Kürtaj sadece kendileri bir zamanlar doğmuş insanlar tarafından savunuluyor. -Ronald Reagen |
|
||||||||||
|
“Sanki karnımın üstünden geçiyor vapurlar...Ne çok martı var, ne kadar zarifler, şu minik iskele ne kadar güzel,” diye düşünüyor. - Bak abla ne güzel kokuyor bunlar, al bir tane! Diyerek, kendisine bir demet nergis uzatan güler yüzlü, altın dişli çingene kadınına para vermek için çantasını karıştırıyor. Aldığı nergislerin kokusunu derin derin içine çekiyor. Bir an kendisine gözlerini dikmiş bakan güvercinle gözgöze geliyor. Elindeki simitten bir parça koparıp atar atmaz güvercinler çoğalıveriyor. Kalan simidi de onlara atıyor. Şimdi, elinde bir demet nergisle arkasına yaslanan kadın, karşı sahillerin camilerle bezeli siluetine bakarken, ilk defa bu şehre gelişi canlanıyor gözünde... Önünden vapurlar geçer, martılar uçuşurken, belleğinin onlarca yıl gerilere gidebilmesine şaşırıyor... “Hangi onlarca yıl,” diyor kendi kendine. “Tam kırkbeş yıl geçti aradan!” “Olamaz!” diyerek bir daha hesaplıyor. Öyle ya sekiz yaşındaydı o zaman. Şimdi elli üç olduğuna göre... “Ne kadar çok severdi İstanbul’u annem, hiç dilinden düşürmezdi.’’ O yaz tatilinde İstanbul’a gitmeye karar verdiklerinde çok sevinmişti. Tatili iple çekmiş, önünü gelen herkese sevinçle yazın İstanbul’a gideceklerini anlatmıştı. Ankara garında beklerken içi içine sığmamıştı. “Kuşetliyle gidecegiz,” diyordu annesi. Bu kelime çok hoşuna gitmişti. Kafasında tekrarlayıp duruyordu. “kuşetli...kuş etli...etli kuş... kuşetli...kuş etli...etli kuş...” Küçücük yüreğinde İstanbul heyecanı, akşam üzeri bindikleri trende, güle oynaya başlamıştı yolculuk. Bir süre sonra kompartımandaki yatakları hazırlamıştı babası, yatmışlardı ama uyumak ne mümkün! Yüreğindeki İstanbul heyecanına bir de trenin olağanüstü gürültüsü eklenmişti. Beyni, yüreği, karnı, yani kulaklarıyla birlikte bütün organları bu gürültüyü dinliyordu sanki, çuf çufçuf çufçufçuf . Yarı uyur yarı uyanık, daha garip gümbürtülerle gözlerini açıyor, bu sarsıntılara trenin, uzun uzun, kulak tırmalayan düdük sesi karışıyordu. Ne bitmek tükenmek bilmez bir yolculuktu bu. Gün ağarmıştı. Pencereye kafasını dayayıp uzun süre dışarıyı seyretmişti. Vın vın gözünün önünden akıp giden manzarayla oyalanmıştı. Pendik’te inmişlerdi trenden. Öyle yorgundu ki, güzelim denize bakmıyordu bile. Bahçeli küçük evler, yeşillik, ağaçlar, sakin sessiz bir köy... Bu muydu annesinin dilinden düşüremediği İstanbul! O yaz bir ay kalmışlardı Pendik’de. Çok da gezmişlerdi. Görkemli saraylar, müzeler, kiliseler, Ankara’da hiç rastlamadığı çeşit çeşit evler... İşte arkasında duran bu gara da gelmişlerdi. Hava sıcaktı, trenle, otobüslerle yapılan gezmeler yorucuydu... O tatilden geriye kalan en güzel anısı, tatilin son günü de olsa yüzme öğrenişiydi. Dönerlerken ağlamıştı “Biraz daha kalamaz mıyız?” diye. Bu ilk tatilden sonra hemen hemen her tatil gidildi İstanbul’a. Acı tatlı anıların biri gelip biri gidiyor, uçup konan martılar gibi. Bazen hayran olmuş, bazen da nefret etmişti bu şehirden. “Nefret” deyince, kendisine elle sarkıntılık eden adam geliyor aklına. Sahi kaç yaşındaydı o zaman, 16 , 17 olmalı. Babası hemen yakasına yapışmıştı adamın. “Yapma abi, ben sizi turist zannettim kusura bakma,” diye yalvaran, özrü kabahatinden büyük adamı zor almışlardı elinden. “Ne kadar üzülmüş ne kadar utanmıştım...Sanki suçlu benmişim gibi!” diye düşündü. Babası da “Sanki suçlu benmişim gibi’’ demişti, arabaları soyulduğu sene. Sultanahmet Meydanında işkembeciye girmişlerdi. Bir çorba içimi sürmüştü parktaki arabalarının soyulması. “Aç bir adam düşün! Fırından ekmek çalıyor, sen de arabanın içinde görünür bırakmışsın eşyalarını, tabii soyulur araban”, diyerek, azarlamıştı polis babasını. Bir ay sonra hırsızın bulunduğu haberi gelmişti. “Tabii hiçbir şey geri gelmedi” diye düşündü siyah paltolu kadın, dudaklarında acı bir gülümsemeyle. Bir kez daha hayıflandı firuze taşlı yüzüğüne, sanki dün kaybetmiş gibi İstanbula’a her gidişlerinde, Ankara’ya taşınan anılar değişiyordu da annesinin İstanbul tutkusu hiç değişmiyordu. Oysa bu arada, ikisi de öğretmen olan anne ve babası kendilerini İstanbul’a tayin ettirmeyi başarmışlardı. Ama Daha sonra korkup vazgeçmişlerdi. “Çok keşmekeş bu şehir,” demişti babası. “Çok kalabalık , sudan çıkmış balık gibi hissediyor insan kendisini! Bu şehirde nasıl çocuk büyütülür?” demişti annesi, onca sevdiği İstanbul’dan vazgeçerken. “Vazgeçmek mi?” diye düşünüyor siyah paltolu kadın. “Annem İstanbul’dan hiç vazgeçmedi ki! Emekli olduğunda, günlerce arayıp bir daire alışı, vazgeçemediği içindi. Günün birinde mutlaka bu şehre yerleşmeyi, burada yaşamayı hayal etti,” diye düşünürken, yanaklarından süzülen yaşları eliyle siliyor. Annesinin kendisine, sadece içinde oturmak kısmet olmayan o daireyi değil, aynı zamanda İstanbul tutkusunu da miras bıraktığını hayretle fark ediyor. Önünden ardarda geçip giden vapurlar gibi, birgün İstanbul’a yerleşme hayaliyle geçip giden yılları düşünerek hüzünleniyor. Yıllardır eşinin emekliliğini bekliyorlar, İstanbul’a yerleşmek için. Tatillerde uğrayıp birkaç gün kaldıkları bu şehir, her seferinde şaşkına uğratıyor onları. İkirciklik içinde dönüyorlar otuz yıldır yaşadıkları Almanya’ya. Sonra Günlerce İstanbul konuşuluyor. “Yaşanırdı, yaşanmazdı..” tartışmaları yapılıyor, bir süre sonra da konu rafa kalkıyor. Siyah paltolu kadın, “Aslında hiç bir zaman rafa kalkmıyor bu konu benim için,” diyor: Televizyondaki dizilerin hemen hemen hepsine en güzel çehresiyle kulis olan, buna karşılık her gün izledikleri haberlerde acı ve korkunç yönleri ekrana gelen İstanbul’u görünce her Allahın günü, “Ah gitsek yerleşsek artık”la, “Bu ne biçim şehir!” arasında dolaşıp durduğunu düşünerek. Emekliliklerinde yerleşip yerleşmemeye karar vermek üzere, bir kez daha “alıcı gözle bakmak için” geldikleri bu şehirde, Haydarpaşa Garı önündeki bu bankta, denizin müziğine kapılmış, mutlu hissediyor kendini. Ve umut dolu bir sesle “Evet, mutlaka yerleşeceğiz bir gün buraya.” diyor. “Bekle bizi İstanbul!” © Dilek Asar
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dilek Asar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |