Tüm mutsuzluklar yokluktan değil, çokluktan gelir. -Tolstoy |
|
||||||||||
|
En yakın tiyatro 2 kilometre ötedeydi halbuki ama o kokuyu duymuştu karanfille karışık kadın teri kokusunu. Sanki alkışları duyabiliyordu, güneşten kopmuş gibi gelen yapay ama doğallaştırılmış ışıkları, sanatçının gömleğinin üçüncü düğmesinin kopmak üzere olduğunu gördü, iplik incelmişti… Dekor tozluydu, ne olacaktı bu dekor? Başroldeki oyuncu birkaç parça eşyayı evine götürse keşke... Ah çıtırdayan merdivenler ve durmayan arabalar, bir çocuğun topunun arabanın altında kalması gibi tüm bu günler; yerler çamurlu ama top vazgeçilemeyecek bir araç, yuvarlanabilir hayaller için, gerekirse eğilir çocuk toza toprağa bulanır gerekirse kum yutar ama topa ulaşır. Bazen yola fırlar top ve gelen araba hızlıdır, önüne kapıp götürür; bir yaprak kimi zaman bir kuş ve top… Bir toz zerreciği uçup uçup düştü sahneye, ben bu dünyanın sahibiyim der gibi, gerçekten de öyleydi! Her şey kontrol edilebilir sanan o düzen düşkünü mükemmeliyetçi insanlar, uçup giden bir toza nasıl dur diyebilir ki? ‘Yakınlarda tiyatro var mı?’ Ufak bir ev var hayalinde, çatısı kırmızı pencereleri devasa ve içinde oyunlar oynanıyor amaçsızca anılıyor Moliere ve Macbech kusursuz oynanmıyor, herkes kusurlu Macbech de Shakspeare de oyuncu da… O zaman kusursuz ne? Ah bu kompleksli gözler, keşke onları anlatabilsem, keşke resim çizebilsem kelimelerle, basit tasvirlerden bahsetmiyor, keşke gözdeki kırışıklıkları anlatabilse. O an sahnedeki ben olsam diye bakan gözdeki baygın hayranlık belki umutsuzluğun eseri gözkapaklarında yavaşlama. Ya o çokbilmiş hanımların beylerin dudak- burun- göz üçlemesi? Dudak aşağı doğru büzülür, burun dikleşir, gözler kısılır acı çektikleri sanılır, halbuki onlar ben bu işin kitabını yazdım demek için gelmişlerdir, haftaya başka bir oyunda görebilirsiniz onları, aynı yüz ifadesiyle, ellerinin ucuyla alkışlarlar ve siz alkışlarken elinizin tersiyle yan koltukta oturanın kafasına ‘kazara’ çarpmak istersiniz, elinize boya bulaşır, tiksinirsiniz. Ama o kokuyu duyar duymaz mayışırsınız, flemenko yapar gibi çıkan o ayak sesleri mest edicidir… Ayak sesleri, nasıl bu kadar hüzünlü durabilir ki orada? Kırık merdiven basamaklarında takılı kalıp ağlamak ne hoştur? Yaşam, nedir bunları bana hissettiren? Çıtırdayan merdivenler ve durmayan arabaların hepsi peşinde, kalabalık bir otobüste durmadan terlemek, arkasında kıpır kıpır bir çocuğun elma şekerinin kokusu, hep terlemek gelir içinden. Otobüs kalabalık, yaz günü, herkes bir bütün halinde, kimin eli kimin cebinde, evinize geldiğinizde otobüsten indiğinizde huzurla karışık bir yalnızlık çöküyor üzerinize? Nerede o ter kokusu? ‘Yakınlarda tiyatro var mı?’ Yürüyordu kalabalık caddede, her gören bir amacı var sanıyordu, her gören yetişmesi gereken bir yeri varmış gibi davranıyordu ona, oysa o sadece gönlünden bir parça yere düşmüşte onu arıyormuş gibi yürüyordu, denizde yürümek kadar ürperticiydi yaptığı, beyninde dolaştırdıkları, cebinde taşıdıkları, midesinde taşıdıkları, vicdanında taşıdıkları, ve yediği tüm boklar… Geviş getiren bir hayvan gibi her seferinde bir kez daha yediği tüm bu boklar? Yere yığılsa keşke bunu yapacak gücü olsa, ama güçsüzlüğünü gösterecek kadar bile gücü yok onun? Kanının rengini göremeyecek, gözyaşlarına damlarken güneş ışığı tutup gökkuşağı yaratamayacak kadar yetişkinleştirilmiş yaşlı bir çocuk o… Yakınlarda bir tiyatro bulsa ne de mutlu olacak… Evet, bu sesler… Alkışlar, ritmik ve heyecanlı, köşeyi dön ve hedefe yaklaş… Alkışlar artıyor, kaynağı belli oldu evet orada insanlar, hepsi bir yumak olmuş, metronun çıkışında alakasız bir insan kalabalığı alkışlıyor, işte olan bu, işte tüm olan bu… Bir açık hava tiyatrosu, tiyatro festivali kapsamında 15 dakikalık bir oyun… Alkışlar bir şeyin bittiğinin göstergesidir, bitmiş bir oyun kaçırılmış bir fırsattır. El ele tutuşmuş her oyuncu artık gitmek istiyorum diye bağırır, utangaçça… Ve dağılıyor topluluk, 15 dakika boyunca durup tiyatro izlemiş insanlar oyun bitince çok önemli işlerini hatırlamış gibi hızlı hızlı yürüyorlar ve tiyatro göğe yükseliyor… Kim hatırlıyor? ‘Yakınlarda tiyatro var mı?’ ‘Kaçırdım işte ah aptal kafam, her düşünce 1 adım, kaçırdım işte…’ Dağılan seyirciyle birlikte toparlanan oyuncular arasında yerde bir şey fark etti, bir tekst sayfası, yerde yapayalnız, başlığı bile yok, galiba oyunun ikinci sayfası… Kâğıdı aldı ve cebine sıkıştırdı ve gitmesi gereken bir yer varmış gibi yürümeye devam etti; —Pardon hanımefendi ama o ne yavaş yürüme öyle, herkes gezmeye çıkmış olmayabilir’ dedi yol üzerinde asgari hızla giden, elinde bir poşet taşıyan kadına ve yürüdü, sonsuzlukta onunda yetişmesi gereken bir yer vardı elbet… Ama sonsuzluk beklerdi, orda saatler tik taklarla ilerlemezdi ve alkışlar... ‘Keşke, yakınlarda bir tiyatro olsa…’ * * * ‘Farkında olmadan ezecektim kadıncağızı!’ Uzun korna çalışlar, lastiklerin sessiz gürültüleri caddeye yayılmış, öğlen saatleri, trafik kilitli sayılır… Tam araçlar için yeşil ışık yandığında karşıya geçmek için yola fırladı genç bir kadın, belli ki bilinçsizdi, belli ki beklemeye sabrı olmayan saygısız biriydi, kendisine bile saygısı olmayan biri. Ve yolu bitirip, paldır küldür karşıya geçebildiğinde yüzünde anlamsız bir sevinç ve zafer dalgalanır çok büyük bir iş başarmış gibi… Hepsi böyle yapar, hepsi aynıdır.Sonra yoluna devam eder, çok acelesi varmış gibi. Ona da öyle oldu, şimdiden söylenmeye başlamış olan kreş öğretmeninden 15 aylık bebeğini alacak ve eve götürecekti, karısı işten gelene kadar bebeğe mamasını yedirecek ve biraz oynayacak, daha sonra kendi işlerine bakacaktı. Keşke bu kadar çabuk baba olmasaydı, henüz yuvarlaklaşmış bir karnın içindeyken ne kadar da uzun gelmişti hâlbuki bu süre, hiç geçmemişti, hemen doğsun istemişti, hemen görmek kucaklamak gelmişti… Ama şimdi tüm hevesi yok olmuştu, çok istenilen bir şeye ulaşmaya çalışmak ulaşmaktan daha keyiflidir, bu da öyleydi… O kendi çocuğunun farklı olacağını düşünüyordu, kim bilir, doğar doğmaz konuşmasını bekliyordu her halde, doğaüstü bir şey olmasını belki de… Ama herkes gibiydi, altına yapıyordu, sızlanıyordu, acıkınca saldırgan bir hayvan gibi karısının pembe göğüslerine saldırıyordu. O artık aldatılıyormuş gibi hissediyordu, evet, o göğüslere kendinden başkası nasıl dokunabilirdi ki? Tiksindirici… Üstelik kreş parası, bez parası, biberon parası ve daha birçok şey, o mini insan için yapılan harcamalar ne kadar da salakça aslında; o bütün bunların farkında bile değil, o küçülüp atılacak salak kıyafetlere, o küçük yetişkin tipinde hediye paketi haline getirilmiş kıyafetlere ve en kötüsü, bebeğin bokunu yapması için ödenen para; bez parası… Aman Tanrım, boku için para ödemek. Keşke bunları daha önceden düşünseydi, kürtaj parası bir bebeğin masrafından daha azmış meğer… ‘Farkında olmadan ezecektim kadıncağızı!’ Peki sevmiyor muydu çocuğunu, o acıktığında, o ağladığında duyduğu o his de neyin nesiydi o zaman? O düştüğünde, canı yandığında, o küçük tırnaklarını gördüğünde ‘Nasıl büyüyecek bunlar?’ diye düşünmesi neyin nesiydi? Bebeği seviyordu, kızdığı karısıydı. Artık onunla hiç ilgilenmiyordu, daha geçen yıl ne ateşli bir çiftlerdi? Her anları renkli her anları bir öncekinden farklı ve alışılmazdı, şimdiyse tam bir kreş ailesi oluvermişlerdi. Konuşacak neleri vardı? Görüşecek dostları, akşamları çıkılan o gezmeler, publarda sohbetler, bowling geceleri, hafta sonları doğa gezileri… Nerde kaldı şimdi hepsi? Artık görüştükleri arkadaşları sadece ‘çocuklu’ olanlardı. Onlarla da en geç dokuza kadar bir arada olabiliyorlardı, çocukların uyku saatleri geliyordu çünkü! Karşılıklı bir yemek bile yiyemiyorlardı ne zamandır, çocuk ya ağlıyor sızlanıyor ya da oynanmak istiyor… Suçlu kim? Bir bebek isteyen oydu öyle değil mi? Şimdiyse sızlanıyor, ama özlüyordu, eski günleri, ‘kızım emekledi, kızım ‘baba’ dedi, kızım çileği çok seviyor, bu ara başka hiçbir şey yemiyor’ da başka konuşacak bir şeyleri olduğu zamanları özlemiş olmalı... Belki de karısı da onu suçluyor, artık onunla ilgilenmiyor diye ona kızıyor, eski günlerini istiyor, ondan bir çocuk istedi diye kızıyor. Belki vücudu bozuldu diye onu eskisi kadar sevmediğini düşünüyor, eskisi gibi güzel olmadığını, göğüslerinin sarktığını… Evet, böyle olmuş olmalı, yoksa neden bu kadar uzaklaşsınlar ki? Hemen şuraya park edecek ve ona bir şeyler alacak, belki bir yüzük, belki bir şişe kırmızı şarap ya da bir rezervasyon yaptırmalıydı şık bir restorandan… Tekrar yakınlaşmalıydılar, eski günlerdeki gibi… ‘Farkında olmadan ezecektim kadıncağızı!’ Keşke tekrar karşılaşsa o kadınla, onun suratındaki korkuyu görmek insana vahşi olduğunu hissettiriyor. Belki o kadının da bir kızı var ve hasta, onu kreşten almak ve doktora yetiştirmek için koşuyordu. Keşke ona yol verseydi, keşke tekrar karşılaşsa ve ondan özür dileseydi. İnsanlar o kadar acil işleri varmış ve meşgulmüş gibi yürüyor ki, kimin gerçekten mühim işi var anlamak imkânsız. Herkes o kadar boş ki aslında, kimse ona ‘ÖNEMLİ’ diye yutturulan şeyin önemli olmadığını bile bilmiyor… ‘Şu an kim benim kadar meşgul ki bu sokakta?’ diye düşündü… ‘Karım benden uzaklaştı, bebeğim kreşte, baba baba diye ağlıyor olmalı, evliliğim bitmek üzere, her şey şu ana bağlı’ diyor ve hemen vazgeçiyor az önceki fikrinden… En meşgulü o, ‘İyi ki yol vermemişim o kadına’ diyor, kesin alışveriş yapmaya gelmiştir ya da kocasını aldatacaktır. Kadınlar başka ne yapar? ‘İyi ki yol vermemişim o kadına’ * * * ‘Aman Tanrım ya, nerde bu kağıt?’ Kalabalık dağılmıştı, herkes alkışlamış ve hiçbir şey olmadan yollarına koyulmuşlardı. Oyun havada asılı kalmıştı, sanki sokakta yaşanan aile içi bir tartışmaya kafalarını çevirip bakmıştı insanlar. Ve sonra dönüp gitmişlerdi. Oysa onlar bunun için ne kadar hazırlanmışlardı, kostümler, roller, ezberler, tekstler… Sahi ya, bütün mesele bir tekst sayfasıydı. Oyun için ta nerelerden gelmişti kızcağız, ama iki kuru alkışla bitmişti her şey. Gerçi ne bekliyordu ki? Ama daha düzgün olabilirdi, her şey her yer darmadağınmış gibi geliyordu ona. Hayal kırıklığı mı denirdi bu size, yoksa şaşkınlık mı bilinmez ama tüm suçlu o gürültücü kalabalıktı. Ne saygı duydular ne de gösterdiler, kimsenin umurunda bile değillerdi ki! Herkesin yetişecek bir işi, randevusu, okulu, kursu, akıp giden bir hayatı vardı. Kim öylesine bir tiyatroyu dinlesin ki? O parasını alıp oturmalı, gerisine karışmamalıydı. Herkes böyle diyebilirdi, sanatçıdan anlamayan herkes böyle derdi ki sanatçıdan başka kimse sanatı anlamazdı, kimse bilmezdi. Bir faydası olmadıysa verilen emekler niyeydi? Belki de insanlara tiyatro sevgisi aşılamıştı, tesadüfen gören bir çocuk ‘Anne biz de tiyatroya gidelim’ demişti. Saçmalık, 15 dakikalık oyundan kimse bunu çıkarmazdı, kendini bile kandıramıyordu, nasıl bir oyuncuydu o? Bir lafı unutmuş olması da bir başka gösterseydi yanlış meslek seçtiğinin, oysa tekstte işaretlemişti üzerini ‘ASLA UNUTMA’ yazmıştı, en can alıcı yerdi orası... Seyirciye suç bulacağına kendine bakmalıydı. ‘Aman Tanrım ya, nerde bu kağıt?’ Gerçektende neredeydi bu kağıt? Teyzesinin adresi o tekstin arka sayfasında yazılıydı, akşam teyzesinde kalacak ve yarın geri dönecekti. Teyzesini arayıp bir daha sormak istemiyordu, zaten sürekli ‘Sorumsuz kız’ imajı yapıştırılıyordu üzerine, ciddiye alınmıyordu…Sürekli kaybolurdu,bir başkasının yardımı olmadan 10 kez gitmiş olsa da daha önceden yinede bulamazdı, hep yanlış yerdeydi hep yanlış işlerdeydi…Hep salaktı, hep küçüktü. Başkaları doktor olurdu, mühendis olurdu, zengin olurdu, anne olurdu, o salak kalırdı çocuk kalırdı… Zaten teyzesi de onu sevmezdi, oyunu izlemeye bile gelmemişti bak! O kimseyi sevmezdi hele misafiri hiç! Sırça köşkü sadece ona özeldi, bir başkasına bir eşe bir çocuğa ya da misafire açık değildi. Onu arayamazdı, daha çok mahcup olmak istemiyordu, annesini de arayamazdı kadıncağız hem ablasının yeni evine hiç gitmemişti hem de bunu duysa kızına çok kızardı ‘Sorumsuzsun, dikkatsizsin, dağınıksın, hiçbir şey umurunda değil… Kime güvenip gittin oralara?’ derdi… ‘Aman Tanrım ya, nerde bu kağıt?’ Bir tek sokak ismi aklında kalmıştı, oda dikkatini çekmişti de ondan ‘Meneviş sokak’ bir çiçek adı mıydı bu? Nedense ona öyle geliyordu. Eşyalarını mavi sırt çantasına koydu,son kez tekst sayfasın aradı gözleriyle ama bulamadı, sonra yola düştü. Çalışma arkadaşlarına ‘ Hadi ben kaçtım’ dedi ve bilmediği sokağın derinliklerine doğru yürüdü, hızlı yürüdü, bu sokakta herkes hızlı yürüyordu, herkesin bir işi vardı. Kimseyi yavaş yürüyerek sinir etmek istemezdi, çünkü en nefret ettiği şeylerden biri buydu, aceleniz varken, yolda önünüzdeki kişinin aheste aheste gitmesi ve size geçecek yer kalmaması. Sürekli kendine küfrediyordu, ne kadar salaktı, bir tekst sayfasına bile sahip çıkamamıştı. Dönüp arkasına baktı, kenardaki dükkânlardan birine yaklaştı, ne çok insan vardı, onlardan biri muhakkak biliyordu Meneviş Sokağı, bilmeliydi… Sonra sormaya karar verdi, dünyada en sevmediği ikinci şeyde yol sormaktı. İnsanların acelesi vardı, kimse onunla uğraşamazdı, bazıları durur sinir sinir bakar ‘Bilmiyorum’ derdi, bazıları ‘Yabancısıyım buranın’ der kestirip atardı, bazıları ‘Taksiye bin, o götürür’ derdi, bazı iyi niyetliler ise hem yolu tarif eder hem de o tarafa giden ulaşım araçlarını sayardı; ‘otobüs durağı az ileride 211 numaralıya bineceksin, ya da soldaki sokaktan dümdüz git oradan dolmuşlar kalkıyor, önlerindeki tabelaya bak ona göre bin’ derdi… Sordu, önce gözüne anlayışlı birini kestirdi, bu muhakkak bir kadın olmalıydı, çok bilgiç, havalı, kokona biri olmamalıydı, dalga geçilirdi… Erkekler garip garip süzerdi, gençler ise umursamazdı. Bu yüzden dikkat çekmeyen, uzun elbiseli, esmer tenli, çantayı çaprazlama takan, elindeki poşeti masumca ayaklarının ritmine göre sallayan sade bir kadına; -‘Pardon! Meneviş sokak nerede? Nasıl gidebilirim oraya?’ dedi. Kadın durdu, gülümsedi. Sonra asla sigara içmemiş birinin ses tonuyla ve elini kolunu kullanarak tarif etmeye başladı. Çok uzak değildi kadının anlattığına göre. ‘Önce karşıya geç aşağı doğru yürü, direk git, orada büyük bir kitapçı var, istersen alt geçitten geç, orada oklar var ‘ Kızıl sokak çıkışı’ ndan çık ve ilk sağdan dön o sokak’ Kadın eliyle işaret ediyordu, o anlatmaya çabalarken diğer elindeki poşette hediye paketli bir şey gözüne çarptı. ‘Acaba neydi?’ diye düşüne düşüne yürüdü kadını dinledikten ve teşekkür ettikten sonra ‘Herhalde bir arkadaşının doğum günü, ya da kızının filan. Belki de evlilik yıldönümü…’ Tam karşıdan karşıya geçiyordu ki, sinir bozucu bir korna sesi uyandırdı onu düşlerinden… Bir an neye uğradığını şaşırdı, trafik lambasına baktı, az önce yürüyen adam durmuş ve kırmızılaşmıştı, ona korna çalan adamın suratında garip bir zafer ifadesini fark etti, arsız bir gülümseme… * * * ‘ Ne boş, isteksiz ve sıradan bir gün’ Böyle günlerde kimse bir şeylerin gerçek olabileceğini düşünmezdi, sadece yağmur yağabilirdi, güneş bile olsa tepede ısıtmazdı, sevindirmezdi. Eline aldı, siyah bir kutuydu, basit alelade bir kutu, sandık şeklinde bir mücevherat kutusu… Mücevherlere değer veren bir kadın değildi o, ‘hayat takılan bir broştan her zaman kıymetlidir’, derdi ve bunu hoş bir söz sanıp her söylediğinde keyiflenirdi. Evden bomboş çıkıvermişti, çantasını çaprazlama asmıştı; güvensiz her kadın gibi. Yürümüştü, şehir merkezine doğru anlamsız bir yolculuk. Biriyle karşılaşacakmış hissi içinde yürüdü, sanki yolda liseden sıra arkadaşıyla karşılaşacak beraber bir yere oturup kahve içeceklerdi ve onun günü renklenecekti farklılaşacaktı. Belki âşık olacaktı kim bilir; evliydi, çocuğu vardı ama bu günlerde sadece âşık olabilirse eskisi gibi olabilecek gibi geliyordu ona! Eskisi gibi keyif alabilecekti yaşamaktan. Gençken mücevherlerden nefret ederdi, ‘insanlar evlerinin anahtarını, banka cüzdanlarını boyunlarına, kollarına, kulaklarına takıyorlar’ derdi. O böyle konuştukça herkes onun fakir olduğunu düşünürdü, ulaşamadığın meyve çürük olanıdır sonuçta… Ama şimdi kocası altın takmasını istiyordu, inatla ona pırlanta ve benzeri saçma taşlar alıyordu ve bir yere gideceklerinde kafasını kaldırıyor, gözlerini kısıyor nazik olmaya çalışarak ‘ Şu yeşil taşlı kolyeyi taksan hoş durmaz mı? ‘ diyordu. Onun yerinde olmak isteyen onlarca kadın vardır elbet, ama o bu baskıdan zorunlu imaj maker hizmeti almaktan, özgürce salınamamaktan, kontrollü gülmekten, sosyetik restoranlarda ilginç isimli yemekleri yemekten yorulmuştu. O hayatın kalbinin arka sokaklardaki pasajlarda attığını biliyordu, ışıltı yalandı ama mat renkler insan kadar doğaldı, estetiksiz bir kadın kadar. Hoş görünmeyen ama lezzetli yemekler yemeyi özlemişti. Kocasının da bundan sıkıldığını düşünürdü önceleri, ama farkındaydı asıl neden oydu ‘Ben büyük adamım, sende büyütülmüş olmalısın en azından öyle gözükmelisin’ derdi…Bugün çantayı çapraz takıp halk sokaklarında yürüyebildiği için mutlu olması gerekirdi, özgür hissetmesi gerekirdi ama değildi, olamıyordu. Belki kocasının kendi beynindeki hayaletinden korkuyordu belki de artık o da değişmişti ona da mutluluk vermiyordu bol sıfırsız alışverişler, hediyeler… Hayır, olamazdı, o bir halk kadınıydı, herkesin eşit olduğunu savunurdu, sınıf sınıf ayrılmış çizgilerden yoksun olmak isterdi. ‘ Ne boş, isteksiz ve sıradan bir gün’ En sevdiği, geçen sene yazlıktan aldığı elbiseyi giydi asla önem vermeden, sandaletlerini giydi, kokoş gibi hissetmemek için güneş gözlüklerini bile almamıştı yanında. Sokağa dökülmüştü, egzotik olmayan bir meyvenin çekirdeği gibi. Hızlı hızlı yürüdü, sanki yaşama sevinciyle dolmuştu içi, her şeyi yapabilirmiş gibiydi sanki. Hayır dedi kendi kendine, hiçbir şey yapamazdı. Telefonu çalmıştı ‘Akşama plan yapma’ demişti kocası sonrada meşgulum diye kapatmıştı, tüm umudu inci kolyenin parçalanması gibiydi, dağılmıştı. Akşama plan yapma, benimsin… Zaten yapamazsın, ben olmadan sen bir hiçsin der gibidi. Sonra sokağın başındaki kalabalığa baktı ‘açık hava tiyatrosu’ afişini gördü ve anladı, nedense korktu içi burkuldu. Ondan başka herkes yaşıyormuş gibiydi sanki, bir tek o ölmüş ve uzaktan izliyordu yaşamı. Sonra o pasajı gördü, arkada ‘boşluk’ kokan dükkanlar ve sararmış gazeteler onu mutlu etmişti bir anda, hemen içeri daldı. Hala hayat belirtisi vardı bazı dükkanlarda, hatta bazıları şıkır şıkırdı ortama inat, vitrinlerden birinde ‘renkli taşlı’ bir sürü iğrenç takı gördü, imitasyon mücevheratlar… Biraz daha yürüdü, türlü türlü kumaşlar satan iki dükkan arasında sıkışmış bir tezgah gördü, inceledikçe sıkıldı hepsi renkliydi hepsi yaldızlıydı iğrençti. Kafasını çevirecekti ki, ikinci el eşyalar satan bir dükkan çarptı gözüne… İkinci el her eşya onu duygulandırırdı, bir yaşanmışlık bir ruh bulurdu her eski eşyada. Dükkan ‘eski’ kokuyordu sarışın bir kadın karşıladı onu, sigarasını söndürdü çabucak. ‘ Ne boş, isteksiz ve sıradan bir gün’ Eline aldı, tırnaklarının kutunun üzerinde bıraktığı sesten hoşlandı,tekrar tıklattı.Hiç değeri olmayan sıradan, can sıkıcı bir kutuydu bu.İçini açtı, sanki içinden öyle bir şey çıkacaktı ki ‘Bunu almalıyım’ dedirtecekti ona ama olmadı, içi de dışı kadar basitti, hiçbir şey içermeyen basit bir kutu. -‘Bunu alıyorum’ dedi, neden niye fiyatı ne bilmeden, sanki kendini kocasını cezalandırmak istiyordu, sanki o pahalı ama değersiz tüm mücevherler bu kutunun içinde yok olacaktı, bu sihirli bir kutuydu sanki. Parayı çıkardı, verirken nedense elleri titredi -‘Hediye paketi yaptıralım’ dedi, hep böyle yapardı, gereksiz bir şey yaparken ‘Ben gereksiz eşyalar alacak biri değilim, bu hediye… Ben gereksiz şeyleri kullanmam’ demek için. Gülümsedi ama içinden ağlamak geliyordu, kutuyu aldığı için kendine mi kızmıştı yoksa kocasına mı kızmıştı anlayamadı. Paketi aldı. Tam çıkıyordu ki kenarda bir saat gördü, ahşap guguklu bir saat. Ne kadar da hoştu! Bir guguklu saati olmasını isterdi hep. Guguklu saatler ona hep kasaba hayatını, kabarık etekli, başlıklı, güzel kadınları, sakallı şirin beyefendileri hatırlatırdı. ‘Guguklu saat’ dedi yüzü kararmış bir halde, devamını getirmedi çünkü ne diyeceğini bilmiyordu zaten… Satıcı kadın bilgiç bilgiç salladı kafasını, sesi tam bir altoydu…. -’Guguklu saatler, özgür hatunlara göre değildir, ben hiç sevmem… Hapishaneyi anımsatır bana.’ Dedi aynı bilgiçlikle… Ağlamamak için çabaladı, poşetini elinde yavaşça salladı ve önce dükkandan sonrada bu sinirli pasajdan çıktı. Güneş gözünü kamaştırdı, böyle olduğunda kendini bir melek gibi hissederdi, bir azize. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Telefonla konuşan kadınlara imrendi, yırtık kot giymiş kısa sarı saçlı kadına hayranlıkla baktı, o an soyunmak istedi, soyunmak ve bağırmak. Ama yapmadı, yapamadı. İyice yavaşlamıştı, öğle saati olduğundan sokak kalabalıklaşmıştı; -Pardon hanımefendi ama o ne yavaş yürüme öyle, herkes gezmeye çıkmış olmayabilir’ dedi arkasından gelen genç bir adam, sinirliydi, hırslıydı belli ki yetişmesi gereken bir yer vardı, kendisini sollayıp geçen adama bakakaldı, daha fazla tutamazdı gözyaşlarını, tuzlu tuzlu akan ter damlalarıyla savaşarak akıttı gözyaşlarını. Orda öylece durdu, birini bekledi, bir şeyi bekledi, sanki kendine uzanan bir kol bir gülümseme, sokaktaki bir ilan dağıtıcısının yüzü ya da bir bardak meyve suyu gibiydi içinden akan arzu. O şey neydi? Baktı o şey gelmiyor ona doğru, o yürümeye başladı. ‘ Ne boş, isteksiz ve sıradan bir gün’ Tam o anda bir ses durdurdu onu, genç çaresiz bir kızdı, kendi gençliğine benzetti onu, aptal ve yoksun… ‘Meneviş’ sokağı sordu kız, nasıl gidebilirim dedi.O da uzun uzun anlattı ‘Alttan geç, kızıl sokağa gir’ O an aradığı şeyin tam da bu olduğuna karar verdi, kendi gibi birine yardım etmek, mutlu etmek hatta kendi hayatına o kıza yaptığı gibi yön vermek. İşte istediği tam da buydu… Kızın gözlerinde ‘Anladım ama umarım bulurum’ ışığını gördükten sonra yürümeye devam etti, güçlü bir korna sesi duydu ‘Umarım biri ölmüştür, gereksiz biri gebermiştir ya da bir kadın intihar etmiştir, özgürleşmiştir’ dedi içinden ve bir anda şok oldu kendi kendinden korktu… Elindeki poşeti yolun kenarına doğru fırlattı, bir sokak lambasına çarptığını duydu. Sandaletlerinden çekip çıkardı ayaklarını, artık onun değildi o ayakkabılar. Koşmaya başladı, koştu bir maden suyu ferahlığıyla… * * * Bulvara kadar yürüdü, güneşten rahatsız olmuştu kendini gölgede kalmış bir banka bıraktı, işte bu sokakta cüzdan bulmak gibi bir mutluluktu… Susamıştı, büfeden su almak için para çıkarmaya yeltendi cebinden ama eline varlığını bile unuttuğu tekst sayfası geldi, okudu, oyun belli ki saçmaydı. Yalnızca bu sayfanın sahibinin fosforlu kalemlerle işaretlediği sözler dikkat çekiciydi, ‘ASLA UNUTMA’ yazmıştı bir cümlenin yanına.... ‘Umarım unutmamıştır’ diye düşündü Sayfanın arkasına baktı, bir adres gördü, alelacele yazılmış bir adres ‘Meneviş sokak’ta bir evin adresi. Belki de burada oturuyordur dedi önce ama sonra bu düşünce saçma geldi, kim neden kendi evinin adresini yazsın ki tekstinin üzerine… Keşke yakınlarda bir tiyatro olsaydı ve keşke hava bu kadar sıcak olmasaydı diye düşündü, bugün açılışı yapılan açık hava tiyatro festivaline gidebilirdi aslında ama vazgeçti, cebinde birkaç kuruşu vardı ancak, bu ay babası göndermemişti, aylardan hazirandı eve dönmesine bir hafta kalmışken babası neden para göndersin ki? Okulu bitmişti ama sınavlarım bitmedi demişti babasına, birkaç hafta daha yalnız kalmak için, boş boş dolaşmak için… Hiç parası yoktu, cüzdanında haftaya evine kalkacak otobüsün bileti duruyordu sadece, cebindeyse bir tekst sayfası… Kimsenin umurunda değildir bu sayfa diye düşündü, eğlenen, gülen bol bol arkadaşı olan parlak tiplerden birinindir dedi. O an babasının yüzü geldi aklına, parası yokken kendisine para göndermek için fazladan çalışan babasının yüzü, bir de bugünkü tiyatroda oynayanları düşündü bu tekstin sahibini mesela… Varlıklı, soylu, çocuklarına her daim destek olan aileleri vardır onların elbette, dedi kendi kendine ve kalktı banktan hışımla… ‘Meneviş sokağı’ biliyordu ve yakındı, hızlı hızlı yürüdü, alt geçitten kızıl sokağa çıktı sonra da meneviş sokağa döndü. Kenardaki duvara döndü, cebinden 07 uçlu ‘okul’ kalemini çıkardı ve tekstin üzerinde adres yazılı tarafına yazacak şekilde duvara dayadı kâğıdı ve yazmaya başladı; ‘Tebrik ederim, harika bir oyundu, sahneyi asla bırakmayın, gözlerinizdeki ışık bile izlenilmeniz için bir sebep’ Güldü kahkaha atarak güldü, yalanlar söylemeyi nede çok severdi... Evlerin numaralarına baktı ve adresi de gözden geçirdi, bulmuştu işte bu ulu, asil, güneşli binaydı demek adres, burası onun evi olmasa da adresini kağıda yazacak kadar yakındı buranın sahibiyle… Bir burjuvaydı işte… Kâğıdı nereye bırakacağını düşündü ve neden bu burjuva kızı mutlu edeyim ki diye geçirdi içinden ve kâğıdı yırtıp atmak istedi. Neden buraya gelmişti o zaman, ne ummuştu acaba? Sadece bir his, bu kâğıtta yazan adresin kime ait olduğunu görmek gerekliliğiydi hissettiği. Zenginliğe bakarak kendine acımak ama onları aşağılamak ihtiyacıydı bu. Görmüştü, evet zenginlerdi. Kâğıdı bırakmadan geldiği yönün tersine doğru, yukarıya doğru yürümeye başladı ki o an güneş ışığı gözünün içinde parıldamış, yerde gördüğü o şey gözlerini kör etmiş bir ışık yağmuruna tutmuştu onu… O an hissettiği, gölgede bir bank bulmaktan bile güzeldi; bir cüzdan vardı yerde hem de böyle bir sokakta, gözünün önünde yerde… Burjuvayı seviyorum dedi içinden ve teksti bırakması gerektiğini düşündü, önce el çabukluğuyla cüzdanı aldı yerden sonra daha cebine yerleştirmediği teksti, adresin gösterdiği evin önüne koydu ‘Bir teşekkür’ maksadıyla… Hızla yürüdü, cüzdanda ne kadar para olduğuna baktı ve gözleri parladı tekrar. Parayı aldı ve cüzdanı fırlattı, hemen bir bilet alacaktı, bir tiyatro bileti o akşam için… * * * Hemen indi arabadan, çabuk hareket etti ki, park yerine az para versin. İlk saat ücretsizdi eğer bir saatte bir hediye bulabilirse bugünün en mutlu adamı o olacaktı. O kadına korna çaldığında kadının suratındaki ifadeyi hatırladıkça bir garip hissediyordu kendini, sanki karısına çarpmak üzereymiş gibi hissediyordu. Otoparktan çıktı, acaba nereden bulabilirdi bir şey? İyi ki hediye alma fikri aklına hemen gelmişti, yoksa asla başka bir otopark bulamazdı. Karşıya geçmeyi düşündü, yola atladı ‘düüüüüüüüüüt’ irkildi, suratındaki korkuyu gören sürücü zaferle gülümsüyordu. İşte aynı duruma düşüyordu, az daha ezilecekti… Koşarak geçti karşıya geçti yaya geçidini kullanmadan… Çok acelesi vardı, bir saat dolmamalıydı! Hemen pasajlardan birine girdi, hemen bir mücevherat gördü ‘Bunu beğenir’ dedi aslında beğenip beğenmeyeceğini umursamadan sadece hediye almış olmak için düşünerek en ucuzlarından bir kolyeyi seçti ve aldı, cüzdanını çıkardı ve parayı verdi. Cüzdanını her gördüğünde mutlu oluyordu, çünkü zengindi... Kolyeyi aldı ve pasajdan çıktı biranda hediye paketi yaptırmayı unuttuğunu fark etti. Geri dönmek istedi ama vazgeçti, hediye hediyedir paketi olmasa da olur dedi içinden, hatta hafiften gereksiz bir iş yaptığını düşünmeye başlamıştı bile, ne gerek vardı o kolyeye para vermeye! Keşke o kadına korna çalmasaydı, geçmesine izin verseydi, o zaman kadın türünden özür dilemek için karısına hediye almak zorunda kalmazdı. Ama almıştı işte… Karşıya geçmek istedi tekrar arabasına ulaşabilmek için, ama bu sefer trafik lambası olmadan cesaret edemezdi! Hızlı adımlarla kaldırımın kenarından yürümeye başladı, sonra saatine baktı, daha çok var diye düşündü, kreşteki bebeği de bekleyebilir elbette, dedi ve hızını biraz keserek devam etti yürümeye. Bir ara gözüne bir poşet çarptı, ileride duruyordu, sanki fırlatılmış gibiydi, sokak lambasının hemen yanında, içinde de bir hediye paketi vardı, içinde de bilinmeyen bir nesne… Yaklaştı ve umursamazca eğildi, o asla yerde gördüğü şeyleri almaktan çekinmezdi, para görse de alırdı, toka görse de… Hediye paketinin içindeki şeyin sert bir şey olduğunu anladığında ‘ya bombaysa?’ fikri gelse de aklına o tınmadı ve paketi açtı. Bir kutuydu, gereksiz bir kutu… ‘Ha ha, hediye paketi yaptıramadım diye mücevher kutusu gönderdi Tanrı! Tanrı iyinin yanında’ dedi. Tanrıyla dalga geçmeyi severdi, O da onunla. Tanrı’yla dalga geçtiğinde kendini Tanrı sanırdı, inançsız olmak ve öyle gözükmek ona güç verirdi. Kutuyu tekrar poşetine koydu ve yoluna devam etti. Önce geçitten geçti, sonra arabasına bindi, 1 saat dolmadığından hınzır bir gülümsemeyle otopark görevlisini selamladı ( Para vermek zorunda kalsaydı asla selam vermezdi. ) Sonra Meneviş sokağa sürdü, kreşe gitti, ağlamaktan gözleri şişmiş kızına zoraki gülümsedi, geç kaldığı için kendisine surat yapan kreş öğretmenine de aynı zoraki gülümsemeyi verdi ve arabasına doğru yürüdü kucağında kızıyla. O yürürken arkasından bir şey düştü ama duymadı ve görmedi. Kızı fark etmiş ‘Ba-ba, paa’ demişti ama o umursamamıştı, ona göre çocuklar hep saçmalardı şu an o da öyle yapıyor olmalıydı ‘Evet kızım…’ dedi ve önce kızını arka koltuktaki arabaya monte edilmiş o garip nesneye yerleştirip kemerini taktı sonra da kendi bindi ama kemerini takmadı. * * * Kızıl sokaktan çıktıktan sonra adresi sorduğu kadından aldığı talimata göre yürüdü ve meneviş sokak azılı tabelayı gördüğünde havai fişek izleyen çocuklar gibi mutlu oldu gözleri, peki ya hangi ev olduğunu nereden bilecekti? İçi yine karanlıklaştı, önce sokaktan birine teyzesini soracaktı ama sonra vazgeçti, ‘Büyükşehirlerde kimse kimseyi tanımaz ilkesini’ unutmuştu birden. Sokak boyunca yürümeyi düşündü, sanki bir ev ‘burası, burası’ diye bağıracaktı ona… Mucizeler hep dünya üzerindedir, çünkü mucizelere en çok dünya üzerinde ihtiyaç duyulur. Dolandı, önce sokağı baştanbaşa yürüdü sonra karşıya geçti birde oradan baktı o çift veya üç katlı saray yavrusu evlere, birkaç mağazayı ve birde çocuk kreşini es geçmişti, camdan teyzesini görmeyi umarak diğer evleri inceledi… Tam artık kendisine en yakın bulduğu evlerden birinin zilini çalacakken yerde bir kağıt paçası gördü, sanki bu bir izdi, bir ipucuydu. Eğildi, baktı hayır, değildi. Herhangi bir kağıt parçasıydı işte bomboş renksiz ve tozlu, biri düşürmüştü belli ki, sonrada üzerine basmış olmalıydı ( 41 numara ayakkabısı olan biri yapmış olmalıydı bunu). Somurtarak doğruldu ve kalktı o an kendinse bakan buz gibi zarafetiyle kendisine bakan teyzesini gördü çapraz karşısındaki evin önünde… O an yalnız kalabalıklar içinde çocukluk arkadaşını görmüş gibi hissetti ve teyzesine koştu ne kadar sevmese de -‘Hoş geldin! ‘ yapay bir içtenlikle.‘Sen burayı nasıl buldun?’ -‘E, adresi vermiştin ya teyze.’ -‘Öyle mi dersin ben pek öyle sanmıyorum…’ İçeri geçti ve vestiyerde kaybettiği tekst sayfasını gördü, eline aldı ve ortadan ikiye yırttı -‘Bunu kaybettim ama hatırlıyordum adresi’ dedi muhteşem bir gururla Tekst sayfasının arkasına bakmadan çöpe attı, hayat o kadar parlaktı ki, o an bulmayı başarabildiği o adres ona her şeyi başarabileceğini hissetmişti, ne garip… Her şey mümkündü… * * * O özgürlüğe koşuyordu, ayakları kanayana kadar koşuyordu ve o akşam kocasının istediği yere gitmeyecekti. Herkes onun acelesi olduğunu düşünüyordu, evet onun acelesi vardı, kaybettiği bütün günlerin öcünü almaya yetişmeliydi… * * * ALPER TURAN
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alper Turan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |