ki kendi hakkında söylenenlere veya yazılanlara ne kulak asar, ne de diğerleri gibi bunları bir takıntı haline getirir. Varmış yokmuş, ölmüş kalmış… kesinlikle sarsmaz onu. Ama kendine yönelik olunca kişiliği çok bencildir. Ona bir zarar gelmektense yeryüzünde yalnız başına asırlar boyu yaşamayı yeğler o. Aramızda ki suskunluğu biraz olsun dağıtmak için Heinrich’in kendisine neden bir televizyon almadığını soruyorum? Özel bir yasa ile 1991 senesinden sonra ceza evlerinde mahkûmların bir televizyon alabilmeleri yasalaştığı halde onun hücresinde böyle bir aletin bulunduğu dikkatimi çekmemişti. Aklını çok karıştıran bir soru yöneltmişim gibi bir müddet bir şey demiyor. Sonra, “Ne yapayım televizyonu?” diye geri soruyor. “Akşamları hücrende canın daha az sıkılırdı.” “Benim canım sıkılmıyor ki.” “Güzel kanallar var ama. Belgeseller falan…” “Ben yakına bakıp da uzağı değil, uzağa bakıp da yakını görmek isterim, Mehmet,” diyor sakin bir edayla ve hiçbir şey dememiş gibi tekrar susuyor. Okunan ve edebiyatın bol olduğu Almanya cezaevlerinde bol keseden moral taslayanlar ve kendi çapında filozof olanlar çoktur. Kırk yıl ceza yatmanın verdiği birikimler de bu adamın kişiliğini adeta metamorfoz düzeyde değiştirmişti. Heinrich, bu sözleri belki bir yerlerden okumuş, belki duymuş, belki de gerçekten böyle düşünüyordu. Kahvesini su niyetine büyük yudumlarla içen bu adamda ki diğer ruhsal ve kişilik değişimleri kestiremiyordum. Bir zamanlar herhangi bir istasyondan trene binen ve fırsatını bulduğunda kompartımanında yalnız başına seyahat eden bir bayanı canlı canlı vagonun penceresinden dışarı atan, sonra bunun yanına geri dönerek - ölü, canlı fark etmez - sapıklığını tatmin eden bu adam hakkında ne düşünebilirdim? Diğer günlerde olduğu gibi bugün hemen gideceği tutmuyor Heinrich’in. İş arkadaşım Günther A.’ da prostat tedavisi için çıktığı revirden henüz dönmemişti. Günther ile hiç anlaşamadıklarından olacak ki onun yokluğunu fırsat bilerekten bugün biraz fazla oturduğunu düşünüyorum. Lakin bu adam ile paylaşabilecek bir şey bulamazdınız ama sessiz sessiz oturmakta olmuyor. Zira kimseler konuşmadığında cansız flüoresan lambaların aydınlattığı bu kütüphanede apayrı ve derin bir sükûnet hâkim oluyor. Eski kitapların nemliliği ve küfünü koklayabileceğiniz dinginlik karışımı bir sükûnet. Bu suskunluğu bozmak ve biraz da geyik olsun diye Heinrich’e bir şeyler sorayım diyorum. Ancak sadece Heinrich’e değil, çok fazla samimi değilseniz burada hiçbir mahkûma kendi olayı ve işlediği suçlar üzerine şahsi sorular yöneltemezdiniz. Diğer taraftan bu adamın yirmi dört saatinin nasıl geçtiğini de bilmiyor değildim. Sabahtan başlayan ve her günü bir diğer gününe benzeyen tekdüze bir yaşam akşama kadar çalışıp oyalanmadan sonra bir saat bahçe gezisi ile tamamlanır. Ardından duş falan derken akşam saat 17.00’ de hücreler üzerinize kilitlenirdi. Tekrar sabah olana dek. “Akşamları hücrende neler ile oyalanıyorsun, hı? Zamanın nasıl geçiyor?” “Bol bol otuz bir çekip yatıyorum,” diyor havadan sudan konuşur gibi. “Bu boktan hapishanede ne yapılabilir ki?” Beş sene değil, on sene değil. Bu adam için bir gün dışarıya çıkmak diye bir umut olmadığı gibi kuşkusuz hiçbir hedefi de yoktu. Zaten bazı arkadaşlar bu adamın şimdiye dek nasıl olurda bezip intihar etmediğini sorardı. Sanki bu cezaevinin bir demirbaşıydı Heinrich. Pencerelerde ki prangalar gibi, duvarların üzerinde paslanmış tel örgüler gibi veya hücrelerin çelik kapıları gibi. Diğer taraftan yetmiş yaşın üzerinde olmasına rağmen otuz bir çekmesi de beni hiç şaşırtmıyordu. Yaradılışı gereği bu adam akıl almaz - ama kendisinin farkında olmadığı - bünyesel bir güce sahipti. “Yeni kitaplar geldi diyorum,” masa üzerinde etiketlenmeyi bekleyen kitap yığınını işaret ederekten. “Bir bak istersen! Belki okumak istediğin bir şeyler bulursun.” Tek bir kitap ile Eski Tevrat ile İncili kastettiğini biliyorum. Heinrich’in yeni kitapları anlayamayışı ise gayet doğaldır. Savaş döneminden kalma bir sosyal hayattan koparılıp kırk kusur senedir duvarlar ardında tutulan bir insan romanlarda geçecek olan ne bir 350 SEL Mercedes arabayı bilir, ne türkiş döneri ve kebabı, ne McDonald’ı, ne de Paris sokaklarında geçecek olan hararetli ve romantik bir aşk sahnesini. Heinrich için yazılacak ve onun nezdinde bestseller olacak bir kitap bu duvarlar arasında geçmesi gerekir. İnanıyorum böyle bir kitabın en iyi eleştirmeni her hali kârda bu adam olurdu. Bir müddet susuyoruz tekrar. O burada oturduğu sürece işime bakamayacağıma göre kıyısından kenarından birkaç bilgi almak iyi olacaktır diye düşünüyorum. Ama çetin bir cevizdir o. Sorular şahsiyetine kaçtığında bunu hemen anlayacak ve duymazdan gelerek susup surat asacaktır. Ben yine de ağzından bir şeyler kapabilir miyim diye zarf atmaya çalışıyorum. Meraksız görünen bir eda ile soruyorum öğrenmek istediklerimi. Hani can sıkıntısından konuşuyormuşuz gibi: “Heinrich, dış duvarlarda ki nöbet kulelerinin altında yattığını söylemiştin sen bir ara?” Hı-hı diye kafa sallıyor ilgiyle. “Bunu özel güvenliğe sordum ben," diye yalan atıyorum. "Ağır ceza niyetine o kulelerin küçük gözünde şimdiye dek kimselerin yatırılmadığını savunuyorlar.” “Yalancılar hepsi,” diyor gözlerini patlataraktan ve o an bu çakır ve buz gibi donuk gözlerin etrafını bir beyaz lekenin sardığını fark ediyorum ilk kez. Göz bebelerin etrafını dolanan adeta bir beyaz çember sanki. "Hepsi yalan söylüyor Mehmet, anlıyor musun?" diye ekliyor sonra. "Tam üç sene kaldım ben orada. Çıplak toprağın üzerinde ölmemi beklediler hep ama bu iyiliği onlara yapıp ölmedim ben.” “Hı… kışın nasıl ısıtılıyordu orası?” “Ne ısıtılması?" derken bir şeye çok şaşırmış gibi bakıyor yüzüme. "Beni tutukladıkları günkü üzerimde ki elbiselerim ile - parmaklarıyla gösteriyor – tam üç sene yattım ben o kulelerin dibinde. Üzerimde bir gömlek ve pantolon ile, anlıyor musun?” “Küçük değil mi o kulelerin içi, hı?” Eliyle havada bir daire çizerekten, “Şöyle, insan boyu kadar falan,” diyor. Bunları söylerken o ağır cüssesini hiç yerinden kımıldatmıyor. Kocaman elleri ve sosisler kadar kalın ama tıknaz parmaklarından başka bir yeri oynamıyor. Bu beceriksiz parmakları ile mi becermişti o işi diye düşünüyorum. Bir kadının cinsel organlarından ferç dudaklarını tutup kesmek hiç de basit bir iş olmasa gerek diye aklımdan geçiyor. Hele hele incelikten ve zarafetten yoksun bu el ve kötürümsü parmaklar ile asla. Peki o küçük et parçalarını ne ile kesiyordu bu sapık ve bunlarla ne yapıyordu. Heinrich yakayı ele verdiğinde evinde ferç dudaklarından oluşan bir koleksiyon'a falan rastlanmamıştı. Diğer taraftan Heinrich'in insan eti yiyen bir kanibal olduğunu sanmıyor ve duymamıştım. Peki ne yapıyordu o zaman bu et parçaları ile? Bunları beraberinde götürmenin gayesi neydi? Fazla suskun kalmam şüphe uyandırır düşüncesiyle sormama devam ediyorum: Artık suallerime daha tez yanıt vermeye başlamışken ikilememem gerekiyordu. "Desene sen oraya zar, zor sığıyordun?“ "Ayaklarını anca uzatabilirsin, anlıyor musun?" diye açıklıyor. Her iki cümlenin sonunda anlıyor musun sözcüğünü kullanmayı seviyor. "Ama ben soğuk kış aylarında ayaklarımı hiç uzatmaz, ısınmak için bir kedi gibi kıvranarak ve büzülerekten yatardım. Soğuk toprak üzerinde uzanmaktan ve oturmaktan kollarımın, sırtımın ve götümün derileri pul pul olup soyulurlardı hep, anlıyor musun? Her tarafım yara, bere içinde kalmıştı. Bir seneye varmadan da vitaminsizlikten ağzımda ki dişler sallanıp dökülmeye başladılar. Hepsini tek tek kendim çekerek söktüm yerlerinden.” Gaza getirmiştim onu. Bunu en fazlada baş başa olduğumuza borçluydum. Yoksa Heinrich’in bu şekilde anlatmasına kesinlikle rastlayamazdınız. Işık dahi almayan o kulelerden birinde uzun süre yatmış olduğunu duymuştum. Bu cezaevi tarihinde ağırlaştırılmış ceza niyetine o gözlem kulelerin altında yatan tek mahkûm ve insan şimdiye dek o olmuştu. Ne kadar ağır bir suç işlemiş olursanız olun – isterseniz Kızılordu Terör Örgütünün mensubu olup o ülkenin bir bakanını kafasından vurarak infaz edin – isterseniz cezaevi sistemine karşı gelip en yüksek suçu işleyin. Yine de o kulelerin altında değil, bodrum katlarında bulunan hücrelerde cezalandırılırdınız. Bir yumuşak yatağı ve günışığı olan hücreler ve üç öğün yemeğiniz gelirdi. Diğer taraftan bu adamın kendi dişlerini sökecek kadar cesareti ve acıya karşı vurdum duymazlığı olduğuna şüphesiz inanırdım. Bırakın dişlerini sökmeyi, Heinrich'in, karnına saplanmış bir silâh kurşununu dahi o kötürümsü parmaklarını vücudunun içine sokup buluncaya kadar organlarını karıştıracağına kanaat getirirdim. “Bir döşek falan vermediler mi sana?” diye kendimi saflığa vurup inadına üzerine gidiyordum. “Döşek mi…?” diyor ve kıs kıs gülüyor. “Sana tuhaf gelir ama ayaklarım donmasın diye soğuk günlerde külotumu çıkarıp bunu parmak uçlarıma sarardım, anlıyor musun? Pislikten yağ gibi olmuş delik deşik bir külot. Tanrıya şükür ki insan kendi pis kokusundan fazla rahatsız olmuyor. Yoksa üzerimden yükselen leş kokunun gazından boğulmam gerekirdi. Tahmin edemezsin bunu, Mehmet. O kir ve pislik insanın vücuduna sanki avuç avuç krem sürünmüşsün gibi siniyor ve aynı derecede yağlanıyorsun. Bütün gün kaşınmamak ve derimi yırtmamak için kendime zor hakim olur, her ihtimale karşın tırnaklarımı yiyerek onları kısa tutmaya çalışırdım, anlıyor musun? Bitlenmeyeyim diye de koltuk atlarımı ve hayalarımı bir çoğunda tükürüğüm ve sidiğim ile az az ovunarak temizlenmeye çalışırdım. Sidiğin bitlere karşı iyi geldiğini o zamanlar keşfettim.” Sitem ve nefret duyulan bir eda ile anlatmıyordu Heinrich bütün bunları ve anlattıklarından da hiç utanmıyordu. Artık beni buradan ve bu çileden kurtarın diyen bir yakarma ile ise asla. Duyduğumuz bir haber veya bir olay üzerine muhabbet ediyormuşuz gibi sakin ve yavaş yavaş konuşuyordu. Sanki sarf ettiği sözcüklerin konuştukça bir gün sonu gelecekmiş gibi bunları adeta tasarruf ettiğini düşünürdünüz. Diğer taraftan kırk sene içersinde birçok yara ve acılar unutulurdu elbet ve öyle görünüyordu ki Heinrich’in o dönemlerde aldığı yaraların kabukları çoktan iyileşip dökülmüş hatta yeni derileri bağlamıştı. “Banyo yapma imkânı sağlamıyorlar mıydı sana? Hem tuvalet sorununu nasıl çözüyordun ki? Demek ki arada bir de olsa dışarıya çıkartılıyordun. Çünkü bildiğim kadarı ile kulelerin içinde ne bir tuvalet ne de akar su var.” “Kulenin kapısı günde bir kez benim için özel kurulan bir tim tarafından açılırdı, anlıyor musun? Benim yaşadığımı gördüklerinde ise ilk mırıldandıkları da bu gebermemiş mi hâlâ olurdu. Önüme bir parça küflenmiş ekmek ve insafları tutarsa kokuşmuş bir parça peynir veya domuz yağı falan atarlardı. Sanki köpeğin önüne atarmışsın gibi.” Bu kadar basit öldüren bir insanda hayatta kalma mücadelesi ve direncin bu denli güçlü olmasına şaşmamak elde değildi. Onca yıl ve çileden sonra bu adamı hayata bağlayan şey neydi diye düşünmek ise ayrı bir soru ve bilmeceydi. Dışarıdan ne bir geleni, ne de bir soranı vardı Heinrich’in. Peki ne için ve kimler için yaşıyordu bu insan. Bütün bu çileleri çekmeye katlanışı hangi hayal ve hangi düşler içindi? Akşamları hücresinde kendi ile baş başa kalan bu adamın – şayet varsa – ne gibi düşleri olabilirdi? Bütün bunlar benim için yanıtsız kalacak sorulardı. Konuştuklarımıza alâkasız ve meraksız kalmayı göstermek amacıyla her yanımda duran kitaplardan birini elime alıp bunda özel bir bölüm arıyormuşum gibi sayfalarını karıştırıyorum. Onun daha fazla anlatması için devamlı ufak sorular yöneltmem gerekiyordu. Gözlerine bakmamaya özen göstererek birkaç soru daha yöneltiyorum: “Hiç çıkmaz mıydın oradan? Havalandırma falan yok muydu senin için?” “Üç ay da mı, dört ay da mı bir – insan orada zamanı, gece ve gündüzü unutuyor – beni özel tim alırdı ve ite kakalaya iki dakikalığına soğuk suyun aktığı bir yere götürürlerdi. Bazen dışarıda bir su hortumu ile yıkanırdım, anlıyor musun? Sabun falan vermezlerdi. Suya girerken yırtık, pırtık elbiselerimi dikkatlice çıkarır, bir dakika dahi sürmeyen bir nevi ıslanmadan sonra aynı itina ile bunları tekrar ıslak ıslak giyinirdim. Bu seanslarda önüne gelen gardiyanların bana tekme, tokat veya yumruk atmaları veya aşağılayıcı küfürler savurmaları umurumda olmazdı, anlıyor musun? Tek derdim üzerimde ki elbiselerin daha fazla darbe alıp yırtılmamasıydı çünkü yenilerini asla vermeyeceklerini öğrenmiştim. Üzerimde ki elbiseler artık giyilmeyecek hale geldiğinde bir yer faresi gibi çırılçıplak kalacaktım.” Kısa bir an susuyor. Elimde ki kitap ile ne yaptığıma bakarmış gibi yapıyor. Yeni doğmuş bir bebeğe yastık olabilecek kadar geniş ama gür olmayan sakallarını bıyığından aşağı doğru sıvazlıyor. Bir kez yapıyor bunu. Sonra aklına gelmiş gibi devam ediyor. “Tuvalet demiştin?” diye soruyor. Evet dercesine baş salladığımı görünce, “Sen hücrelerin tuvaletsiz ve lavabosuz olduğu zamana denk gelmedin, değil mi?” diye sorup bunun yanıtını beklemeden devam ediyor. “1972’ lere kadar şimdiki gibi hücrelerde ne tuvalet, ne de akar su vardı, anlıyor musun? Her hücrede kovaya benzer bir şey olurdu. İşini bunun içine yapardın. Ertesi sabah mahkûmlardan oluşan bir kadro hücre hücre dolaşır, bu pisliği büyük bir kazanın içine boşaltıp götürürlerdi. Dezenfekte için ise senin işini gördüğün kovanın içine bir kaşık sönmemiş kireç atıp kapıyı üzerine kilitlerlerdi. Hücrenin her yanını yanık bir bok kokusu ve kireç dumanı sarardı. Sanki üzeri kapatılmamış bir lağım kanalı gibi, anlıyor musun? Kule altında bana verdikleri ve hep yanı başımda duran bu kovayı kasıtlı olarak bazen iki, üç hafta boşaltmazlardı. Muhtemelen bok kokusundan acaba zehirlenip ölür müyüm hesabını yapıyorlardı.” Gülüyor tekrar kıs, kıs. Al al, kan dolmuş elmacık kemikleri çekiliyor bunu yaparken. Şu an bizlerin ceza evinde çok iyi bir zaman geçirdiğimizi ilave ediyor sonra. “Şimdiki mahkûmlar ceza mı çekiyor sanıyorsun?” diye sorup devam ediyor. “Vakitlerini bekliyorlar hepsi. Sürelerinin bitip gidecekleri günü, anlıyor musun?” Altı yüz’e yakın mahkûmun bulunduğu ve ortalama ceza yatma süresi on dört sene olan bu cezaevinde birkaç mahkûmlar hariç herkes bir gün hürriyetine kavuşacaktı. Belki bazıları buraya tekrar geri dönecekti. Lakin hiç kimse bu adamın yaşayıp çekmiş olduğu çileleri uzaktan-yakından tahmin edip anlayamayacaktı. Yine de Heinrich'e tüm bu yaşadıklarından dolayı acıyıp acımama konusunda hep kararsız kalacaktım. Kendisini son gördüğümde 43. senesini tamamlayan Heinrich Pomerenke sanki bu zamana, hatta bu yüzyıla ait bir insan değil gibiydi. Ne işlediği örneksiz cinayetler ile, ne çektiği sıra dışı bir ceza ile, ne de eski zamana ait Ortodoks papazların görünümü ve davranışları ile. Adalet mi diyorsunuz? Şu an ki adalet sistemi bu kişinin eninde sonunda cezaevinde ölmesini bekliyor. Öleceği güne kadar bu insanı bugünkü cezaevi koşullarında besleyip tolere etmek, sonrada adı bilinmeyen bir mezar taşı olarak bir yerlere defnetmek. Ek: 1960 senesinde toplam 65 ayrı suçtan 6 defa ömür boyu ve 165 sene cezaya mahkum edilmiş olunan Heinrich Pommerenke’nin şimdilerde vefat etmiş olacağını tahmin ediyorum. Kendisinde kanser gibi ağır hastalıklar olduğu halde cezaevinde – tedavi hariç - ameliyat gibi girişimleri hep reddederdi. Gerekçesi ise, onu ameliyat masasından bilerek kaldırmayacaklarına inanmasıydı. Heinrich, “Benim iyiliğimi isteyerek tedavimi üstlenecek bir doktorun olduğunu sanmıyorum ben,” derdi hep.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Ali Özler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |