"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Periyotlar içinde mutlu olabileceğimi düşünüyor olmaları ne garip, hala aynı çömlekte yatsa da ruhum 12 parçaya ayrılmış ok 12 den vurmuş beni, kalbimin en kanlı yerinden… Ve uyumuyorum, saatler hiç uyumaz… Siz uyursunuz, uyanırsınız ve gidersiniz, gelirsiniz, sevinirsiniz, sevilirsiniz, okşanırsınız ama saatler hep çalışır, basit mekanizmalı büyük ruhumun her parçasında anlatacak bir şey olmasam da, siz uyursunuz 360 derecenin yarısında ama ben görürüm neler olduğunu… Bugün bir saatim… Baştan çürüğe ayrılmıştım aslında, cafcaflı kalabalıkların arasında yere atılmıştım diğerleriyle birlikte. Bir Pazar günü, büyük bir outlet alışveriş merkezindeydim, cumartesi gecesi mağaza görevlileri, ev ve dekorasyon eşyaları kolilerinden kırık, bozuk ve işe yaramaz olarak çıkan her şeyi duvarın dibine attılar, bazı aynalar vardı kırık, bazı çiçekler vardı sadece yaprak gibi kalmış, bazı şarap şişelerinin kapakları kapanmıyordu bazı çerçevelerin arkaları kayıptı… Bir de ben vardım, çalışmayan bozuk bir antika saat, üstelik camı da kırılmış, akreple yelkovan ulaşmayacağınız barikatlara girince kendini Tanrı sansa da insanlar bu çürüğe ayrılmış ürünlere sadece güldüler… Deşmek istemediler yığını, her biri; -‘Nasıl olsa işe yarayan her şey kapılmıştır’ diyordu. Ama yanılıyorlardı, kimse ellemiyordu ki, kimsenin umurunda değildi. Burası sezonda alışveriş yapıp sezon sonunda aynı kıyafeti görse yüzüne bakmayacak sadece etikete değil, alışveriş fişinde yazan rakamlara göre mutlu olan ve cüzdandaki kalabalık faturaya yansıdığında üstelik yanında bir de şişkin büyük poşetler verildiğinde sırıtan insanlara göreydi ve saygı görebilmek için en kötü yere gelmiştim… Hâlbuki bir camım olsaydı ve yelkovanımla akrebim hala tıkır işleseydi kalbim sağlıklı olsaydı hala ve kirişlerim paslanmasaydı, Romen rakamlarıyla gösterilmiş o baş döndürücü antikalığım, göze çarpan ihtişamım, kraliyetten ya da Virginia Woolf’un odasından kopmuş gibi duran halim, göbeğimde yazan London yazısı tam XII ‘nin altındaki Rs işareti ve 49 REGENT STREET yazısıyla ne güzel paketlenmiştim… Ne kadar da şıktım… Ama insanlar bakmıyorlar bile suratınıza eğer kafanızın üzerinde ‘ %80 indirimli’ yazıyorsa, 60 dolar etse de benim benzerlerim ben şeker parasına satılabilirdim… Ah, hayat bu kadar mı sert başkalarının hatalarını çekmek bizlere mi düşüyor, içimizdeki ruhu keşfedemeden kendi içlerinde ruh olduğuna inanan insan denilen varlıklar yüzünden bazımız kötürüm kalıyor bazımız kör ve onlar hala duygusal varlıklar olarak yaşıyorlar dünya üzerinde, bilmiyorlar sessiz yıkıcılığımızı… Dünya üzerinde insandan kaç kat daha çok saat var, hepsi kurulan ileri geri getirilen çaresiz varlıklar gibi gözükseler de hepimiz katil olabilecek kadar sessiziz ve kindarız… İnsanlar bizim üzerimizden de gösteriyorlar zenginliklerini, bazımız şansalıyız aslında, gerçekten saygı duyuluyoruz, bir malikânenin duvarında asilzadelerle göz göze gelerek yaşıyoruz bazımız ise genç ve hırslı aynı zamanda da zengin iş adamlarının kollarında statü ifade ediyoruz, tam göbeğimize bir imza atılıyor ya da bir marka yapıştırılıyor ve yılbaşlarında hediye olarak veriliyoruz, sonra kavradığımız bileklerin altından geçen kan nehirleriyle çağlayarak biz de kendi melodimizle yaşıyoruz… Bazılarımızsa çürüğe ayrılıyoruz… Hâlbuki Dali beni görse ne kadar da çok beğenirdi ama o şimdi saate ihtiyaç duymuyor… ÇÖPLÜK te her şey çöp konumundaymış ve pillerde çalışmıyormuş orada, hiç gitmedim ama öyle derdi zemberekli saatler, Tanrı korusun önümde uzun bir ömür var benim… Ne acı… Tanrım ne acı, kalpsiz yaşamak, susuz kalmış zavallı bir insan gibiyim çölde, belki biri beni eline alsa diye bekliyorum, ne kadar sakat ta olsam beğenilmek, diğerlerine ‘Beni seçti’ diyebilmek herkese can verir, insanlardan aldığımız o şeytan bir duygu bu ya olsun kibir diyorlar sözlüklerde buna… Her şeye isim veriyorlar insanlar, galiba hiç utanacakları bir şey yok… Oysa bizim için öyle mi, saatin durması bir saatin başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir, hele su alıp bozulması ya da akrep ve ya yelkovandan birinin kopması ve çolak kalmak! Bunların hepsi olabilecek şeyler ve hepimizin bir sonu var ama yine de ayıplanıyoruz, hiddetleri şiddete dönüşüyor çevredekilerin. Bir efsaneye göre eski bir köstekli saat bir anda yön değiştirmiş ve o gün onun sonu olmuş, işte bu saatler arasındaki en acıklı trajedi ve her birimizin dileği sonumuzun öyle olmaması, hepimiz uzun yılların hayalini kuruyoruz, ÇÖPLÜĞE gitmeyelim istiyoruz, müzelerde yaşayalım, ziyaretçilerimiz olsun diye hayal ediyoruz hepimiz tüm saat âleminin Tanrı’sına Big Ben e aşığız ve tik taklarımızı onun izinden atıyor ona ayak uydurmaya çalışıyoruz ‘Tanrı kimseye yönünü şaşırtmasın’ Ha Ha Ha Saat 8’e yaklaşırken biri aldı eline beni eğilip, kalbim bin parça olsa da hızlandı atışı sanki hoşça kal dedim bu çürük elma kasasına ve sahibin elinde kasaya götürüldüm, herkes bana ve sahibime alaycı gözlerle baktı ama sahibim umursamadı beni aldı ve evine götürdü, şimdi piyanonun üstünde duruyorum ve Big Ben’e şükranlarımı sunuyorum… Kırmızı kurdele, ey kanın asil rengi benim ki ne renk merak ediyorum bazen, keşke mor olsa… Gökkuşağında sınırlanmış renklerin insanları, gülünce renkten renge bürünen gözler… En korkutucu olan ne, mandallar bence, çok can acıtıcı, ruhunu temizlenmiş bir bakirenin ruhu gibi tutuyor yakandan, bakireleştirilmiş belki de… Annem salakmışım gibi bakıyor nasıl bu hale geldiğimi anlamıyor, suçu başkasına atmak her zaman kolay kimse sırtında kırmızı plastik bir topla yaşamak istemez bense o topu çoktan yuttum… Oda bana mı kalmış, kimse yok ortada, ne zamandır görmüyorum bilmiyorum belki hala kendime gelmedim ve hala DÜKKÂN dayım belki, belki hoparlörler hala çalışmıyor belki sayfalar hala zamklı ‘Babama söylemiştim oysa ayır sayfaları, çiviyle ayır demiştim’ yapmamış, hala kapalı, gözlerim kapalı olduğunda herkes beni unutuyor, uyuyor sanıyor ama ben duyuyorum, bugün biri bana bir saat getirdi, piyanonun yanına koydu, o an tanımıştım gözlerim kapalıydı ama görmüştüm; -‘Bu saati buldum evden ve getirdim sever diye düşündüm’ dedi, gözlerim kapalıydı ama hiç sevmedim… Saati getiren evden çıktığında annem arkasından söylendi ‘ El âlem çöpe atacağı ne varsa buraya getiriyor’ dedi ‘İyi ki…’ sonra bana eğilip baktı uyuyor uyum diye ama duyuyordum o söylemese de ve görüyordum o dokunmasa da… O saati hiç sevmedim, hep sekizi gösteriyor hep… Kusurlarımı örten her kumaş parçasını çıkardım ve öylece oturdum, delik deşikti bedenim, galiba duvardaki masklar sıyrık aldılar o yüzden mi bu kadar canlı gözüküyorlar anlayamadım, o yüzden bu kadar insanlar, ben de mi insanım… Duymak bile yeniden ürpertti beni, insan ben miyim? Saatler ne olacak o zaman? Ya mandallar, benim mandallarım niye gitmiyor artık, neden hala tutuyorlar beni, güneş yaktı, şeffaflaştırdı zaten, zaten rüzgâr sallamıyor artık beni, mandallar bırakınca kızgın ütülere yakalansam da dönüm dolaşıp tekrar o dönme dolaba atılacak olsam da en korkunçları mandallar… GÜBRE Güneş ışığı beni hiç sevmiyor, karalara bürünmüş bir rahibe gibi günahlarımı anlatıyor bana, korkuyorum ondan ve ayağımın altındaki topraktan… Herkes bana bir parfümmüş gibi bakıyor, bir biblo gibi oturtturuyorlar bir köşeye, bir şarap şişesinin içindeyim şimdi, şişenin kâğıdı temizlenmiş ama içinde hala bir üzüm kokusu… Kokmuyorum bile… Bugün plastik bir çiçeğim yalnızca. Plastik bir sopa üzerine tutturulmuş, 5–6 yeşil yaprak ve tepede pembe bir çiçekten oluşan o sahte narinliğimle rüzgârda sallıyorum yapraklarımı. O kadar belli ki gerçek olmadığım, o kadar belli ki kokmadığım, keşke şarap şişesinin içinde biraz su olsaydı ve yapraklarıma da çiçek esanslı bir parfüm dökselerdi belki daha kolay kandırılırdı insanlar ama yok, o kadife ciltlere dokunmuş, o baş döndürücü kokularla dalgalanmış herkes benim ne olduğumu hemen anlıyor ve ben sahte asilliği temsil ediyorum sanki dondurulmuş güzellik olmayı tercih etsem de… Aslında benimde güzel yanlarım var, su istemiyorum, toprak vitamin istemiyorum, böcek getirmiyorum, yaprak dökmüyorum sonunda ölüp gitmiyorum ben hep varıp eğer hep isterseniz beni… Biraz ilgi beklediğim bir tebessüm, aşağılanmaların çok uzağında bir sevgi sözcüğü. Oysa sanki insanlar hallerine şükretmek için koymuşlar beni bu şişenin içine güneşten uzak bu yere ‘ Biz yaşayabiliyoruz o ise sadece plastik’ demek için belki de Tanrı’yı hatırlamak için seviyorlar bizi… Güneş sevmiyor beni, su canımı yakıyor ve o saksı bitkileri, o fesleğenler, sardunyalar, vazo da gelen laleler, güller, lilumlar ve zambaklar hepsi yalnızca burun kıvırıyorlar bana, hepsi bir sümüğe bakar gibi bakıyorlar ama gözlerinde görüyorum yaşlanma korkusunu, görüyorum yanlış bakımla yok olma solma o parlaklığı yitirme korkusunu, buna aldırmıyor gibi görünseler de bu onların sonu, kurutulmuş çiçek olmaktan korkuyorlar yıllarca bir kitabın içinde, bir aşığın defterinde sayfaların arasında kalmaktan korkuyorlar, suyunu kokusunu süzüp posalarının atılmasından korkuyorlar, reçel olup yenmekten belki… Papatyalar seviyor-sevmiyor fallarına katlediliyor her gün ve ciyak ciyak bağırıyorlar ‘SEVİYOR İŞTE BU MU DUYMAK İSTEDİĞİN, SEVİYOOOR, LÜTFEN BIRAK BENİ’ ama kimse duymuyor onları, birkaç dakika sonra dalı başka yere gidiyor onlarca yaprağı rüzgârda külleri savrulan bir ceset gibi dağılıyor, falı bakan sinirli ‘PİS ÇİÇEK O BENİ SEVİYOR HÂLBUKİ’ Hiçbir gerçek çiçek olmasam da biliyorum ne halde olduklarını, en çok düğünlere gitmeyi seviyorlar, bu yüzden beyaz çiçekler her zaman şanslı, asil asil dolaşmak, gelinin elinde bir buket olarak gezinmek sonra havada uçup yeni sahibe konmayı çok seviyorlar… Bir güzellik yarışmasında kazanan gibi hissediyorlar ama en sonunda onlar da çöpe gidiyor… En çok korktukları şey ise cenazelere gitmek, burada da karanfiller tehlikede… Her biri kan ağlayanların arasında, gömülen ölüyle beraber toprağın altına giriyorlar toprağın üstünden beslenecek olsalar da. Bazen yakaya sıkıştırılıyorlar bazen çelenk oluyorlar ama onlar da ölülerin mırıltısı içinde yaprakları döke döke ölen kişiye bir kurban da kendileri oluyorlar… Onlar hep bir başkasına mahkûmlar ama ben değilim, ey kör insanlar ben ayaktayım işte susuz güneşsiz ayaktayım. Neden bu nefret bana hala, belki de bu yüzden herkes kendilerine ihtiyaç duyan kişileri sever, başına buyrukları değil. Keşke bende yaprak dökebilsem, haykırsam sinirimi özümden bir parça gibi koparıp fırlatabilsem… Ama kahretsin ki yapma bir çiçeğim, sahipsiz bir sokak çocuğu, minyatür bir asillik örneği, canice dalından koparılmamış bir çiçek, şaraptan bitmiş, böceksiz bir canlı kokusuz bir melek… Bugün güneş yine aynı yerden odaya girdi sonra çıktı, ben izledim, her kusursuz eşya yerlerinden kıpırdadı ve gerindiler, eski evler gibi. Her satırın altındaki umarsız düşüncedeki ince hayat, ben dışlanmıştım, yargılanmış, terkedilmiştim, her çiçeğin içindeki zehir bende daha fazlaydı… Her karahindiba gibi tüylerimi uçurtan yaramaz çocuklar gibi birileri doldu odaya kadınlar, çiçeğe benzedikleri söylenir ya bunlar fazla yağları olan tombul peygamber çiçekleri gibiydiler, ve umursamadılar beni, bakındılar, her şeyi gördüler ellediler, kahkahalar attılar ama kimse benim hakkımda bir şey söylemedi, hep bakındım hep söylendim içimden ama kimse ellemedi, sanki tıbbi bir atıktım. Konuştular durmadan, biri sürekli hıçkırıyordu biri hapşırıyordu ve diğeri de bir mendille gözlerini siliyordu, hıçkıran arada bir geğiriyordu da. PERDE lerden bahsettiler, çiçekler için gayet mühim bir konudur, tabii canlıları için… Güneşi dengelemek için tek çaredir perde… Boncuklu perdelerden, fon perdelerden, sigara dumanı olmuş perdelerden, kar beyaz olamayan tüllerden bahsettiler, anlayamadım… Hıçkıran, aksıran, hapşıran hepsi terk etti sonra odayı arkalarından ‘Güle güle’ dedim ama dönüp bakmadılar… Güle güle… Yelpazelerden sıcaklık arıyorum, burası çok soğuk, galiba ağustos ayındayız, öyle yazıyordu , takvimde, ama takvim nereden bilebilir ki, Tanrı’ya telefon açıp sormak geldi içimden, keşke aramızda o surlar olmasa dedim, ama numarayı bilmiyordum üstelik orada telefon çekiyor mu onu da bilmiyorum? Orası neresi? Takvimler yalancı ama en yalancısı SAAT ler, hala 8 i gösteriyor, olmaması gerekir, anneme bozuk bu dedim ‘Evet kızım ‘ dedi ama dalga geçer gibiydi, inanmadı yine… Halbuki bozuk, kaç gün geçti hala bozuk. Hala DÜKKAN ‘da olmayı dilerdim ama çoktan gerçeğe geri döndüm, belki de içeri giren kadınlar yüzündendir. Hoparlörler hala çalışmıyor, KİTAPLIK’a gitmeyi çok istedim ama kaçamadım, gözlerimi bile kapatamadım, kapattırmadılar oysa ki şimdi DÜKKAN’DA olmak istiyordum ama izin vermediler… Basküller yanlış tartıyor beni, bu kadar acı varken bedenimde bu kadar irin, nasıl hala bu kadar zayıfım… Annem birkaç kapsül yutturuyor bana hergün ben küçük bir şeyin beni iyileştirebileceğine inanmıyorum hem de hiç… Annemi üzmemek için atıyorum ağzıma sonra tuvalette arıyorum dışkımın arasında, nerde diyorum her şey burada makarna, çorba lahana, ama o kapsülleri bulamıyorum, galiba gerçekten yutamıyorum… KİTAPLIK’ a gitmek istedim, her şeyi unutmak ya da gözlerimi kapatıp DÜKKÂN’A dönmek ama izin vermediler. Babam yoktu hala ayırmadı sayfaları ‘Orada yazıyordu hastalığımın sebebi’ hâlbuki… Müze ziyaret eder gibi gelip kabalaşan ziyaretçilerimiz müzede sirk görmeyi hayal ediyorlardı şimdi benim konuşmadığımı hatta bu dünyaya bakmadığımı görünce şaşırdılar, hayal kırıklığına uğradılar. Ama annem benim yerime de konuştu o an bütün PERDE ‘ler üzerime geldi, cildime yapıştılar saçlarımı çekiştirdiler ‘Anne kurtar beni, anne PERDE’leri çek lütfen çek kurtar beni PERDE’lerden’ dedim annem ayağa kaklım pencereye döndü çocuk avutur gibi ‘kışt’ dedi benim neden bahsettiğimi anlamamıştı bile ben bağırdıkça gelen kadınlar birbirlerine bakıp doğruldular koltukta işte sirk başlıyordu onlar için, gözlerinin içi gülüyordu ama annem onların suratlarına baktığında hala müzede acıklı bir tabloyu inceliyor gibi yapıyorlardı… -‘Bazen çok suskun oluyor, bazense böyle bağırıyor ah komşular ah… Bir keresinde küp şekerleri kristal sandı delik açtırdı boynuna taktı ama bilir misiniz ne zor küp şeker delmek, un ufak oluveriyorlar hemen…’ O an PERDE kolumdan tuttu ve kasırgaya sürüklenir gibi sürüklendim, o şeffaflık kör ediyordu gözümü, yanaklarım kızarıyordu, çıplak mıydım, neden bu kadar soğuktu, Saat neden hala 8… Baba çivi kullan lütfen çivi kullan, baskülde yalancı o hiçbir şey bilmiyor, yelpazelerde sadece acı veriyor taraklar hücrelerimi yolup alıyorlar ve PERDE’ler, PERDE’ler beni bırakmıyor… En sonunda komşular gitti, hiç konuşamadım, kızgındım ama kime olduğunu hatırlayamıyordum, PERDE’lere değil yalnızca eminim… Herkes gidince derin bir nefes almıştım, ne kadar üşüsem de PERDE’lerle boğuşmak beni terletmişti ama sonunda kurtulmuştum işte, kapı kapandı babam ‘Çivi kutusu nerede?’ diye sordu anneme içeriden seslerini duyuyordum, SAAT’e baktım hala 8 ‘di… Gözlerimi kapattım. DOMUZLAR KORKAR BANA BAKMAKTAN Ters gösteririm tüm yazıları, şaşırtıcı belki de gizemli, göz önünde duran bir süper starım belki. Gerçeğin savunucusu, körü körüne inanılan, güzel gösteren, güzel gösterdiği umulan basit bir gereç, ardında bıraktığı görüntüyle sarsıla sarsıla geri dönen çaresiz bir optiğim… Bugün bir aynayım… Pepper’s ghost’taki o sevimli canavarın sırrı, çiçek dürbünlerinin sebebiyim, disko toplarının altında coşan manasız kalabalıkları moda sokan da benim, tarik levhalarında parıldayan o yaratığım bugün… Korkuyorum, gerçeklerden korkuyorum, önüme geçen her şeyin kişiliğine bürünüyorum, o oluyorum, kendimi unutuyorum, genç kızların karşımda giyinmelerini, kadınların özenle farlarını sürmelerini, sutyenlerini düzeltmelerini, yaşlı kadınların bana bakıp ne kadar yaşlandıklarını düşünmelerini, çocukların karşılarındaki büyülü dünyada gördükleriyle oynaşmalarını, erkeklerin önümde tıraş olmalarını izleyip onlara yardım ederken buluyorum kendimi, büyülü birkaç sözcükle akıllarına giriyorum… _’Hadi kırmızı ruju sür, çekici ol biraz’ _’Hayır, yaşlanmadın, gencim diyenlere taş çıkarırsın sen’ _’O takım hiç uymamış, kız beğenmeyecek seni, hadi siyahı giy’ Hep onlara sevimli görünmek istiyorum, sevimli. Korkutuculuğumu örtmek, onlara yakın davranarak kendimi onların yanında hissederek suçlarımın üzerine toprak yığıyorum. Ama onların tarafında değilim, hiç olmadım, hep aramızda ince beyaz çizgi oldu onlar görüntü oldu ben yansıma. Onlara gerçekleri ben söylemek zorunda kaldım, kendilerinden nefret ettirdim, keşke hiç bilmeselerdi nasıl yüzleri var? Yansıyana bu kadar güveniyorlar ‘Bu benim ‘ diyorlar, belki sadece bir oyun, düşünmüyorlar… Gün içinde en çok bakılan, ilgilenilen, tozu alınan benim, yanından ayıramadıkları insanların benim, baktıkları çoğu zaman kendilerini iyi hissediyorlarsa sevilen benim, ama acılılarsa kendilerinden tiksindilerse belki de gerçekleri kendi gözlerinden daha rahat görüyorlarsa, yalanlarını hatalarını kendi kendilerinin yüzlerine vuruyorlarsa nefret ettikleri de benim, pamuk prensesin cadı annesinin adımı söyleyip ‘Söyle bana, benden güzeli var mı?’ dediği de benim. Suçlu benim… Her ayna yalancıdır, tıpkı benim gibi, kıskançtır biraz, özenir her şeye, çok yalan söyler, kendi gerçeklerinden kaçmak için gerçeklerin tarafına geçip ruhlarını temizlemeyi denerler, suçsuz gibi görünürler, kimse bir rahibenin fahişe olacağını düşünmez! Aynalar gerçeklerle karşılaşmamak isterler asla bir aynayı bir diğerinin önüne getirmeyen arada kalan sizi olursunuz… Gidip gelen onlarca, yüzlerce, binlerce yansıma karşılıklı bir dalaşma olur çıkar… Hiçbir ayna kendi cinsinden biriyle dostluk kuramaz. O gizli dünyanın arkasında kendi çirkin yanık suratlarını saklar onlar ve aynalar kırılırlar ve aynalar kırarlar… Yedi yıl uğursuzluk getirir her kötü ruhun dışarı çıkması. Aynalar yalancıdır, güvenilmezler… Altın kaplamalı olsalar da, gümüş bakır ya da antika da fark etmez... Ben küçük bir odada güneş kıvrımlarıyla turuncu sarı boyanıp yaldızlanmış herhangi bir tanesiyim, zorlukla duvarda kendime yer buldum, küçük acım utancım ne kadar büyükse o kadar küçük kapladığım alan, ölüm gibi cansızım, yapışkan ve saydamım… İçine boşaldığı şeyin şeklini alan asitli bir sıvı gibiyim ve basit bir aynayım karşısındakinin özelliklerini almış asalak bir varlık, kırılmasın diye sıkıca tutunmuşum çiviye. Geleni geçeni izleyen hapsolmuş bir mahkûm gibi çaresiz, balkondan kalabalık caddeyi izleyip keyiflenen yaşlı bir kadın gibi mutlu görünen biriyim… Utancım üzerimdeki bir toz tanesi… Küçük güneşli bir odada önümde duran her şeye gülümsemeyen esirgenmiş bir ruhum o kadar… Yanımda masklar asılı, onları algılayamıyorum, korkutucular, acımasızlar ve benim gibi düz bir camın arkasına saklanmayacak kadar cesur ve dürüstler ya da asıl saklandıkları şey o dürüst görünüşleri? Bugün her zaman ki gibi bir kadın geldi öylece baktı, belki kendiyle konuştu, sonra bir adam yine onun yaşlarında sonra ağladı kadın kendiyle… Ve bir şey söylemedim o an… Aklıma domuzlar geldi, aynada kendilerini gördüklerinde çıldırmalarını, şaşırmalarını kendilerinden korkmaları... Neden bilmiyorum? Sonra beni bırakıp gittiler, ışıkları kapadılar… O an bir şey hissettim, düşmek gibi yok olmak gibi, parçalanmak gibi, yaralanmak, ölmekten beter olmak gibi… Günahkâr ruhum yükseldi o an ve fark ettim kırılmış ve tuzla buz olmuştum… Ayna kırılmış, saklandığım her yer bulunmuştu… MASK ların her biri üstüme üstüme geliyor, kaldırın bunları yok edin diyorum dinlenmiyorum, bugün ilk defa parça parça koparıldığımı hissettim onlar tarafından, ilk defa DÜKKAN’da bile korktum. Oysaki bu kadar zor olmamalı ama içimde duyduğum o kızarık utanç beni hapsetti, güneş sinirime dokundu. Babam hala açmıyor o sayfaları, her şey orada yazıyor sadece bir çivi gerekir aslında… Annem ve babam onlarca kez geldiler odama bugün, ha annem gözyaşına benzer şeyler akıttı… MANDAL lar canımı hiç olmadığı kadar çok acıtıyor, çok acıtıyor derimi, kanımı ve ruhumu, galiba artık KİTAPLIK bile kurtaramayacak beni bu duygudan… Suçlu ben miyim? Ben den başka kimse suçunu kabul etmiyor, içim acıyor bu kadar yıkıcı olabilir miyim? Annemin suratında o izi gördüm, sürekli hapşırdı, hıçkırdı ve aksırdı… Ona vurmak istedim ‘Benim suçum değil ki?’ demek istedim ama biliyorum suçlu benim, kırmızı kadar tehlikeli can yakıcı ve işe yaramazım, babam öldürmek istiyor beni annemde kurtulmak istiyor eminim, öyle olmasa neden hep HALI lara dolanmış gibi olurum, herkes başka bir tarafımdan tutuyor … Tanrı’m inancım yitiyor… PERDE den kurtuldum sanmıştım ama olmadı, beni yok etmeye devam ediyor. Sebep her şey, bu odadaki her şey… Ama en çok şu SAAT beni yok ediyor, hep 8 de neden? Neden hiç ilerlemiyor neden hiç 9 olmuyor… PERDELER, MASKLAR, HALILAR hepsinin suçu o SAAT ve bu SAAT ‘in tüm suçu da o keskin bıçaklı can acıtıcı MANDALLAR… SONU OLMAYAN UYKULAR Yayıldıkça yayılan, koca popolu insanlardan onlarcasına ev sahipliği yapıyorum tepemde, hepsinin kibar görüntüleri altındaki sessiz gaz çıkarışlarını, koca kıçlarının arasına sıkıştırdıkları yalanları sırları umursamazlıkları sadece ben biliyorum, ben ve koltuklar… Bugün bir berjer koltuğum… Kollarım ve sırtım mavi-sarı-turuncu-yeşil kareli, oturma minderimde garip desenler var, süslü kumaşların altında basit bir iskelet, bir insan bedeni gibi çaresiz… İçime oturan herkesin nefesinden bir parça oldum, sakin bir dev olarak kaldım, bir taht gibi hissettim, ucuz taburelerle çelimsiz sandalyelerle dalga geçtim, kibirim beni hep yendi, içime oturan herkes yayıldıkça ben daha çok ezildim daha çok kısıldım… Önceleri salonda dururdum, bir tane daha vardı berjer 2 tanede kanepe, aynı desenden, çok iyi anlaşırdık, halbuki şimdi her şey yokoldu… Kanepeler eskiyince yeni takım alındı salona, berjerler diğer odalara paylaştırıldı, şimdi küçük güneşli bir odadayım, en az kullanılan, rahatsızlık verici, içine oturan herkes te uyku düşüncesi yaratsam da aslında sıkıntılı dar ve terliyim, üstelik boyum kısa ve kibirim yerini kendine güvenemeyen bir ruha bıraktı, uyku perisinden birkaç toz düşmüş üzerime, içime düşen herkes kaybolan bedenleri uykuya kaçan beyinleriyle korkutucu bir canavar gözüyle bakıldı bana ve güneşli odada sadece bir süs oldum şimdi, bir kayboluş makinesi, acı veren bir yalnızım… Her daim uykulu gözlere etrafa bakan, kaybolmuş, kaybettirilmiş, üzerine gemici fenerinden ispirto dökülmüş, baş koyma yeri terden ve kirden renk değiştirmiş, uyuklamaların başkenti bir koltuktum… Ciddi politikacılar otursalar kaybolup giderler, uyku problemi olan herkes benle birlikte kaybolabilir, bedenlerini bir sarmaşık gibi sararım, ısıtırım, yavaş yavaş uçururum aklınızdaki herkesi buharlaştırırım. Hatırlamak istemeseniz de zihninizden kopup gidiyor her şey küçük sayıklama ve rüyalarla şekerlemelerle… Vakit doluyor ölümün kardeşinde tabutun akrabası berjerde unutmak kolay… Keyfili bir Sil Baştan hareketi ile hafızayı yitirmek… Ben de istiyorum uyumayı, bende sonsuz uykularda kendimi yaşanan her şeyi unutmak tazelemek istiyorum günümü ve ruhumu, cildimin kuruluğunu acıtan iskeletimi, işlediğim suçlarla yığılmış kusursuz günahkar yüreğimi ama olmuyor ben bebeğini uyutan bir anneyim, uyumam yasak… Halbuki gitmek istiyorum, bu dünyadan uyuyarak ayrılmak, korkmamak istiyorum… Odanın ortasında bir fazlalık olarak duruyorum yalnızca ama yine de gidemiyordum, çok yer kaplayan aşağılık bir koltuk, günahı ve kayboluşu hatırlatıyor. Kurtarın beni, turuncu bedenimden çekip alın ruhumu, elektrikli süpürgelerle sökün yaralarımın kabuklarını. Eşyalar intihar edemez mi? Yardım edin… Sürahideki suya atlamak boğulmak istiyorum, gözbebeklerim acıyor. Ve bugün eğer kendimde o cesareti bulabilseydim ve ayağa kalkabilecek gücüm olsaydı hala, o SAAT’i balkondan aşağıya atacaktım gerçi biliyordum geri gelecekti, hiç bırakmayacak beni. Ama ben bu yalnızlıkla yaşayamam bu utançla bu içimden fışkıran irinle…KİTAPLIK yıkıldı, dün kürekler geldi baltalar, kırdılar kitaplarla birlikte suntalar, çıtalar raflarda yakıldı, Ağustos ama çok üşüyorum, hala Ağustos…Artık kaçış yolu bırakmadılar bana, hele dün sabah annem gizlice mutfağa gidip bıçağı damalarımda gezdirirken gördüğünden beri odamda hep bir nöbetçi var. Gözlerimi bile kırptırmıyorlar sanki, uyutmuyorlar tek kurtuluşuma DÜKKAN’a gitmeme izin vermiyorlar, sanki kabus görmemden korkuyorlar, ayıp rüyalar görmemden belki de… Belki başka dünyalara gitmesinden aklımın, bu dünya yeteri kadar iyi zaten… Bu dünya yeteri kadar gerçek? Öyle mi, hayır, her şey bir yalan, bütün bu ev kasaba şehir… Dışarıdakiler, içeridekiler, dışımızdakiler, içimizdekiler sınırdakiler, her şey yalancı… Tiksindirici, herkes birbirinden yalnız, ama kimse diğerinin omzuna atmıyor kolunu. Bu oda bu ev ve pencereden gördüklerim ne kadar iğrenç, bazen çocukların oynarken çıkardıkları kahkahaları duyuyorum, çabucak ölsünler istiyorum, çabucak ölsün o çocuklar, hayat henüz çok güzelken ölsünler… Arabalar, yükselen kuleler, caydırıcı sesler, ‘Ölü var’ diye bağırışlar… Başımda zaptiyeler dikiliyor, kim olduklarını bilmiyorum, herhalde önceden biliyordum ama şimdi tanımıyorum, saat saat bölüşüp başımda bekliyorlar. Çoğu zaten benden korkuyor, tek bir hareketim onları kaçırabilir ama hareket edemiyorum ki! Çok şişmanım artık, annem 45 kilo olduğumu söylüyor herhalde bu dünya için büyük bir ağırlık, gezegendeki en güçlü kollar dünyanınkiler olmalı. Aynanın üzerini örttürdüm, bakmıyorum, kim olduğumu bilmemek daha güzel, aynalar en yalancı şeyler zaten. Ölüm gibi, ölüm her şeyin bitişi mi? Nereden biliyoruz yeni bedenlerin aramızda dolaşmadığını hala? Ayna buğulu, öylece kalsın… Ama ben böylece kalamam, babam kitapların hepsini yaktı, sigaralarım hepsine ‘ZARARLI BUNLAR’ dedi ve kendi içti, gördüm balkondaydı ve duman içeri doluyordu, annem hep dokunmaya çalışıyor bana sanki özür diliyor, daha çok kızıyorum daha çok utanıyorum kendimden… Koltuğa oturmak ve uyumak istiyorum, basit saf bir uyku olmasın ama acısız kansız ama yok edici olsun, olmuyor ecel denen o şey gelmiyor onu beklerken MASKE lerin ısırıkları, PERDElerin yapışkanlığı HALI’ların eziciliyle uğraşıyorum, işte gerçek çıldırış bu… Artık o SAAT’ten kurtulmanın hiçbir yolu yok görebiliyorum. Ama yinede yakıcı odamda sayısız misafirlerimle yapayalnızlığımın içinde berjere çöküyorum hadi gidelim diyorum, hadi artık… Ama olmuyor, ben her ihtimale karşı gözlerimi kapatıyorum ve bileklerimi uzatıyorum… BURUN,BELKİ DE SÜMÜK Kokular ve kokular, bu dünyada kaybolmuş bir düşsel yolcuğum, koku yansıtıcısıyım, dâhilerin anası gibi hissediyorum kendimi, basit tutkuların dünyayı saran hislerin ülkesinde bir kuleyim bugün, tütsülerin yuvasıyım metal bir tütsü kutusuyum… 40 küçük tarçınlı tütsünün anasıydım bir aralar, sonra tütsüler yakıla yakıla, aşk kokularıyla yok ola ola benim de işlevim yalnızca küçük bir kutu olarak kaldı… Sonra sahibim yeni tütsüler koydu içime kapağımı kapattı, kokular karıştı, tutkular düşünceler ve duygular birbirinin içine girdi, kavgalar yaşandı aşklarda… Neyi temsil ediyorsa o sihirli çubuk, her şeyi etkilemeye başladı, duygular elbiselere yapıştı, bedenlere eşyalara ve her şey bir büyüye kapılıp dans etmeye başladı… İşte en sevdiğim görüntü odur, aslında kirli küllere dönüşüp yok oluşları üzüyordu beni ama onlar ölürken içlerindeki her şeyi bizlerin önüne sererek yaptıkları o şaşırtıcı fedakarlıkları karşısında büyülenen dünyayı izlemeyi çok severim. Bir sandal kokusu, misk ya da, tarçın veya gül belki de sıcak yerlerden gelen bir kahve, işte hayatın küçük mutlu sırları gibi gülümseten o küçük yaratıkları içimde beslediğim onları koruduğum için hep mutlu olmuşumdur, gittikçe azalan evlatlarımla gurur duyarım her zaman… Ama içine düştüğüm yalnızlıkta beni hep ürkütür ama önemsemem, sadece o süslü çekici tütsülerin metal saçma bir kutuları olduğumu, tek başına tek bir değerimin olmadığını unuturum. Ama bazense içine düştüğüm yalnızlık korkutur beni, metal kutu yuvarlanıp gider, sağlam görünen ince derisi bir ayağın altında kalır ve ezilip gider diye korkarım… Bu işe yaramazlık, bu sadece uzayda yer kaplayan bir madde olma durumu, hep bir şeyler aramama sebep oldu… Ömrüm boyunca hep arkadan bakan el sallayan dumanlar arasında son ışığı görene kadar izlemek zorunda kaldım, içinde sadece anılar ve kokuların hüküm sürdüğü yaşlı metal bir kutu oldum, pencerenin öylece durdum… Büyü yapamayan bir büyücü olarak kaldım sonunda ve gün geçtikçe daha çok ihtiyaç duydum bir yardıma, bir arkadaşa belki, ama burada herkes o kadar kendini beğenmiş ki? Masklar gangster havasında hep, ayna hep kaçıyor bir şeylerden, piyano sürekli ağlıyor sürekli tozlanıyor ve tozu alınıyor, berjer hep dalgın, yorgun, uykulu kaygılı, baston yıkılmış duruyor orada, çiçek imrenerek bakıyor bahar çiçeklerine ve daha da kabartıyor yapraklarını, gemici feneri solgun ışığıyla gece körlüğünden şikâyet ediyor, saatse hareket dahi etmiyor, perdeler halılar av bekleyen aslanlara benziyorlar, ama en kibirlileri MANDAL lar anlamıyorum neden ama öyleler… Ve ben bir dilenci gibi kollarımı açıyorum, ayakta durabilmek için bir şeyler istiyorum. Çünkü içim boş olduğunda devrileceğimi biliyorum, bütün tütsüler bitti, artık kimse tütsü getirip koymuyor… Ama onlar yoksa bende yokum, bunu anlamıyorlar, yok olmak istemiyorum… Ne kadar dirensem de olmuyor işte Ağustos sıcağında bir rüzgâr doluyor odaya zaten boş bedenim bir yaprak gibi düşüyor yere, yuvarlanıyor, yuvarlanıyor küçük pencereden aşağı gidiyor, yok oluyor… Bir koku yayılıyor tüm şehre, içimde barınmış herkesten bir parça bulunmaz bir parfüm etkisi yaratıyor ve ben ölürken ilk defa mutlu oluyorum, gururlanıyorum…Belki de bu koku sadece bir kokuydu, beklediğim o yardımın çolak eli yüzünden bedenimde biriken gözyaşlarının bir kokusuydu… Çantalar görüyorum, bavullar insanlar tatilden geri geliyorlar. Çuf çuf çuf… Her şey kısa, ölümlü ve inanç sadece büyü, tarot kartları karışık, aşıklar, asılan adamlar, şeytanlar korkutucu… Bavullar tabutlara benziyor, unutulmuş bavullara… Unutulmuş bir bavul olmak istiyorum, okyanusta bir tütsü külü, adi bir tütünün dumanı… Yardım istiyorum… Çatallar var kaşıklar var, savaş baltaları gibi, herkes cani mi? Yiyemiyorum hiçbir şey kusuyorum hemen, tuvalete gidemiyorum, bir lazımlık alındı bugün eve, kısılacak gibi oluyorum, fayanslar dalga geçiyor, kırılıyorlar sanki tam ben çıplakken tuğlalar kırılıyor sanki herkes görüyor beni, bedenimi, korkuyorum utanıyorum, lazımlık da çok sahte bugün onu camdan aşağıya attım, içindekilerle… Umarım bir adamın kafasına düşmüştür ve hayatı kavramıştır, talih kuşu sanmıştır belki… Her şey zehirli, o şey, içimizden çıkan o şey nasıl o kadar zehirli olabilir… Biliyorum sadece benimki böyle, içimdeki kötülük pislik irin böyle çıkıyor dışarı biliyorum zehirliyi ben… Herkesin ki böyle değil onların ki güzel kokuyor biliyorum ama ben günahkârım, suçluyum tabii ki benim ki kahverengi ve yapışkan… Bundan sonra yemeyeceğim, o zehirli şeyleri de çıkarmayacağım içimden… Lazımlık atıldıktan sonra odamdaki küçük pencereye demir parmaklık yapıldı, neden anlamıyorum sadece odamda bekçi olmadığı bir ara ayaklarımı sallandırıp suyla oynadım, karşımdaki deniz beni boğmadan da çıkaracaktım ayaklarımı hâlbuki ama galiba boğulmamdan korktular… Çünkü daha benimle işleri bitmedi, benim kendi kendime ölmeme izin veremezler, beni onlar öldürmeli… Öyle intikamlarını alabilirler sadece, böyle mutlu olurlar, bana acı çektiriyorlar önce ve yavaş yavaş yakıyorlar saçlarımı… Hala bekçilerim var, en çok annem duruyor odada, diğer gelenler kim diye düşünüyorum bazen hatırlıyorum, herhalde şu güzel kız benim kardeşim, benim başımda neden duruyor, herhalde zorluyorlar onu ‘Ablana bak’ diyorlar herhalde, o bir eline magazin dergisi alıyor diğer eline törpü alıp suratıma bir kez bile bakmıyor… Bende onu hatırlayamıyorum zaten, arada küçük küçük fark ediyorum yalnızca… Bir tek annemi hatırlıyorum evet o annem, bundan eminim… Yaralarından anlıyorum, suratındaki kocaman yaralarda, o ürkütücü halinden… Bana bakarken bir öfke görüyorum, HALI lar o an kapıyor beni, bütün tozlar üzerime biniyor ve zıplıyorlar bir bir…Karşıma geliyor, dokunuyor , öpüyor sadece bakıyor bazen, popomu silmeye çalışıyor, gözlerimi, koltuk altlarımı temizlemek istiyor, bazen konuşuyor ama duymuyorum ben onu, artık sağır olduğumu sanıyor o yüzden hiç konuşmuyor, bazen piyanoyu gösteriyor hadi çal yine dediğini anlayabiliyorum.. Parmak uçları, tırnakları, dişleri ve kulağının arkasındaki beni öyle ürkütüyor ki beni, o yaraları hele… Bana nasıl bakıyor annem, anne kurtar beni, al beni bu Mask ların elinden, annem MANDAL ların en tehlikelisi aslında o atıyor beni PERDE ile HALI ların önüne, beni yiyip bitirmelerine izin veriyor benden intikam alıyor ‘HAK ETTİN’ diyor, duyamıyorum ama eminim bunu dediğinden… Ama ben ellerimi açıyorum sadece bir yardım diyorum, hareket edemiyorum artık hiç, denize ayaklarımı soktuğum günden beri ayaklarımda yaralar oluştu, kanıyorlar, hiç yürüyemiyorum zaten artık hiçbir şey yapacak halim de yok… Aynalara bakamadığım, üzerine örtü kapattırdığım için neye benzediğimi bilmiyorum, zaten hiç tam olarak emin olamadım kendimden… Emin olamasam da yansımamdan, çirkin olduğumu biliyordum, çirkin hantal kemikleri sayılan şişko bir kız, çirkin bir yarasa… Uçmayı bilmeyen bir kara kelebek, kısa boylu bir zürafayım eminim… Tanrı’dan yardım istiyorum ama o çok meşgul, ya da sesimi duyamıyorum… O yüzden annemden yardım istiyorum, o kırmızı gözlerden… Bileklerimi gösteriyorum, hadi hadi diyorum KES… Ama o piyanonun üzerinde duran SAAT’E bakıyor sadece, hala 8 ‘de olduğunu biliyor sonra bileklerimi görüyor ‘Olmaz’ ve SAAT’İ işaret ediyor… AĞACIN KIRIK DALI Odadaki en güçsüz nesne… Bir protez bacak, bir baston… Kenyalılardan alınmıştım kaç yıl önce antika fuarların birinden, oysaki kendim gibi onca ağaç ürünün arasında ne kadar da mutluydum, siyahi sahibimle o tatlı sandal kokuları, kırmızı, siyah ve sarı renkli her şeyle o kadar mutluydum ki, ama Kenyalının eline para bırakıldı ben sarıldım bir kağıda ve yeni evime doğru yol aldım önceleri salonda eğrelti eğrelti durdum, gelen geçen oynadı elledi bana, kızdım kan kustum her seferinde üzerlerine… Her ellediklerinde ellerine boya bulaştırdım, sonunda kanımı durduracak beni de sadece bir tahta parçasına dönüştürecek şey yapıldı ve üstüm cilalandı elleri boyamayayım diye… Vernik aktı, pütür pütür oldu tenim, çirkinleştim sahibimin o yobaz ellerinde mahvoldum. Elin tutulacağı yer kıvrımlıydı parmakların şekline uygun, aşağı doğru uzarken bir adam suratı işlenmişti ve azala azala inerken aşağıya doğru sarmal oluşturuyordu, zebra, zürafa desenleri… Ama eski çekiciliğim yoktu ki, güneş soldurmuştu bedenimi… Odada bir köşeye dayanmış öylece duruyordum, hep güç verdiğim düşünülür, bir yardımcı olduğumu, ihtiyaç duyanın karısı çocuğu en yakın arkadaşı oluverirdim… Hayır, başkalarına, beceriksiz de olsa, romatizmaları da olsa birinin eline ihtiyacım vardı, bedeni içinden alınmış içine tahta doldurulmuş, antikalaştıralım derken basitleştirilmiş bir ahşap yığınıydım, vernikli bir yığın… Kimsenin ihtiyaç duymadığı biri, kimsenin karşılıksız sevmediği biri, güçsüzken gücü temsil eden bir nesne… Hâlbuki ne kadar ihtiyacım var, güzel bir bastona, kendim gibi bir şeye, o zaman tamamlanır vücut, o zaman gücümü kullanabilirim bir başkasıyla yardımlaşabilirim… Destek istiyorum… Bütün gün odaya birileri girip çıkıyor, kimse o istediğim sözü söylemiyor bana, söylemeseler de hissettirseler diyorum, çabalıyorum ama hissedemiyorum… Sevgi belirtisi biraz biraz da destek, belki ‘Hadi sen güçlüsün kalkabilirsin’ deseler, ayaklanacağım ve duracağım tek ayağımın üzerinde özgür ve cesurca, ama hiç kimseden bir şey duyamıyorum ki! Onlar çoktan yerle bir olmamı görmüşler bile, bir tavan arasında ya da bodrumda öylece yatacağımı da görüyorlar, hiçbir umutları yok, keşke onlar da tek ayaklı kalsalar, belki o zaman beni anlarlar. Ancak o zaman, onlar benim çaresizliğimin farkına varırlar ve bana ihtiyaç duyarlar hem de ben ancak onlar tutarlarsa beni gücümü kurtarırım ve işe yararım güleç bir suratla…Şu an Kenya’lının üzerime kazıdığı adam o kadar hüzünlü ki… Hal bu ki bir gün gülmek isterdi o da… Hadi kalkayım ayağa… Bugün kendimi hiç olmadığı kadar garip hissediyorum, sanki iyileşmiş gibiyim ama hala hiçbir şey yapamıyorum, kalkamıyorum konuşamıyorum… Tek sorun düşünemiyorum, hayal kuramıyorum… HALI herhangi bir eşya gibi PERDE her zaman ki perde, DÜKKAN’a gidemiyorum, KİTAPLIK yerinde duruyor, reçetelerimde bir kitabın arasında… Geçen günlerde KİTAPLIK tan kastettiğim yerin ne olduğunu düşünüyorum ve sonunda buluyorum UNUTULMA YERİ, bir çeşit huzur ve inziva yeri… Şimdi ne kadar istesem de gidemiyordum oraya ve çekilemiyordum kabuğuma, hayal gücümü de tutsak etmişti galiba birileri, ona da ulaşamıyordum, gözlerimi kapatınca DÜKKANda beğenip odama getirdiğim o nesneler gibi hissedemiyordum kendimi bugün… En çok korktuğum oldu, gerçek dünyaya düştüm yeniden… Halbuki hayaller ne kadar da rahatlatıcıydı, umutlandırıcıydı, acılar bile daha sevimliydi orada… Ama burada tek görebildiğim yavaş yavaş hatırlamaya ve tanımaya başladığım insanlardı ve hiç unutmadığım annem… Gözlerinin içine baktım yalnız olduğumuz bir vakit, o da gözlerini çevirmedi, ona onu ne kadar çok sevdiğimi söylemek istedim, özür dilemek istedim, sevgisini görmek istedim… Sadece suratıma elleyip ateşim var mı diye kontrol etmemeli, hasta olduğum için acıdığı için beni seviyor gözükmemeli… Beni sevmeli, belki o zaman ayağa kalkabilirim, bir mandal tutturulmuş gibi etime acıyor… Tabii ya MANDALLAR, acımasız beni oradan oraya çekiştiren insanlar onlar. Evet şunlar, tepemde beni izleyen boş vaktimde etimden bir ısırık alacak olan MASKLAR da belli, o büyük korkularım… Duyabiliyorum neler konuşuluyor, artık herkes duymadığımı düşündüğünden rahat rahat konuşuyorlar, babamın sesini tanıyorum… Odanın dışında konuşuyor birileriyle; —Ne olacak bilmiyorum, hiçbir iyileşme yok, artık bir seçim yapmamız gerek ama anneniz olacak o kadın hala beklemekte ısrarlı, bekleyelim diyor, neden diyorum verecek hiçbir cevabı yok, çünkü bir şey olmuyor, bizim kızımız deli ve hastaneye yatması gerek…’ Deli,deli bizim kızımız zavallı bir deli… -‘Değilsin değil mi kızım, neden böyle oldu bilmiyorum ama deli değilsin, sende bekliyorsun biliyorum neyi bekliyorsun hadi konuş, hadi birlikte düşünelim her şeyi…’ Camlar kapalı ama bir rüzgar esiyor apazsızca, annemi sarsıyor bana sarılacakken savurup dağıtıyor onu… PERDE ler ölüm dansında, HALI lar ayaklanıyor, kefenim gibi, gözlerim kapanıyor… İlk defa istemeden gidiyorum DÜKKAN’a, ilk defa zorla… Gözlerim kapanmadan son bir şey görüyorum, SAAT’i, sanki yelkovan hareket ediyormuş gibi geliyor, ama yok hala 8 ‘de… SAĞIRLAR İÇİN MÜZİK Her tuşumdan farklı acı yükseliyor, her hücremden… Mekanizmalara bağlı yüreğim kim ne anlatmak isterse ona ses oluyor. Her sözüm her melodim hüzün ve gözyaşı. Baltalarla kırılıp alınsa yüreğim, herhangi bir insandan akanın 10 katı çok kan akar. Yeni sayılırım ama ruhum ve bedenim bir o kadar yaşlı… Yontulmamış, cilalanmamış parmaklarla deyerek bazen sadece nota bilenlere bir oyuncak olarak duygudan bihaber kişilerin emrinde çalışarak köreldim… Yaşlı ve mutsuz bir piyanoyum şimdi, kapağım aylardır açılmıyor, herkes korkuyor benden, aslında kimse saygı göstermiyor, ukala olduğumu düşünüyorlar. Çok yer kaplıyor diyorlar, hiçbir işe yaramıyor diyorlar, boşuna onca para verildi diyorlar… O kadar şansızım ki, piyano satıcısının dükkânındaki o tüm değerli ve yetenekli arkadaşlarım, üstatlarım mükemmel evlere, salonlara, zevkli odalara, ihtişamlı sahnelere gittiler birer birer… Bende hep bunun hayalini kurdum ama olmadı, bir gün geldi, birileri palas pandıras aldı götürdü beni, değer vermeden, özellik aramadan, sevmeden… Parayı verdiler, adreslerini söylediler sonraki gün 2 hamal beni şehrin en kötü semtlerin birine götürdüler, o kadar terlemişlerdi ki, neredeyse kusacaktım… Terleri damla damla düştükçe bedenime ben tiksintiden haykırıyordum, sonunda o küçük odaya koydular, yerleştirdiler, kurdular… Oda güneşin içinde çocuk çığlıkları ve araba sesleriyle alelade bir yerdi, alelade insanlar ce kokular… Nefret ettim… O bilgisiz parmaklar, o tahtamsı hareketler, pis dokunuşlar, melodik bile olmayan kakofoniler… Sadece taşralı zevklerine benim gibi soylu bir nesneyi alet ettiler, sonra işleri hevesleri bitti kapağımı kapattılar… Beyaz tuşlarım lekeli, bemol diyezlerim tozdan katmanlar oluşturmuş, üzerime bozuk bir saat koymuşlar çalışmıyor bile… Önümde duran asil tek dostum tabureyi de aldılar pencerenin önüne üzerine kadınlar oturuyor. Saat çalışmıyor etrafta tek bir nota kâğıdı bile yok, güneş rahatsız edici, sesler, kokular, yüzler, diyaloglar rahatsız edici… Ben buraya ait değilim ki? İçimde müthiş bir sıla özlemi var, hüzün yıkılamaz bir taş parçası içimde… Konuşabilmek için o kültürsüz parmaklara ihtiyacım olmasa keşke, keşke hiçbir insana ihtiyaç duymadan içimdeki melodileri o büyülü şeyleri dışarı çıkarabilsem… Aslında benim söylediklerimi, kendilerine başarı sayıyor insanlar aslında playback yapıyorlar… ‘Çok güzel çaldın’ diye kutluyorlar, kendilerine piyanist diyenleri ama kimse beni kutlamıyor ‘O hüzün benim’ diyememek çok acı, üstelik bu kadar hüzünlü görünürken… Saygı görseydim keşke, tatlı kültürlü ve duygulu sahiplerim olsaydı her şey daha farklı olurdu… Ama yok, şimdi iyi ki kapağım kapalı, bilinçsiz ruhların elinde bir oyuncak değilim iyi ki. Yoksa her tuşuma değindiğinde çektiğim acı, döktüğüm gözyaşı hiçte keyifli değil… Acıtıcı ve iğrendirici… Bokmuşum gibi hissettiriyor beni İçimdeki hüzün katlanarak artıyor her gün buralarda bana saygı duyacak benim de kendisine saygı duyabileceğim biri olana kadar da böyle olacak eminim, biri beni fark edene kadar… Ve galiba bu hiç olamayacak, bir gün kışlık yakacak olarak parçalanıp yok olacağım ve sessiz sessiz içimdeki melodiler dışarı çıkacak… Küçük bir müzik kutusu gibi… Kendi kendine… Etrafa sağır… Uyanık olmak ne kadar zor, her şey eskisi gibi ama hiçbir şey aynı değil, bunu o kadar iyi biliyorum ki… Güneş bile daha basit gözüküyor artık, çekirdekler, yelpazeler, küçük mandallar kokulu mumlar… Uyandım farkındayım, iyileşmedim, her şeyi unutmadım… Babamın deyimiyle hala deliyim, hala onlardan değilim ama uyandım… Belki aşama atladım belki daha beter oldum, adlandıramıyorum, çünkü kendi adımı bile bilmiyorum… Ama uyandım, çaresizce hayata gelmiş bir bebek, günahkâr bir bebek, artık düşler olmayacak, DÜKKAN olmayacak eminim, ÇÖPLÜK lerde son bulmasına da daha çok var hayatımın, bunu da biliyorum… Yüzümü kızartan PERDE ler beni yerle bir eden ezen HALILAR olmayacak… Şimdi daha zor şeyler bekliyor beni, direk insan suratları, direk korkular, direk utançlar, direk yenilgiler… Şimdi sadece o saat var, tıkırdamayan, bozuk saat… Onun adını hala bulamıyorum, onun gerçekte ne olduğunu asla çözemiyorum… Annem var yine yanımda, örgü örüyor galiba benim için şal…Ayağa kalkıyorum annemin gözleri büyüyor,o da kalkıyor sanki kanatlanıp uçuyormuşım gibi şaşkın… Günlerdir üzerine oturduğum piyano taburesini pencere önünden piyanonun önüne çekiyorum, hala konuşmuyorum annemde konuşmuyor, yaklaşmıyor… Piyanonun kpağını kaldırıyorum, her gün tozu alındığından şimdiden eskimeye başlamış, halbuki doğru düzgün çalmamıştım bile henüz, babam iyileşirim belki diye almıştı…Önce parmaklarımı hareket ettiremiyorum, söz geçiremiyorum, terliyorum, piyano ağlıyor gibi… Başlıyorum parmaklarımla dans etmeye, hiç bilmediğim notaları bile olmayan bir şeyler çalmaya başlıyorum.. Annemin yüzündeki o mutlu zafer ifadesini o gururu ve güveni görebiliyorum, piyanonun sesini duyan herkes kapıya koşmuş babam en önde arkada birkaç kişi daha şaşkın mutlu ve endişeli bakıyorlar bana… Gülümsemek istiyorum ama bir şey buna izin vermiyor galiba piyano… O mutluluğu sevmiyor… Aslında çalamıyorum, parmaklarımı yanlık kullanıyorum, kurallara uygun değil ama umursamıyorum, kimsenin anladığı da yok zaten… Hüzünlü sesler bana bir şey hatırlatıyor, annem yanıma gelmiş yüzüme bakarken beni yeniden SAAT’in ölgün tik taklarına bırakan bir şey görüyorum, çalamıyorum bırakıyorum… MANDALLAR geliyor, küçük onlarca MANDAL… 8 yaşındayım annemin yanaklarıyla dalga geçen çocuklar var, yanakları… O mor izler, bebekken ondan ne kadar korkuyorum… Ondan utanıyorum… Hepsi benim suçum…Hepsi benim suçum… O kadın aldı beni, bana dokundu annem o sandım… Değilmiş… Hadi BERJER al ve uyut beni…BASTON güç ver bana… AYNA’yı kapatın, bir TÜTSÜ KABI bile yok ve MANDAL’lar kapatın çenenizi artık… Tabureden kalkmadan bırakıyorum çalmayı, başım öne doğru düşüyor SAAT’i le göz gözeyiz şimdi hala 8, dalga geçer gibi ‘Bırakmayacağım’ diyor ve birkaç tuşa birden değiyor kontrol edemediğim bedenim… Ve sağır eden bir ses… Yüzyılın en hüzünlü sesi… PARAFİN Gemici feneri, içimde parafin kalmış, durduğu yerde akıyor her yeri mahvediyor, yakıcı madde şapır şapır… Öylece alınıp atıldım bir kenara sadece bir kere denemek için yaktı sahibim beni ve o günden beri yapayalnız ışıksız ormanımdayım, aslında çok aydınlık bir oda burası, ama yinede benim durumum farklı, güneş varken ayın kendi ışığını bulamaması gibi benimkisi… Eskilerden bir ihtiyaç şimdi şık dükkanlarda dekoratif araç olarak satılıyor, ne yazık ruhum hiç hayat bulmayacak bir gemicinin elinde ve hiç ışık görmeyeceğim, hiç olmayacak içimde alevim, içimdeki yangın enkazlara küllere sebep olsada kimse görmeyecek beni… Ah yaşlanmaya bırakılmış zavallı metal kalbim beni çok geride bıraktın ve yolu bulamayacak kadar karanlık burası… Bir yangın tehlikesi gibi bakılıyor bana, belki de basit bir süs, yağ yakan pahalı bir aydınlatıcı. Ben de alıştım bu duruma ve tasalanmıyorum ama başkalarının ışığında da yürümem, onların voltajları beni kör ediyor, onların ışıkları yanıltıcı parlak ve yalancı… Kendi yolum için kendi ışığımı bekleyeceğim… Kendi maceram için kendi ayaklarımı ve metal kalbimi isteyeceğim… Biri yaksın diye beklemeyeceğim, kendi kibritimi kendim bulabilirim kendi ateşim bir festival ateşi, kendi ışığım bir yangın güneşte… Bir ay olamayacağım, güneş olmak varken… Güneş varken kimse karanlığı fark etmiyor, bende öyle olacağım, karanlığı görmek isteyenler gözlerini kapatabilecek yalnızca… Babam bağırışlarıma dayanamıyor, kimse susturamıyor beni, sebepsiz bağırıyorum kafamdaki her şeyi suskun geçirdiğim günlerin acısını çıkarır gibi sıralıyorum; -‘MANDAL, HALI, PERDE BERJER, AYNA, BASTON PİYANO, TÜTSÜ KABI, ÇİÇEK GEMİCİ FENERİ, MASK, DÜKKAN KİTAPLIK, ÇÖPLÜK… YARALAR, MOR YARALAR İZLER, SUÇLU BENİM… BU SAAT NE, NE BU SAAT? NE ANLATMAYA ÇALIŞIYOR NEDEN HEP 8 ‘DE’ -‘Sen almıştın ya kızım, geçen sene, sonra fırlatıp attın camı kırıldı bozuldu ama sen bize attırmadın yinede… O zamandan beri piyanonun üstünde duruyor ya…’ Hatırlıyorum tabi ya… Karşı komşunun evine gittiğim gün, kadın bana o kadar iyi davranıyordu ki annemin o olmasını isterdim, bana garip eğlenceli şekerler verirdi, çikolatalar da hep kendi okuduğu kitapları dıştan bana da okurdu çoğu utandırırdı beni ya olsun onun evinde PERDE çok yoktu bazen kitaplarından bana da hediye ederdi, büyüdüğümde ise ilk içkimi onun evinde içmiştim nane likörü, gargara gibi gelmişti ama sonra hep içmiştim hep içmiştim… Annem küçükken gitme oraya derdi, ‘o kadın ahlaksız, cehennemde yanacak cayır cayır’ Ama asıl yanan kişinin annem olduğunu düşünürdüm, suratında kocaman kocaman izler vardı, mor lekeler ‘Hepsi sen doğduktan sonra çıktı, güzelliğimi çaldın benden, keşke güzel olsaydın da deyseydi sümüklü bir kız çocuğusun sen, işe yaramaz bir kız’ böyle derdi annem bana, hatırlıyorum… Annemden ne kadar utandığımı, onun elini tutmadığımı onu sevmediğimi, diğer çocuklar korkup annelerine sığınırlarken benim kâbuslarım annem olurdu… Hep bir hırsız sanırdım kendimi, katil… Küçüktüm ama annemin hayatıyla oynadım, onu öldürdüm… Ne kadar da çirkin şimdi… Onu hiç annem saymadım ‘Benim annem öldü’ derdim lisede herkese o mor yanaklı kadın değil annem… Karşı komşu olsaydı keşke benim annem… İşte o gündü, o SAAT i fırlattığım gün, yine annemden gizli gitmiştim o kadının evine… Her şeyden konuştuk, içkilerimizi sigaralarımızı içtik, omzuna yatıp oturmak ne kadar da iyiydi… Ama o gün isteklerinin farklı olduğunu anladım elbet… Önce sadece saçlarımı okşadı, sonra elleri gitgide aşağıya indi benim bile dokunmaya korktuğum mahrem yerlerime dokundu, vurdu, okşadı ve öptü… O an hatırladım bunu ben küçükken hep yapardı hep normal bir şey gibi ellerdi bana…’Hayır’ dedim bir yıl önce farkına vardım her şeyin o SAAT i fırlattığım gün… Ama o bana saldırdı, saldırdı… Kıyafetimi yırttı, bana küfür etti… Kaçtım o evden zor kaçtım, saat 82e geliyordu ki eve attım kendimi… Anneme sarılmak ondan özür dilemek istedim ne salakmışım demek istedim hem yanakları o kadar da kötü değildi… Ama yapamadım, odama girdim… Piyano yeni alınmıştı o sıralar, ben mutlu olayım diye yavaş yavaş beynime kurulan hastalığımın etkisi azalsın diye…Ben ortalığı yıktım, hiç ses çıkarmadan bağırdım ve SAAT’i duvara fırlattım, halbuki Londra’dan almıştım… Tam 8 di saat ve durdu, camı kırıldı SAAT durdu bir daha çalışmadı… Ve o gün piyanonun taburesini pencerenin önüne çektiler ve oturdum oraya… Ve SAAT hep 8 olarak kaldı… Hatırlıyorum, her şey üstümde bir yük olarak bindi korkularım çıkışı olmayan yollarım… Hatırlıyorum… -‘YARALAR, DOKUNUŞLAR, PİŞMANLIKLAR, ÖZÜR ÖZÜR ÖZÜR, FARKLILIK… ÖLDÜ ÖLDÜ ÖLDÜ KIZ SAAT SAAT SAAT ÇALMIYOR GÜNLER KISA SOĞUK ODA YOK…MANDALLAR’ Hatırladıklarımdan daha çok hatırlayamadıklarım, güçsüzlüklerim yanılgılarım suçlarım… Adını koyamadığım acılarım, adını koyamadığım yalnızlıklarım var… Haklıyım adını koymamakta, haklıyım hatırlayamamakta… Ben adımı bile hatırlamıyorum… Babam cebinden bir kart çıkarıyor, telefonu çeviriyor, annem kızgın ve ağlıyor… Etraftaki diğer herkes sirktelermiş gibi izliyor ‘İşte delirdi’ sanki ateş çemberinden geçen bir aslanım ben… Annem beni sakinleştirmek için yanaklarını gösteriyor; -‘Hepsi geçti bak, hepsi geçti senin suçun değildi…’ Önce bir mutluluk belirtisi geliyor sonra yok oluyor o sadece makyaj… Hem sadece bunun olduğunu düşünmesi sorun olarak çok berbat… Kimse algılayamıyor beni, ışık bile yok yolumu bulabileceğim… Parafin akıtan gemici feneri gibi içsel gözyaşlarımı akıtacağım… 08.00-20.00 Tekrar piyano taburesi demir parmaklıklı pencerenin önüne getiriliyor ve oturtuluyorum… Sakinleşmişim, eskisi gibiyim konuşmuyorum, birazdan gelip beni götürecekler… Ben sadece o SAAT’e bakıyorum, hastalığımın tek tanığı o,tek adı o…Hatalığımın adını bilmemem normal, hatırlayamam da… Çünkü ben kendi adımı bile bilmiyorum, galiba nesnelerin ismi olmadığından böyle… Sadece SAAT mesela, benim cinsim ne sadece İNSAN mı? Çalışanları da SAAT bozukları da SAAT ise, normalleri de İNSAN delileri de İNSAN o zaman… Tıpkı her zaman 8 i göstermesi gibi PİYANONUN yanındaki SAAT’in…Hala 8 ve hep 8 olacak, bazen tamirciye vermek yerine yenisini alırsınız bazen de vazgeçersiniz bir SAAT inizin olmasından… SAAT her zaman 8 i gösterecek, neyse… En azından günde iki kez doğruyu söylüyor… BayYelkovan
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alper Turan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |