Aşk eski bir masaldır ama her zaman yepyenidir. -Heine |
|
||||||||||
|
Gerçeği onun suratında gördüm, o bir şeyden anlamayan ama ‘Ben her ortamda yaşadım, ben her şeyi gördüm, ben büyüdüm, ben acı çektim, ben para da kazandım, aşık da oldum, ben olgunum oysa sen hala bir ergensin’ diyen dudaklarının kıvrımlarını, aralıklı dişleri ve kalın çerçeve gözlüklerini. Onu tanımak ne de kolay, farklı olsun diye taktığı o püsküllü kolye, bir anlamı olduğunu ileri sürdüğü ama sadece 5 liraya aldığı için sevdiği ve ‘Manevi değeri var’ diyerek üzerinden düşürmediği gri t-shirtü, sonu –ism’li felsefi konuşmaları ve hepsi ucuz kitaplardan öğrendiği yarım yamalak bilgileri… Elinde sürekli farklı kalın kitapların olması ‘Okurum’ imgelemesi, izlediği filmlerin ‘Sanat’ filmleri olduğunu vurgulayışı gişe filmlerine para veremeyecek olması, fast-food gıdayı kapitalist oyunlar olarak adlandırması ‘Burger King’ e gitmemesi ‘Starbuck’s’ta kahve içmemesi, müziğin anlamını açıklaması ‘Minimalizm ile ilgileniyorum şu sıra, Stockhausen konserini en önden izledim’ tarzında laf kalabalıkları ve ‘Benim ilginç dostlarım var!’ dan dan başlayıp sürüp giden kahkahalı iç münakaşaları, ‘ Herkes benim yerimde olmak ister’ ‘Çok şıkım’ ‘Ben en farklınızım’ ‘Beni tanımıyorsan, önemli biri değilsin demektir’ iç konuşmaları, tiyatral tavırları kendi içinde dördüncü duvar yaratması ve asla yıkmaması sahteliğini su damlacıklar gibi tane tane hissettirip göl oluşturması… O buradan uzak, yakın kimselerden uzak, uzak kesimlere yakın, yakınlarımdan ücra ve kayıp. Yanımızda değil, benim yanımda olmadı, olamaz. Onu herkes tanır ama o hala kişiliğinin karmaşıklığından dolayı kimsenin kendisini anlayamadığını söyler. O uzaktır. Kimse önemsemez artık, bir esprisi kalmamıştır. Gelecektir geçecektir. Büyük bir adam olacağına inandırmaya çalışır çevresindekileri ‘ Çok farklısın’ lafını duyarsa ‘Asıl siz aynısınız’ der mütevazı mütevazı. Neyse neden bu arabada bilmiyorum, umursamıyorum da, zaten o gökyüzüne bakıp ‘Minimalist desenlere bulanmış tereyağlı şarkılar’ dinliyor bir bal kavanozu umarak. Bu araba nereye gidiyor, ne önemi var ki? Saatler geçecek ve özgür denizler bulacak beni, sarılacağım körfezlere ve kumsala karışacağım. Eğlenecek kimse yok gibi, telefonuma hiç mesaj gelmemiş, acaba ben mi atsam sağa sola birkaç tane? Keşke yanıma alsaydım karikatür dergimi, bilemezdim ki herkesin bu kadar sıkıcı olacağını, bilemezdim sessiz sakin köy yumurtası kokan bir sürücü olduğunu. Bilemezdim ota boka ‘ehe ehe ehe’ gülen saçma espriler yapan, eğlenceli olduğunu sanan, saçları keçiboynuzu yapılmış, aslında feci üzgün olduğu gülerken sıçrattığı tükürüklerden belli olan gırtlaklanması gereken, 10 yaşında çokbilmiş hazırcevap bir kız çocuğu edasıyla salınan bir arka koltuk insanı olacağını. Ve bilemezdim modern zamanın klasikleşmiş asyatik Avrupalı ya da Avrupai Asyalı olmadı sosyetik sıradan dünyalının diğer arka koltuk insanı olacağını. Neden kimse normal olmaya çalışmıyor biraz, herkesin terlik giydiğini bilmek, su içmelerini görmek, tuvalet kâğıdına ihtiyaç duyduklarından emin olmak yetmiyor mu göz boyamanın gereksiz olduğunu anlatmak için. Kimse kendi gibi yaşamıyor artık, kimse benim gibi değil artık. Ben jean mağazalarından ‘Markalı’ ama ‘Gösterişsiz’ şeyler giyen, espri yapan, acıkan, sıçan, sevişmek için adres kollayan, gülen, zırt pırt ağlamayı kendine yakıştırmayan, suratına bakınca oyunu hangi partiye verdiğini anlayabildiğin, rock müzik dinleyen onu da aslında yalnızken önemsemeyen, okuluna giden, bölümüne aşık olmayan ama sınavlarına çalışan herhangi biriyim… Herkes benim gibi, ama ben açık sözlüyüm. Ben çok iyi biriyim… Şimdi neredeyiz bilmiyorum, sadece çorak toprakların arasından geçip gidiyoruz, deniz hiç çıkmayacak sanki. Ne kadar kaldığını sormak istiyorum arabayı süren mütevazi matematik öğrencisine, ama ona bir şey sorarsam ‘100 km var, ben bizim memlekete giderken 100 km varken daha, heyecanlanır, kokusunu duyarım evimin, pek güzeldir şırıl şırıl akan derenin sesini dinleyip uyumak, otlu gözleme gelir sıcak sıcak, bir de tavşan kanı çay, dışarıda tavukları kovalayan kardeşlerimin kahkahaları, annemin ‘Oğlum nasıl oralar? Güzeldir tabi’ diye soruşu… Ah ne özledim’ diye bodoslama girmesinden korkuyorum. Keşke annesi ‘Leş gibi kokuyorsun, pis herif çoraplarını çıkar yıka ayaklarını, nasıl karı-kıza yedirmiyorsun demi arsanın paralarını’ dese ya da onun özlediği şey bu olsa… Bu Anadolu motifli sürücü bile nasıl şartlamış kendini ‘Ben sizden farklıyım, temiz bir ailem, yanakları al al eli erkek eline değmemiş kız kardeşlerim, Cuma namazlarım, tahin-pekmezim var…’ diyerek ‘annem hiç sevişmedi’ tarzı bakış açısıyla ne kadar da farklı. Acaba o oyunu kime verdi, arkadaki iki salakta boş oy kullanmışlardır ya da gitmemişlerdir sandıklarına… Bir anda irkildim, böyle kokuyu asla temizlenmeyen umumi tuvaletlerde bile duymadım… Kimden çıktı bu koku? Kim osurdu diye bağırsam mı acaba? Herkes ne kadar da tepkisiz, niye hiç biri bir şey söylemiyor, yoksa ben mi yaptım, yediğim nohuttan mı oldu? Ama fark etmedim bile? Kesin ben yaptım, beni utandırmamak için susuyorlar… Çaktırmayım bari. Keşke bir deodorant alsaydım yanıma… Hayır, ben yapmış olamam, koku benden gelmiyor ki! Normal biri mütevazı sürücüden beklerdi bu kokuyu ama adım gibi eminim arkadaki asilzade yaptı, şimdi de utancından gözlerini kapıyor minimalismin dalgalarında yüzüyormuş gibi yaparak… Koku kesin ondan çıktı, camı açtım ama koku hala gezegende, galiba birinin tıpası kaçtı!!! İKİNCİ Ne gerçek yüzler bunlar? Ne fısıl fısıl kulak kemirgenleri? Öndeki tam bir yeni gençlik timsali, sol kulağında bakır küpesi olan ama sanki küpeyi hiç fark etmiyormuş gibi ‘Ben küpeli doğdum’ der gibi davranan, soluk ama ‘Markalı’ t-shirtler giyen, gerçek bir spor mağazasından alınmış gerçek spor ayakkabıları olan, bol bol gülen, kızlara şaka yapan ama sadece güzellerine dokunan, kirli sakallı, kamuoyunda ‘tatlı çocuk’ sıfatı alabilecek modern ama erkeksiliğinden hiçbir şey kaybetmemiş imajını kanıtlayan pazılı kollarıyla sevişken, kalabalıklar içinde mutlu olan ve kesin hayatının bir döneminde gitar çalmış olan yağız bir delikanlı… Yanımdaki dünyanın hiç bir yerinde kendi ırkından birini bulamamış hayatın diğer yönü, sanki dişlerini macun yerine sabunla yıkıyor. Bunu ondan duysam ne kadar da normal gelirdi bana! Belki de misvakı vardır… Ve herhangi bir sürücü… Her genç içmeyi sever, durduk yere içinde ‘sarhoş, içki, kusmuk’ geçen bir cümle kursam hepsinin söyleyecek bir cümlesi, komik bir anıyı hatırlamanın verdiği ‘Anına sahip çık!’ baskılı tebessümleri olurdu. Hepsi gülerdi, burunlarından bira köpüğü çıkana kadar gülerlerdi ‘Fondip’ diye bağırırlardı… Hepimiz nasılda aynıyız şu arabanın içinde, bu kadar farklı gözükürken. Herkesin dişleri var ve herkesin dişleri dökülür, bazıları dişlerini yaptırır bolluktan bazılarınınki sararır sigaradan. Sarı dişin suçlusu neden Tanrı? Tanrı’yı desteklediğimden değil, o bana hiç ‘sponsor’ olmadı, suçladığım şey insanlık. Bu farklılık ayakları… Farklı taksiye binmek mi farklı olan, bazılarının şehrin sağ bazılarının sol yönünde oturması mı? Benim saçlarımın keçiboynuzu şeklinde ama babamın saçlarının olmaması mı? Islık çalabilmek mi farklı olan, banyodan sonra el yıkamak mı, tırnaklarını kül tablasına kesmek mi, tost makinesine ihtiyaç duyup duymamak mı? Şimdi hepsinin düşündüğü şey bile aynı mesela, hepsi ‘arabada birbirinden farklı dört genç, başlarına ne geleceğini bilmiyorlar’ tarzında korku-gerilim film senaryoları üretiyorlardır, hepsi erkek ve hepsi benimle sevişme yolları arıyorlardır, belki öndeki sürücü dikiz aynasını amacına yönelik kullanıyordur. Belki ağzımdaki sakızın kokusuna kapılmışlardır ve tropikal ormanlarda mor ve kırmızı renkli meyvelerden yapılmış bir kolye takıp tam-tam dansı yapmayı hayal ediyorlardır hatta yol boyu tezgâh açmış ‘meyve satan’ esnaftan muz almayı amaçlıyorlardır. Çantamdan Woody Allen çıkarıyorum ve gülerek okuyorum yanımda duran ‘kültür böceği’ elimdeki kitaba ‘Aa kıza bak Woody Allen okuyor, kesin hiçbir şey anlamıyordur’ diyen gözlerle ama ‘Aa çok güzel kitap’ diye tasdiklercesine konuşarak meramını boşaltıyor. Öndeki ‘Bay karizma’ göz ucuyla kitap hışırtılarının kaynağı olan bana bakıyor ve homurdanıyor, burnu neredeyse dünyadaki tüm gazları yapıtaşına ayıran bir süzgeçmiş gibi kalkıp iniyor ve doğrulup esniyor, dünyaya gözlerini yummak için yumuyor, uyumuyor belli ki rüyaları tercih ediyor belki de sahilde sırtıma yağ sürmeyi hayal ediyor, benim elimde Woody Allen kitabı… O kitabı yere fırlatıyor ve kumlarda yuvarlıyor beni… Belki de ölmeyi düşünüyor, arabanın takla atmasını, kırık kemikleri, ambulans seslerini, 65 saniye süren bir haberde yer almayı, gazetede kibrit kutusu kadar yer tutmayı… Bende bırakıyorum kitabımı, kültür tarantulası ‘Bak anlamadı, sıkıldı’ diyor içinden, kendisi yol boyu hiç kitap okumamasına rağmen… Ona sorsan o tüm kitapları okumuş, bana sorarsan sadece kitap özetlerini okumuş internetten fikir sahibi olmak için, hem ucuz hem kolay ‘çok ergonomik’ Dışarıyı izliyorum, bonbon şekerrenklerinde arabaların geçişini, aileleri, genç erkekleri, anneleriyle yola çıkmış genç erkekleri, sevgilileriyle gelmiş genç erkekleri, metresleriyle gelmiş genç-orta-yaşlı erkekleri ve karısıyla kavga eden memur sınıf erkeğini. Bulutları bir kedi ve kaleme benzetiyorum, kendime bir fal uyduruyorum ‘ kedi gibi bir erkekle tanışacaksın ve evlilik cüzdanına yan yana adınız yazılacak’… Totem yapıyorum sonra da, yanımızdan 1 dakika içinde yeşil renkli bir araba geçerse ‘öleceğim’ diyorum ve bekliyorum, yanımda saat de yok, bir araba görüyorum, asker arabası ‘ yeşil’ diyorum ‘Belki de şehit olacağım’ Tam o anda bir şey beni uyandırıyor beni bu hayallerden. Bir koku, çürük yumurtaya benzeyen bir osuruk kokusu… Sanki burnumdan bir tabur düşman askeri girmiş ve beynime ulaşana kadar geçtikleri köyleri yakıp yıkıyor analarımıza bacılarımıza sarkıntılık ediyor ırzlarına geçiyorlar. Biri tuvaletini donuna yapmış olmalı, belki öndeki taşralı marul tenli çocuk yapmıştır, belki yanımdaki entel yapmıştır ‘Ben kalender meşrebim’ diye şarkı söyleyecektir, ya da öndeki uyuyan güzel rüyasında tuvalette genç bir kızı hayal ediyor ve inandırıcı olması için efekt veriyordur… 4 boyutlu rüya… İğrensem, midem bulansa bile rahatsız olmuş gibi durmuyorum ‘herkes osurabilir’ bu doğaldır, doğal olmayan sentetik deodorantlardır ‘Markalı’ parfümlerdir, teri örten osuruğa karşı savaşan oda spreyleridir sonuçta… ÜÇÜNCÜ Dağlar var, şehrin griliği yerini yeşile bırakmış… Klişe laflar, bundan bana ne! Sırf şehirli değilim, aksanım farklı, annemin başında ucu tığlanmış yemeni, ellerinde yaşlılık benleri var, gözlerinde kıvır kıvır kirpikler yok diye ben illa köylü müyüm? Ben şehir hayatından nefret eden ‘biz safız, biz temiziz, bizim sütlerimiz doğal, sizinkiler pastörize’ diye düşünmek zorunda mıyım? Ben köklerine bağlı, tarzsız, fikirsiz, düz ideolojilere inanabilen, ders kitaplarından başka kitap okumamış onları da zorla okumuş, kösele ayakkabı giymek zorunda olan, gömlekten başka bir şey giyince palyaço gibi görünen, lağım kokan ‘keçi boku gözlü’ çocuk, insanların ‘yurdum insanı’ diyerek sevimli bulacakları biri olmak zorunda mıyım? Doğduğum yer, bu ‘memleket’ ırkçılığı, annemin dili kullanış biçimi, gittiğim ilkokul bu kadar mı önemli? Yediğim kuzukulakları burada ‘otantik’ bir sebze iken ben neden ‘ilkel’ bir canlıyım sadece? İçki içmem, sigara içmem, param azdır, eğlenmeyi bilmem, bir hayvan gücünde cinsel ihtiyaçlarım olduğuna inanılır ve önemsenmem. Otobüslerde kadınlar yanımda oturmak istemez ‘tacizci’ olarak doğmuşumdur, ‘Köylüler bir bacak, bir kol görse sulanırlar’ Baştan yenilmişim ve baştan bezmişim! Ne köye ait olabiliyorum ne şehir beni kabul ediyor! Köylüler ‘O artık şehirli!’ diyorlar, şehirliler ‘O köylü…’ İşte sadece bu kadar, kişiliği, ruhu, istekleri ve zevkleri belirtmek için bu iki kelime yeterli ‘Köylü-ilriheŞ’ Ama ben şehre aşığım! Gece sadece yıldızları görebildiğim köyde hep bir ışık bekledim ya da bir ufo görmeyi. Şehirde yıldızları görmeme gerek kalmıyor, çünkü hayatın dünya üzerinde güzel olduğu bir yerde nefes alabiliyorum. Sadece Tanrı’nın değil insanoğlunun yaptığı şeylerin de güzelliğini fark ediyorum. Ve mutlu oluyorum, ben neden çaresizim Tanrı’nın yarattığı topraktan ev yapıp içinde yaşayacak kadar? Ne güneşiyim hayatımın ne de ayı… Yıldızlar bile olamıyorum, ne yazık. Ne kıvrımsız beynim? Herkes biliyor bu giysilerin altında ne olabileceğini? Herkes çantamda ne olduğunu tahmin edebilir! Herkes sadece kendisini tanıyıp herkes hakkında bilgi sahibiymiş gibi yapıyor. ‘Bu filmde herkes kendi yaşamından bir iz yakalayacak’ cümlesini kuran kişinin kaç benliği var herkes olabilmeyi başarmak için merak ediyorum. Ben kendimim, belki çantamda bir bomba var ve kalabalık bir caddede patlatacağım, bunu kimse tahmin etmiyor. Belki oyuncak ayı var çantamda! Belki ben caz dinliyorum, türkü değil, belki söyleşilere katılıp yazarlardan imza alıyorum. Belki Bremen mızıkacılarından biriyim, pamuk prensesin cücelerinden biri değil… Herkes benim herkesten farklı koktuğumu düşünür, çoraplarım daha pistir, slip don giyiyorumdur ve dikişleri sararmıştır. Ben herkesten daha farklı osururum sanırlar, daha çok sıçtığımı düşünürler? Kendinize bir güneş yaratın ve benden farklılaşın gerçekten, küçük haplar icat edin ve osurmayın sıçmayın. Ayrılın benden. Ayrılın bizlerden! Yanımda oturan çocuk ‘Sıkıldım’ lafını sürekli tekrarlayan, küçüklüğünde ailesine şimdi eşine dostuna sıkıntı kaynağı olan, annesine ‘çocuk durmuyor’ lafını binlerce kez söyletip düğünlerden, deneklerden erkenden çıkmasına sebep olmuş, hayatı boyunca hep kredi kullanmış maddi ve manevi… Arkadaki kız ise yüzlerce kez aşık olmuş ve doğru insanı hala bulamamış, kendisi hep doğruymuş gibi! Sanki ağlamak isteyince ağlayabilen, siyah oje sürüp güçlü hisseden ‘pop’ kültürünün ‘popüler’ prensesi ve en sevdiği renk ‘pembe’… Arkadaki diğer canlı ise, aslında en acınacak halde olanımız, en basitimiz ve en korkağımız, hayatı saklambaç oynayarak geçmiş, başı ağrıdığında geçmesini değil ‘Benim başım ağrıyor, kafamda binlerce tilki var’ demeyi isteyen bir çaresiz. Ama yine de hepsi benden daha özel, daha farklı, daha çağdaşlar! Kendi aralarında konuşacak bir konu bulabilirler, şehir hakkında mesela… Arabayı sürüyorum, kimse konuşmuyor benimle. Belli benim yanımda böyleler, bir kafeteryada bir masaya oturacak olsam neşeli kalabalık hoşsohbet gençlik bir anda susar. Gitmemi isterler, ya da kendileri giderler. Benim sohbetlerine katılmamdansa susarlar daha iyi! Sussunlar ve uyusunlar, hepimiz aynı rüyayı görebiliriz, hepimiz bu yolda bir kazayla aynı anda aynı şekilde ölebiliriz, hepimiz ölebiliriz. Bir koku! Galiba dışarıdan geliyor, fabrikalar var ve atıklar kötü kokar! Belki Şeker küspesidir belki de biri osurmuştur. Herkes osuranın ben olduğumu düşünüyordur, en osurabilir benim! Bekli de ben osurdum, hepimiz aynı kokuyu almıyor muyuz? Hepimiz osurmuyor muyuz? Belki herkes osurmuştur, bir koku- kişilik karışımı olmuştur, bir sentez. Ve gökyüzüne yayılıp kuşların ölümüne sebep oluyordu, belki ozon deliği büyüyordur ve ağlıyordur dünya… DÖRDÜNCÜ Rüyalarımdan kim uyandırdı beni? Kim alıkoydu beni kendi gezegenimden? Burun kıvrılan hayallerden, pollyannavari bile olmayan fikirlerden, asla gerçekleşmeyecek fantastik ütopik dünyalardan beslenen ben bu arabanın içinde ne kadarda aynıyım herkesle! Toplumda herkesin bir yeri vardır, eski zaman padişahlarının tonlarca uşağı olduğu gibi Tanrı’nın da uşakları var; bizler… Bazıları onu güldürmek için, bazıları onun haşmetini yeryüzünde göstermek için bazılarımız ona ilham vermek için bazılarımız gaz vermek yüreklendirmek için… Ama hepimiz sadece onu mutlu etmeye çalışıyoruz amansızca, aynı yolun farklı kulvarlarında gezip aynı otobüs sırasında karşılaşıp EGO kartlarımızı basacağız kırmızı cehennem otobüslerimize… Bunu düşündükçe sefilleşiyorum, ilkelleşiyorum, sıradanlaşıyorum, bu farklı olma çabaları en moda şey şimdi… Herkeste orijinallik aşkı var, kimler gerçek kimler sahte belli değil… Ben farklıyım! Galiba herkes benim gibi düşünüyor, diğerlerinin aynı olduğunu ama ben gerçekten farklıyım… Galiba diğerleri bunu da diyor, ama ben sıra dışıyım. Bunu nasıl gösterebilirim diye yırtınıyorum her seferinde, her seferinde ağır konulardan dem vurup en tercih edilmeyen marka sigarayı içiyorum, değişik bir kolye yapıyorum ve boynuma takıyorum sonra bir başkası görüyor ve yaratıcı olduğunu düşünerek yeni bir kolye yapıyor benimkinin aynısı olan ve kolye sıradanlaşıyor ben yeni bir şey bulmak zorunda kalıyorum. İşte sürek avı, işte hayatta kalma sanatı, işte fular bağlama şekli, işte çetin savaş… Asla yenilmiyorum, çünkü asla bitmeyen yeteneğim var, en farklıyım. Dünyayı yalnızca ben böyle görüyor olmalıyım, renklerim daha çok benim, sesler daha net benim için.Kimse benim gibi hayaller kuruyor olamaz. Beynimden dizeler geçiyor benim, aynı arabayı paylaştığım bu insanlar ise türkü çığırıyorlardır ya da hayvani cinselliğin planlarını yapıp kendi doruklarına ulaşıyorlardır. Neden sokakta benim gibi birini göremiyorum diye düşünüyorum, kimse benim gibi olamıyor mu? Madem Tanrı bana kimseye veremediği bir güç verdi neden ben diğerlerinin uğraştığı şeyleri yapmak zorundayım hayatta kalmak için? Para kazanmak, sınavlara girmek, annemin memesinden süt emmek, yemek yemek, sıçmak, aynı tuvalet kâğıdı rulosunun farklı parçalarını kullanmak zorundayım? Neden sabah ereksiyonu oluyorum iğrenç bir şekilde? Neden yoruyor bunlar beni? Neden uyuyor neden diğerlerini inceliyorum… Ve evet neden onlara özeniyorum, neden keşke bende normal olsaydım diye zırlıyorum, çok mu zor farklı olmak, kendimden beklediğim her şey tabakta bırakılmış yemek artığı gibi karşıma çıkıyor neden? Somut örneklerim nerede? Benden önce yapılmamış ne yaptım, madem aynıyım bu kadar, madem dişlerim sararıyor yıkamayınca, benim telefonumda aynı tonda çalıyor, benimde telefonum var, benimde mesaj çeken parmaklarım, benimde televizyon izleyen gözlerim, paylaşılınca anlaşılabilecek düşüncelerim var beni farklı kılan ne o zaman? Beni farklı olduğuma inandıran ne? Giydiklerim mi? Bende don giyiyorum ne farkım var? Benimde kafam yukarda ve popom aşağıda bana da babam ‘oğlum’ diyor bir başkası da… Benimde babam var annem, beni doğuran annemin kadınlığı babamın iğrenç güçleri var, beni dölleyen bir yumurta var, o zaman ne bu havalar? Ne bu uçuşan şalın saçakları? Bir başkasının yazdığı romanı beğenmiyor muyum? Bir başkasının izlediği filmi bende izlemiyor muyum? Güneşi görünce mutlu olmuyor muyum? Denize girmiyor muyum? Osurmuyor muyum? Ölmeyecek miyim? Öldürmeyecekler mi? Küçülmeyecek miyim? Ne biçim dünya? Bir araba aynı insan, bir dünya aynı insan, bir dünya borçlu, bir dünya bankacı, bir dünya keresteci, bir dünya korist, bir dünya memur, bir dünya paraşütçü var, bir dünya orospu var… Hepimiz, her şeyiz… Ama şu kız, okumasın Woody Allen’ı, o hak etmiyor ki! İndirsinler beni, kanatlarım çıksın ve uçayım kendi ülkeme, Tanrı’m yetmez mi bu kadar sınama? Ben farklıyım farklıyım farklıyım farklıyım işte!!! Kendi noktalama işaretlerim var… Bu koku da ne? Aynı benim osuruğum gibi kokuyor! Kim benim gibi osurabiliyor, kimin ki benim ki kadar güzel kokabiliyor? Herkesin mi aynı kokuyor yoksa? O kadar basitiz öyle mi? O kadar aynıyım bu insanlarla…O kadar benler o kadar onlarım bende, o kadar şahaneler onlar, onlar kadar ilkelim bende… Hepimiz osururuz, herkes osurur, her osuruk kokar, hepimiz aynıyız! İyi insanlar mı içinde kötü şeyler tutamaz yoksa iyi insandan kötü şey mi çıkmaz? Hepsi… A
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alper Turan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |