Güzellik her yerde karşılaşılan bir konuktur. -Goethe |
|
||||||||||
|
Baharın gelmesi ile birlikte canlanan doğa bu yılın oldukça verimli geçeceğinin müjdecisi idi. Dağlarda eriyen karlar derelere inmiş, var gücü ile denize kavuşmaya çalışırken, özgürlüğe doğru büyük bir gürültü ile akıyordu. Karların erimesi yeşil çimlerin bir halı gibi ufuk çizgisinden başlayıp bir halı gibi ortaya çıkmasını sağlamıştı. Alabildiğince uzanan yeşil halının üzerinde çiçekler, doğal bir halının motifleri gibiydiler. Kekik kokusu ortalığı sarmış doğanın o müthiş ahengi her yerde hissediliyordu. Dağ insanları, hasatlarının başlayacağı günlerin hazırlıklarını yaparken hayvanlarının daha iyi beslenebilmesi için alacakaranlıkta yollara düşüp, onları en iyi beslenecekleri otlaklara götürüyorlardı. Çetin geçen kış aylarından sonra bu güzel günlerin tadını hayvanlarını otlatırken yaşamak, dağ insanlarının her yıl bekledikleri tadına doyamadıkları anlardı. Haliloğlu Rıza, çocuk yaşta başladığı hayvanları otlatmaya her zaman ki gibi yine alacakaranlıkta çıkıyor, akşama ancak derme çatma evlerine dönebiliyordu. Dağlarda anasının hazırladığı çıkını ile çıkının içindeki çökelek, ev lavaşı ile karnını doyurup tüm gününü geçirirken, o bu tatları dünyanın en güzel lezzeti bilmişti. Zaman ilerledikçe dalyan gibi bir genç delikanlı olmuş, uçsuz bucaksız dağların ona yetmediğinin hissediyordu. Hayvanların peşinde koşarak ömrünün geçmemesini diliyordu. Bu dünyadan başka bir yer bilmiyordu belki ama ufku genişti en azından. Değişiyordu, büyüyordu ve gelişiyordu. Anası da Rıza’daki değişikliğin farkına vardı. Ayşe Kadın oğlundaki bu halleri Halil İbrahim Ağaya söyledi, karı koca ne yapacaklarını bilemeden arpacık kumrusu gibi düşünüyorlardı artık. Bunun üzerine Halil İbrahim Ağa, askerlik arkadaşı Muhtar Remzi’ye gitti. Oğlu Halil’in durumunu anlattıktan sonra, Halil Ağa ne yapması gerektiğini sorduğunda aldığı cevap oldukça ilginçti. Muhtar Remzi, köyün önde geleni olmasına rağmen pek sevilmese de sözü dinlenir, köylü ondan akıl alırdı. Halil İbrahim Ağa’nın da onun söylediklerine aklı yattı, dediklerini yapmaya karar verdi ve akşama doğru evine döndü. Merakla bekleyen Ayşe Kadın’a; “ Oğlan Nerde?” “ Yattı, Bey” cevabını alınca rahatladı. “ Gel de konuşalım” “ Muhtarla konuştuk, oğlanın halini anlattım, gülmeye başladı. Halil Ağa senin oğlan evlenmek istiyor dedi bana. Şaşırdım. Ne yapacağız diye sordum. O da; bizim hanımın bir yeğeni var, güzel, alımlı, becerikli bir kız, siz de tamam derseniz hanımla konuşurum. Dedi Bu akşam hanımı ile konuşup haber verecekler” dedi. Ayşe kadın’da tarif edilemez bir mutluluk vardı. Ama hafif bir buruklukta yüreciğine oturmuştu. Ya oğlunu paylaşacak gelinin gelecek olması, ya da başka bir şey, adını koyamadı. Ama yine de mutluydu. İçine torun heyecanı da düştü, kuzucuğunun çocuklarını, torunlarını bir an önce kucağında görmek içim hayaller kurmaya başladı yaşlı kadın. Olanlardan habersiz, her gün olduğu gibi Rıza ertesi sabah hayvanlarını alıp dağlara vurdu kendini. En çok huzur bulduğu, sonsuz yalnızlığın, sessizliğin olduğu dağlara. Hayvanları, Rıza, bir de sonsuz ufuk. Bu arada gün içinde Halil İbrahim Ağa Muhtar Remzi ile görüşmüş ve aldığı sevindirici haberi çoktan Ayşe Kadına getirmişti. Evde farklı bir hava vardı, akşamın olmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Hava kararırken, hayvanların sesi ile kapıya yöneldiler. Biraz tedirgin, biraz heyecanla Rıza’ya anlattıkları karşısında genç adam ne diyeceğini bilemedi. Babasının aldığı bu kararı sadece onaylamak kalıyordu geriye. Ama genç adamın içinde kopan fırtınaların sebebi evlenmek isteği değildi elbette. Gençliğinin de etkisi ile damarlarında akan kanın hızından olsa gerek farklı şeyler yaşamak istiyordu ancak, çaresiz, kendisi için alınan bu karara uymak zorunda olduğunu bilmesi onu biraz daha içine kapadı. İlerleyen günlerde her ay yaptıkları gibi o ay sonunda babası ile birlikte pazara gitmek için hazırlandı. Pazarda satmak için, koyun peynirlerini, hayvan derilerini, dağlardan topladıkları envayi çeşit otları katırlara yükleyip alacakaranlıkta yola koyuldular. Katırların arkasından, sıcak havada patika yollardan geçerek uzun bir yürüyüşten sonra kasabaya geldiler. Taş, toprak ve patika yollarda yürümekten Rıza’nın ayağına giydiği ayakkabı parçalandı. Halil İbrahim Ağaya bir şey söylemedi ancak acıları yavaşlamalarına neden olmuştu. Babası ayağındakileri görmüş, oldukça üzülmüştü. Ayakkabısının ayağını acıtmaması, taş ve toprak gelmemesi için çaput bağlayan Rıza’ya, “ Nahiye’ye gelince sen doğru hana git. Katırları güvenli bir yere bağla. Malları emanete ver sonra Pazaryerine yanıma gel” dedi. Yorgun, perişan haldeki Rıza işini bitirdi. Ertesi gün kurulacak Pazaryerine babasının yanına uğradı. Açacakları serginin yerini ayarlayan hazırlayan Halil İbrahim Ağa, Rıza’ya ayağına yeni bir ayakkabı alması birkaç kuruş verdi. Yeni bir ayakkabı alıp büyük bir mutlulukla ayağına geçirdi ve nahiyede tüm yorgunluğuna rağmen dolaşmaya başladı. Kalabalık içinde kendini daha mutlu hissediyor, merak ve hayretle etrafı seyrediyordu. Renkli bir dünya idi burası. Akşam olmasına rağmen insanlar sokaklarda, her yer gaz lambaları ile aydınlanmış ışıl ışıldı. Ertesi günü Pazar olmasının da elbette ki etkisi vardı bu duruma. Delikanlı, meyhanelerde şarkılar, türküler söyleyenleri, kahvehanelerde oyun oynayanları, dükkânların önünde konuşan sohbet edenleri izledi yürürken. Bu gezintini sonunda hayatını değiştirecek yere geldiğinin farkında bile değildi genç adam. Karşısında duran kalabalığa bir anlam veremedi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken yanından geçen yaşlı bir adam, “ Sen askere gitmedin mi” diye sorunca, “ Yok, Emmi, daha gitmedim” dedi. “ O zaman gir sıraya seni de yazsınlar, askere alma sırası bu” deyince “ Babam,” dedi. Tereddütlü bir sessizlikten sonra “Sormadan olmaz” diyerek hızla oradan uzaklaştı. İçine bir ateş düştü Belki de bu askerlik, onu merak ettiği yaşama götürecekti. Tüm bunlara rağmen babasına sormadan da karar veremedi. Akşam olduğunda handaki kalabalığın çıkardığı uğultu içinde yemeklerini yediler. Taş handaki serinlik, günün sıcaklığının unuttururcasına, herkesin rahat bir uyku çekmesini sağlıyordu. Sıra ile serilen yer yataklarında yatıp, günün yorgunluğunu atarken ertesi güne hazırlanıyorlardı. Gecenin geç saatlerinde, Hali İbrahim Ağa sarma sigarasını yakıp sırtını dayadığı duvardan güç alarak günün yorgunluğunu attığı sırada, Rıza aklını karıştıran, çarşıdaki olayı babası ile paylaşmanın tam sırasını olduğunu düşündü ve içindekileri babasına anlatmaya karar verdi. “ Baba, bugün çarşıda gezerken askerlik şubesinin önündeki kalabalığa girdim. Ne olduğunu öğrendiğimde ben de orada olmak istediğimi anladım. Eğer izniniz olursa askere gitmek istiyorum” dedi. Korkudan, alnından akan terleri silerken, babasından gelecek cevabı büyük bir merak ile bekliyordu. Sigarasından bir nefes daha çektikten sonra Halil İbrahim Ağa yüzünü oğluna çevirdi. Anlamsız ve donuk bir ifade ile “Gitmek istediğinden emin misin” dedi. “ Eğer gidersen, 4 yıl orada kalacaksın, belki de bir daha geri dönmeyeceksin veya dönemeyeceksin buna rağmen gitmek istiyor musun? Yarın buradan kazanacağımız para ile senin evliliğin için gerekli alış verişi yapacağız? Buna rağmen gitmek istiyor musun” dedi. Baba ve oğul arasında geçen bu konuşmanın ardından kısa bir sessizlik oldu. … Rıza kararlılıkla, “ Gitmek istiyorum” dedi. Sigarasının sonuna gelen Halil İbrahim Ağa kafasını sallayarak, “ Peki, yarın sabah işin bittikten sonra git adını yazdır” dedi. Yaşlı adamın yüzündeki anlamsız ifade büyük bir üzüntüye dönüştü. Yüzünü oğluna göstermemek için yatağına uzandı ve arkasını döndü. Babasının aldığı bu karardan memnun olmadığını anlayan Rıza yine de içindeki sevinci ile yatağına yatıp ertesi günün bir an önce gelmesi için uykuya daldı. … Ertesi sabah erkenden Pazaryerine gidip sergilerini kurduktan sonra babası, “ Tamam, sen git işini hallet” dedi. Rıza heyecanla Pazaryerinden uçarcasına uzaklaşıp askerlik şubesine doğru yola çıktı. Şubenin önüne geldiğinde sabahın bu erken saatinde sıranın dünkü gibi uzun olmadığını görünce sevinci katlanarak arttı. Şubeden içeri girdiğinde masalarına daha yeni oturmuş olan zaptiyeleri görünce ilk masaya yöneldi ve derdini anlattı. Söylenen her şeye cevap verdikten sonra okuma yazması olmadığından Arapça harflerle dolu kâğıda mürekkep sürülmüş parmağını bastı. Ona söylendiği gibi öğlenden sonra tekrar şubeye gelmek için oradan ayrıldı. Pazaryerine geldiğinde babasına her şeyi anlattı. Memnuniyetsiz bir şekilde işine devam eden adam, “ Tamam” dedi sadece. … Vakit ilerlemişti. Rıza’nın gözü ağa babasının cebindeki köstekli saati kollarken, Halil İbrahim Ağa, “ Sen git vakit olmuştur” dedi. Genç adam şubeye gittiğinde eline verdikleri kâğıdı okuyamadı. Utana sıkıla kapıda nöbet bekleyen Zabitlerden birinin yanına yanaştı ve “ Beyim burada ne yazıyor” “ Askere gideceğin yer yazıyor, Erzincan Merkez Karargâhı, en kısa sürede oraya teslim olman lazım” dedi zabit genç adama. Heyecanla şubeden ayrılan Rıza babasına kendisi için müjdeli, ailesi için bir o kadar üzücü haberi verdi. Halil İbrahim Ağa’nın çatlamış, sigaradan sararmış dudaklarından, “ İyi, hayırlı olsun” çıktı sadece. Kasabadaki işlerinin bitmesi ile evlerine döndüler. Kazançlı bir Pazar olmuştu onlar için. Ayşe Kadın’a olanları anlattıklarında yaşlı kadın ağıtlar yakarak ağladı bir müddet. Aldırış etmedi Rıza, nasıl olsa alışır diyerek. Rıza çok kısa bir sürede işlerini halletti, yakında toparlanıp yola çıkacaktı. Köydeki hemen herkes ile helalleşti. İleride evleneceği kızın evine gittiler tanışmak için. Babalar sözleşmiş kız verilmişti. Askerlik dönüşü gençler evlenecek, torunlarını bekleyeceklerdi. Tüm bu olanlardan sıkılmış bir kenarda oturan Rıza içten içe de sözlüsünü merak ediyordu. Birazdan sözlüsü Emine odadan içeri girdiğinde Muhtarın söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu gördüler. Rıza, kızı görünce içinde farklı duygular hissetmişti. İleri ki yıllarda bu kızın karsı olacağını düşündüğünde heyecanlandı. Emine, uzun boylu, ince bedeni ile misafirlere ikramda bulunurken Rıza gözleri yerde bakabildiği kadarıyla sözlüsünü takip etmeye çalışıyordu. İlk başlarda isteksiz olmasına rağmen kızı gördükten sonra mutlu olayların devam etmesini diledi içinden. Emine’nin babası iki gencin konuşması için onları evin avlusuna gönderdi. İki genç avunun içinde, üstü üzüm asması ile çevrilmiş, altındaki sedirde oturuyorlardı. Rıza, genç kıza çekingen ve heyecanlı, “ Evlenmek istiyor musun” diye sorduğunda genç kızın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Utangaç kız sadece başını yana doğru yatırdı. Rıza bunun evet anlamına geldiğini düşünerek, “ Ben askere gidiyorum, uzun bir süre gelemeyeceğim. Bunu sana söylediler mi” diye sordu. Genç kız, “ Olsun, beklerim” cevabını verdi, derinden konuşarak ve sessiz. Rıza ilk kez sesini duyduğu kıza biraz daha bağlandı. “ Tamam, hadi içeri geçelim” diyerek kız için bu heyecanlı anı daha fazla uzatmadı. Evden yeni ailesinin elini öperek, helalliklerini alarak, sözlüsünün gözlerinin içine bakarak, askerlik dönüşü düğünün yapılmasını kararlaştırarak ayrıldılar. Kasaba üzerinden Erzincan’a gitmek için uzun ve meşakkatli bir yol kat etti. Erzincan’a vardığında yeni yerler görmenin sevinci ile asker ocağına teslim olduktan sonra ilk gece başka bir yatakta yatmanın heyecanı vardı. Ailesinden uzakta, sözlüsünün gözleri hayalinde uyudu. Günler eğitimlerle geçerken, Rıza okumayı ve yazmayı da öğrenmek için büyük bir çaba sarf etti. Muallim olmayacaktı belki ama en azından kendini ifade edecek kadar öğrenecekti okumayı ve yazmayı. Rıza çok iyi derecede silah kullanan bir asker haline geldi kısa sürede. Attığını vuran, dağlarda iz süren, saygı gören bir asker. Bölüğünün gözdesi, saygılı, terbiyeli, devletine hayırlı olacak bir askerdi artık o. Günler günleri takip etmiş, delikanlı daha da gürbüzleşmişti. Aldığı eğitimlerinde etkisi ile çok daha uyanık, güçlü kuvvetli birisi olup çıkmıştı. Yakın bir zamanda yeni görev yerlerine gönderileceklerdi. Bu günü heyecanla beklerken kendisi için çok daha farklı bir haber geldi hayatını değiştirecek. Eline verilen haber pusulası ile yeni kurduğu dünyası başına yıkıldı. Gelen haberde babasının öldürüldüğü yazıyordu. Anacığının yanında olması gerektiğini hissettiğinde komutanının yanında buldu kendini. Derdini anlattı, fakat askerlikte eğitiminin bitmemiş olması nedeniyle hiçbir yere gidemedi. Askerlik ile ilgili tüm görüşleri değişmeye başladı o günden sonra. Aklı anacığında kaldı. Ne yapardı, nasıl yaşardı, babasını kim, neden öldürmüştü. Tüm bu sorulara her akşam yattı koğuştaki yatağında cevap bulmaya çalışıyor ancak bir cevap bulamıyordu. Ve kararını verdi. Bir gece herkes yatarken gizlice asker ocağından kaçtı. Günlerce dağlarda yol aldıktan sonra evine geldi. Hiçbir şey askere giderken bıraktığı gibi değildi. Anacığı sanki eskisinden daha da yaşlanmış, çökmüştü. Bir an için bu yiğit delikanlıyı gören kadın kim olduğunu anlamaya çalıştı. Az gören gözleri oğlunu gördüğünde ağıtlarla karşıladı oğlunu. Ana oğlun uzun süren sarılması, Rıza’ya uzun zamandır hasret kaldığı ana kokusunu tekrar hatırlattı. Gözleri yaşlı anacığından olanları tek tek dinledi. Anacığının anlattıklarını dinledikçe içindeki öfke dağları aşıyor, olanları bir türlü hazmedemiyor, kabullenemiyordu. Halil İbrahim Ağa, dağlarda hayvanları otlatırken bir grup eşkıya tarafından öldürülmüş, sürünün büyük kısmı kaybolmuştu. Ancak bunu yapanların kim olduğunu kimse bilmiyordu. O gece, aylardır özlemini çektiği evinde, gözleri yaşlı hasret giderdi. … Muhtar Remzi’nin yanına gidip her şeyi ondan da dinlemek istedi. Bunun için ertesi sabah erkenden köye indi, doğruca köy kahvehanesine gitti. Muhtar her zaman ki gibi erkenden kahvehaneye gelmiş, sedire bağdaş kurup oturmuş köpüklü kahvesini içiyordu büyük bir keyifle. Muhtar delikanlıyı karşısında gördüğüne şaşırdı, içtiği kahvenin telvesi boğazında kaldı. Hafif bir öksürük krizinden sonra, “ Rıza sen askerde değil miydin, oğul” dedi şaşkınlıkla. Olanları bir de Muhtardan duymak isteyen Rıza, anlatılanlar karşısında pek tatmin olmadı. Farklı bir şey söylemedi muhtar Rıza’ya. Bu bilinmezlik içinde Muhtarın yanında bir müddet oturdu. Muhtar, “ Eee, oğul, senin askerlik ne çabuk bitti” diye imalı bir soru sordu Rıza’ya. Cevap alamayınca. “ Sen asker ocağından kaçmışsın anlaşılan” dedi. Halil İbrahim Ağa’nın ölümünden sonra muhtarın asıl amacı ortaya çıkmıştı. Eşinin yeğenini Rıza ile evlendirmek istemesi ise sadece bu sebeptendi. Halil İbrahim Ağa’dan dere kenarındaki çok değerli arazisini satması için baskı yapmış ama bir türlü adamı ikna olmamıştı. Dağlarda eşkıyalık yapan Çavuş Cabbar ve adamları ile kurduğu planı uygulamış ve yaşlı adamı dağda hayvanlarını otlarken öldürtmüştü. Muhtar, “ Oğul, yeğenim Emine’yi sen askere gidince Çavuş Cabbar’ a verdik. Eee nede olsa Emine, genç güzel kız, isteyeni çok. Senin de ne zaman geleceğin belli değil, anası babası beklemek istemedi everdiler kızı” dedi. Genç adamın içindeki öfke daha da artmıştı. Rıza, köyünden bilgisiz-cahil olarak ayrılmış delikanlı değildi. Bu nedenle durup dururken, herkesin sevdiği, kimseye kötülüğü olmamış bir adamı neden öldürsünler diye düşündü. Köylünün çoğu her gün dağlarda hayvanlarını otlatırken bir de üstüne üstlük daha büyük sürülerinin olmasına rağmen neden Halil İbrahim Ağa idi. Rıza köyün içinde bir o yana bir bu yana koşturup duruyor bilgi toplamaya çalışıyordu. Köyde sağa sola sordu. Araştırdı. Bir şeyler döndüğünü anladı. Muhtar, Halil İbrahim Ağa’yı öldürmesinden sonra hediye olarak yeğeni Emine’yi ve hatırı sayılır miktarda altını Cabbar’a hediye olarak vermişti. Delikanlının içindeki durduramadığı öfkesi kendini yiyip bitiriyordu. Akşama doğru evine geldiğinde anacığını ocak başında büyük tencerenin önünde gördü, bir müddet kapıdan öylece onu seyretti. Yaşlanmıştı Ayşe Kadın. Eskisi gibi iş göremiyordu. Tencereyi karıştırırken söylediği türküleri, ağıtları dinledi bir müddet. Uzaklaştı kapıdan ve bahçe çitlerine yöneldi. Kendine oturacak bir yer aradı. Elleri başının arasında ne yapacağını düşündü bir müddet. Yanımda yaşlı bir kadın, ben asker kaçağı, ne yapabilirim? Diye çıkış aradı bir müddet. Bu arada Muhtar Remzi çoktan zaptiyeler haber göndermiş, zaptiyeler nahiyeden, asker kaçağını yakalamak için yola çıkmıştı bile. Küçük bir bölük halinde silahlı zaptiyeler sabaha karşı Muhtar Remzi’nin kapısında bittiler. Remzi onlara yolu tarif ettikten sonra olacakları düşünerek keyiflendi. Arazinin ona kalacağı düşüncesi ile sabah kahvesini istedi hanımından. Rıza, sabahın erken saatlerinde ellerinde kalan birkaç küçükbaş hayvanı ile dağlara çıktığından, evde sadece yaşlı kadın vardı zaptiyeler geldiğinde. Yaşlı kadını, oğlunun nerede olduğunu öğrenmek isteyen zaptiyeler hırpaladılar bir müddet. Ve bir paçavra gibi fırlatıp attılar bir kenara. Fazla gücü kalmayan yaşlı kadın yılların verdiği acılar ve yorgunluklarla oracıkta, oğlunu bu zalim dünya da tek başına bırakarak çok uzaklara gitti. Rıza olanlardan habersiz dağlarda hayvanlarını otlatırken hala ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. En iyisi buralardan gitmek diye düşündü. Eve gelince anacığını da alıp buralardan gideceklerini söyleyecekti. Öyle karar aldı. Kasabada veya nahiyede bir yerde bir şekilde yaşayıp gideriz diye düşünerek evinin yolu tuttu erkenden. Dağlardan aşağı dere kenarındaki yığma taş ile yapılmış evine doğru yola çıktı. Yeşil çimenlerin üstünden dağ çiçeklerinin arasında, elindeki çubuğu sallayarak, günün güzelliklerini yaşayarak yol aldı. Eriyen karların gücüyle çağıldayan derenin sesi kulaklarına geldiğinde evine yaklaşmış olmanın sevinci ile hayvanları ile biraz daha hızlandı. Artık olduğu yerden küçük derme çatma, büyüyüp serpildiği evini görebiliyordu. Ancak uzaktan gördükleri karşısında hızını kesti, yavaşladı. Olanları çözmeye çalıştı. Bir anlam veremedi. Evin etrafındaki zaptiyelerin kendisi için geldiğini anlaması çok da uzun sürmedi. Zaptiyeler evin etrafına yayılmış, siper almış beklerken, kendini evin rahatlıkla gözüktüğü bir kayayı siper etti. Bir elin parmakları kadar kalmış olan hayvanlarını etrafında tutmaya çalışıyordu. Boyunlarındaki çanların ses çıkarmasını engellemek için onları çıkardı. Ve kayanın arkasından kendisini göstermeden gizledi. Dağlar onun asıl evi olduğu için burada zorlanmadan kalabileceğinden, zaptiyeler gidene kadar bekleyecekti. Bu bekleyiş içinde kafasının içinde dolaşan sorulara cevap arıyordu. Onu almaya gelmişlerdi ama bunu kim haber vermişti. Gördüğü kadarıyla zaptiyeler düzenli birliktendiler. Kasabadan geldikleri aşikârdı. Çünkü etrafı tanımadıkları uzaktan bakıldığında rahatlıkla anlaşılıyordu. Bir müddet düşündü, sorularının cevaplarını birer birer bulmaya başladı. Onun geldiğini anacığı, Muhtar Remzi ve köylüden başkası bilmiyordu. Köylünün kasabadaki zaptiyelere ulaşamayacağından dolayı tek bir kişi kalıyordu geriye, Muhtar Remzi. Babasının öldürülmesi ile ilgili köyde bilgi almaya çalışırken öğrendiklerini yaşadıklarıyla birleştirdi. Köylünün anlattığına göre, Muhtar uzun süredir dere kenarındaki araziyi Halil İbrahim Ağa’dan istiyordu. Halil İbrahim Ağa’nın bu araziyi askerden dönünce Rıza’ya vereceğini, evlenince buraya evini yapacağını söylemişti Babasının öldürülmesi, zaptiyelerin evine gelişini kimin yaptığını anlaması uzun sürmedi. Gece olduğunda gökyüzündeki milyonlarca yıldızı yorgan yapıp, gecenin ayazından kendini hayvanlarına sarılarak korudu. Sabahın ilk ışıklarına kadar kayanın arkasında bekledi. Ara sıra uyuyup uyanıp evi ve zaptiyeleri kontrol etti. Gün aydınlandığında, Rıza’nın gelmesini bekleyen zaptiyelerin toplanıp, uzaklaşmasını seyretti. Zaptiyeler gözden kaybolana kadar olduğu yerden çıkmadı. Her şeyden emin olduktan sonra tüm gücünü toplayıp koşar adımlarla kayaların arasından evine, anacığına evine ulaştı. Dağlar artık eskisi gibi gözükmüyordu gözüne. Derenin çağlayarak akan azgın suları, dağların yüceliği, intikam duygularının büyüklüğü kadardı. Evine girdiğinde karşılaştığı manzara karşısında attığı çığlık, derede akan azgın suları bile bastırdı. Acısının karşılığı yoktu. Dünya üzerindeki biricik varlığı anacığı artık kollarının arasında, cansız bedeni ile yatarken alacağı intikamın hesaplarını yapmaya başladı. Tüm taşlar yerine oturdu. Muhtar Remzi, Çavuş Cabbar… Kim varsa hepsinden intikamını almaya söz verdi, acısını yüreğine gömerek. Tüm yokluklar içinde, tek başına, anacığını kendi elleri ile toprağa teslim etti. Gözlerinden akan ve o günden sonra bir daha akmayacak olan yaşlar mezarın üstüne dökülen su yerine geçti. Anacığının son dualarını okuduktan sonra evine girip ihtiyacı olan her şeyi topladı. Baba yadigârı martinisini, fişekliklerini, barutluğunu aldı. Aba zıpkasını giyip boynuna muskalığını taktı. Sırtına geçirdiği heybesinde içine hala anacığı kokan çıkınlarla doluydu. Halil İbrahim Ağanın yıllarca üstünden inmediği, gözünden bile sakındığı küheylana binip evine son kez baktıktan sonra anılarını, geçmişini arkasında bırakıp dağların zirvesine doğru gem vurdu. Tozu dumana katarak oradan uzaklaşırken, tepeye geldiğinde atının üstünden geriye şöyle bir baktı. Evine, anasına veda etti. Halil Oğlu Rıza o gün, orada öldü. Artık o bir dağ eşkıyası oldu. İsmi HALİLO… Adı ve şanı dilden dile dolaşacak, hakkında türküler yakılacak bir efsane olacaktı Halilo. Ezilmişin, fakirin dostu, zalimin zengini korkulu rüyası. … Eski ismi ile Rıza, yeni ismi ile Halilo atının üstünde tozu dumana katarak tüm hatıralarını ve acılarını geride bırakarak yeni bir isim ve geleceğe doğru dörtnala yol aldı. Hayvanlarını otlattığı dağların zirvelerinde, kimsenin bilmediği kayalıklara doğru sürdü atını. Kendini saklayacağı Rıza’yı öldüreceği sığınağına geldiğinde akşam olmuştu. Gecenin karamsarlığı dağların üstüne çöktüğü bu karanlıkta, yeni bir insan doğacaktı yeni güne. Kayalıkların arasındaki mağarada küçük bir ateş yaktı genç adam. Babasının tabakasını çıkardı büyük bir özenle çıkınının içinde. Büyük bir hayranlık ve özlemle babasına hiçbir zaman söyleyemediği hislerini gümüş tabakaya anlattı o gece sarma sigaraları içerken. Her çektiği nefeste alacağı intikamın kurgusunu yaptı aklının her bir köşesinde. Sabahın ilk ışıklarına kadar tavanı aydınlatan ateşin önderliğinde içinde yanan ateşin büyüklüğü ile intikamının her anını yaşadı. Yeni günün ilk ışıkları ile birlikte kayalıkların içinde gizlenmiş mağaradan yep yeni bir insan çıktı dışarıya. Yirmili yaşlarda dünyaya gelmiş yeni bir insandı artık o. İçinde yanan büyük ateşin eşliğinde, hayata atılan ilk adımlarında dağların sahibi olarak seyretti her yeri. Dik omuzları, mağrur bakışları ve ateş saçan gözleri, sırtında martinisi, üstündeki aba zıpkası ile boynunda sallanan gümüş muskasını dudaklarına götürdü, öpüp çatlamış alnının derisine değdirdi. Alnının yazısını yazıyordu sanki kayanın üstünde. Bakışlarını göğe kaldırdı, masmavi bulutsuz gökyüzüne, sonsuzluğa konuştu, “ Ezilenin, haklının yanında olacağıma, Kötülere, ezenlere karşı duracağıma, Yetimin, öksüzün hakkını koruyacağıma, Anamın, Babamın ve nice yitenlerin intikamını alacağıma, Hayatım üstüne yemin ederim. Allah’ım bana yardım et, Gazamı mübarek eyle.” Dedikten sonra namazını kılıp atına binip kayaların içindeki yeni evinden yola çıktı. Baba yadigârı küheylanı ilk sürdüğü yer eski köyünün patika yolları oldu. Sabahın ilk ışıkları ile çıktığı hedefine öğlene doğru yaklaştı. Köye yakın bir yerde kimseye görünmeden hazırlıklarını yaptı. Akşamın çökmesini beklemeye, köydeki hareketliliği gözlemeye koyuldu. Avını bekleyen bir kartal gibi kayalıkların üstünden aşağıda küçücük duran köyü seyretmeye başladı. Onu arayan zaptiyelerin kasabaya dönüp dönmediğinden emin oldu. Köy her günkü hareketlilik içinde yaşam devam ediyordu. Muhtar Remzi her gün olduğu gibi köyün kahvesindeki sandalyesine bağdaş kurup oturmuş keyifle sigarasını içiyordu. Keyfine diyecek yoktu. Yaptığı plan işlemiş o değerli arazi ona kalmıştı. Kimsesiz arazinin üstüne bir leş kargası gibi çöküvermişti. Yakın bir zamanda gelecek misafirlerini beklerken onları ağırlayacağı yerin hazırlanması için köylüye talimat vermişti. Köpüklü kahvesinde höpürdeterek aldığı her yudumda içindeki keyif daha da artıyordu. Köylülerden kendisine yardım istemek için, paralarını ödemek için gelenlere kötü davranışını sürdürüyor, adamlarına itip kaktırıyordu. Zavallı köylünün yapacak bir şeyi olmadığı için katlanıyordu bu yerleşik leş kargasına. Eli silahlı adamları köyde istedikleri gibi davranıyor çilekeş köylü sesini çıkaramıyordu. Kayaların üstündeki Halilo büyük bir sabırla bekledi geceyi. Boynuna sardığı anacığının ördüğü atkıyı, boğazından çıkarıp sadece gözlerindeki ateş gözükecek şekilde sardı yüzüne. Başındaki kabalaktan sonra alnı ve gözleri gözüküyordu. Gecenin sessizliğinde hayalet gibi indi köye. Herkes sıcak döşeğine yatmıştı olacaklardan habersiz. Remzi’nin evine doğru sürdü sessizce atını. Eve yaklaştığında indi atından, yakın bir yere bağladı. Bir yılan gibi süzüldü eve sessiz ve derinden. Gümüş kamalığından çıkardı yeni bilevlediği kamasını. Gecenin karanlığında bile ışıltısı gözüküyordu kamanın. Dolu halde sırtına çapraz taktığı martinisi ile ahşap evden içeri sızdı bir ışık gibi. Gölgesi bile yoktu Halilo’nun. Yaldır yaldır parlayan siyah deri çizmeleri ile parmaklarının uzunda ilerledi evin içinde yatak odasına doğru. İçerden gelen hırıltılardan ve horlamadan duydu düşmanının sesini. Evde başka kimsenin olmadığından emin olduktan sonra kapıyı yavaşça açıp içeri daldı. Yün yatağının içine gömülmüş koca bedeni ile yatan Rıza’nın yanına kadar sokuldu. Elini Remzi’nin ağzına götürüp kapattı. Yataktaki boğuşma ile uyanan kadına doğru tek bir hamlede salladı elindeki kesin kamayı. Hiç ses çıkaramadan beyaz döşeğe düşen kadınla birlikte yatak ala renge döndü bir anda. Korkudan gözleri yumurta büyüklüğünde açılan Remzi, bir şeyler mırıldanmaya çalışırken, “ Altınların, malın mülkün, köylüden aldıkların nerde?” dedi. Sert, kalın ve kararlı ses Rıza’ya, yaldır yaldır eden kamanın ışığında. Muhtar Remzi köylüden çaldıklarını gözleri işaret ederek götürdü sadece gözlerindeki yanan ateşi gördüğü adamı, canından çok sevdiği altınlarına ve diğerlerinin yanına. Adamın verdiği örtünün içine döktürdü Halilo her şeyi Muhtar Remzi’ye. Muhtar Remzi’nin boş kalan ağzından sadece, “ Kimsin” kelimesi çıkabildi korkudan. Bunun üzerine Halilo birazdan bu pis hayatına son verecek olması nedeniyle açtı yüzündeki atkıyı. Yüzünü gösterdi kurbanına. Tanıdığı Rıza’yı gören, Remzi envayi çeşit yakarışlarla yalvardı hayatını bağışlaması için genç adama. “ Yanlışın var Muhtar, benim adım Halilo, Halil Oğlu Rıza. Senin tanıdığın Rıza öldü. Öldürdüğün Babamla, Anamla. Şimdi sıra sende.” Dedi ve bir hamlede loş odanın içinde parlayan bir ışıltı oldu. Elleri ile boğazından akan kanları durdurmaya çalışan Remzi yere serildi bir anda, çıkardığı hırıltı ile. Halilo, yerde duran örtünün üzerindeki serveti bohça yapıp geldiği gibi sessizce ayrıldı, kötülüğün karargâhından. Atını alıp köyün imamının evinin kapısına geldi. Kapıyı çaldı. Bir müddet bekledikten sonra kapının ardındaki ses, “ Kimsin gecenin bu kör saatinde” dedi. “ Aç, hoca efendi, aç. Hayırlı bir iş için geldim, aç” dedi kalın ve karalı sert ses. Bir müddet tereddüt yaşayan hoca, korkarak kapıyı açtı. “ Korkma Hoca Efendi, Allah’ın misafiriyim ben. Azıcık vaktini alıp gideceğim” dedi. Elindeki ağır bohçayı Hoca Efendinin önüne fırlattı. “ Bunları fakire, yetime, öksüze dağıtacaksın Hoca, muhtaç olanlara vereceksin. Köylüden alınan her şeyi Allah’ın adaletini sağlayacak şekilde dağıtacaksın. Bunlar Muhtar Remzi eşkıyasının köylüden çaldıkları. Tapuları, altınları. O şimdi Allah’a hesap vermeye gitti. Eğer cehennemde sen de onunla buluşmak istemezsen bunları adaletli dağıt. Adaletsiz dağıttığını duyarsam, hakları hak edene vermediğini duyarsam, seninde canını almaya gelirim” dedi elindeki kanlı kamayı göstererek. Korkulu gözlerle Halilo’ya bakan Hoca, “Tamam, tamam, aynen dediğin gibi yapacağım” diyebildi. Atına binip uzaklaşırken arkasında onu seyretti Hoca. Halilo, köyün her yerinden görünen tepenin üzerine çıktı. Gökyüzündeki ayın da verdiği aydınlıkla martinini çıkarıp havaya birkaç el ateş etti. Merakla yataklarında fırlayan köylüler kendilerini sokağa attıklarında tepenin üstünde aba zıpkası ile atının üstünde duran adamı fark ettiler. Meraklı ve korku dolu gözlerle onu seyrederken, “ Ey, köylüler, Zalim Muhtar Remzi’nin sizden çaldıklarını size geri veriyorum. Yarın sabah erkenden Hoca efendinin yanına gidin o size adaletli bir şekilde haklarınızı dağıtacak. Eğer dağıtmazsa Muhtar Remzi ‘nin canını aldığım gibi onun da canını almaya geleceğim, kim ki bu vakitten gayrı yetimin, öksüzün, fakirin, köylünün hakkını yerse, diyin ki Halilo senin canını alacak. Bunu herkese yayın. Gayrı bundan sonra yalnız değilsiniz ” dedi. Ve martinisinden bir el daha havaya ateş edip, atını şaha kaldırıp üzerinde durduğu tepeden geldiği gibi karanlığın içine dalıp kaybolup gitti. Halilo büyük bir hızla dağların arasında yeni yuvasına doğru dörtnala gidiyordu. İçinde tarif edilemez bir huzur ve mutlulukla. Planının ilk safhasını gerçekleştirmiş bir şekilde karanlıkta çimenlerin üzerinden kapkara bir yılan gibi kaybolup gitti. Arkasında ertesi günden sonra katlanarak artacak bir efsane bırakarak. İlerleyen günler içinde, kim olduğunu bilemedikleri bu adama dua ederek ve yaptıklarına, yapmadıklarını da katıp etrafa yayarak geçip gitti. Halilo efsanesi köyden köye yayılmaya başladı. Zalimler, hırsızlar her gece yataklarında artık bir korku ile uyumaya başladı. Artık dağların efendisi olan Halilo zenginlerin kervanlarının peşine düşmüş, dağ yollarında bu kervanları kolluyordu. Kasabadan, Nahiyeye, Nahiyeden Kasabaya giden kervanları takip edip malların bir kısmına el koyuyordu. Topladıklarını gece vakti gittiği köylerde fakir gördüğü evlerin önüne bir hayalet gibi bırakıp, geldiği gibi kimseye hissettirmeden dönüyordu. Zaman zaman zalim olup zaman zaman iyilik yaparak geçiyordu günleri. Bazen zenginden alıp fakire veren adil dağ eşkıyası, bazen zalim bir katil. Geçen her gün ismi dilden dile dolaşıp efsanesi gün be gün katlanarak büyüyordu. Bundan sonra intikamı için kurduğu planının ikinci kısmını uygulamaya geçecekti. Evi bildiği dağdaki mağarasında kendini yeni hedefine hazırlarken, ismini bir kez daha değiştirecek, eski kimliğine Rıza olarak hayata geri dönecekti. Bir asker kaçağı olarak babasının katili Çavuş Cabbar’a sığınacaktı. Halilo kimliğini açığa çıkaracak her şeyini mağarada bırakarak sırtında babasının martinisi, boynundaki muskası ile atına binip uzun, yorucu ve bir o kadar da tehlikeli hedefine doğru yola çıktı. Canının parçalarını kendisinden ayıran hedefe, tek bildiği dağlarda hayvanlarını otlatmak olan Rıza, kaderin ona öğrettikleri, sırtına yüklediği ağır hatıraları ile yeşil çayırların üzerinde avına doğru ilerleyen yılan gibi süzülerek ilerledi. Atının her bir adımında yapacaklarını düşünürken, Çavuş Cabbar’a hazırladığı sonu ona yaşatmak için emin, mağrur ve kararlı bir şekilde obaya girdiğinde, havaya sıkılan bir el silah sesi ile irkildi. Peşinden, “ Silahını bırak, atından in, ellerini havaya kaldır” diye seslenen adamın söylediklerini teker teker yaptıktan sonra, kayalıkların arasından çıkıp gelen adamlara kendini teslim etti. “Kimsin, ne için geldin” diyen kaba, sakallı adamın yüzüne doğru baktığında cevap vermek istedi ancak adam elindeki silahın kabzası cevap vermesini beklemeden Rıza’nın yüzüne indi. O anda itibaren bilincini kaybederek yer yığıldığında kahkahalar atan eşkıyalar onu obaya doğru sürükleyerek götürdüler. Rıza kendine geldiğinde elleri ve ayaklar bağlı bir şekilde kendini yerde yatıyordu. Hissettiği tek şey o dayanılmaz baş ağrısı idi. Sanki beyni kafasının içinden çıkmak için kafatasını zorluyordu. Ellerini başına götürmek istedi ancak başaramadı. Öylece kurbanlık bir koyun gibi yerde yatarken onu oraya getiren eşkıyalardan biri yanına geldi. “Köylü kendine gelmiş” diye bağırdığında ses başındaki ağrı ile kafasının içinde yankılandı. “Cabbar Ağa’ya haber verin” dedi bir diğeri. Rıza’yı yaka paça tekrar sürükleyerek büyük çadırın içine soktular ve yere doğru fırlattılar. Kendini toparlamaya çalışan genç, yiğit delikanlı, köylü kıyafetleri içinde Çavuş Cabbar’ın önünde idi artık. Bir kumar oynamış ve istediği yere gelmişti. Bundan sonrasının çok daha önemli olduğunun bilincinde başı önde ses çıkarmadan oturdu. Cabbar, “ Kimsin, buraların bana ait olduğunu, izinsiz girilmeyeceğini kimse sana söylemedi mi? Anlat hadi” dedikten sonra ayağı ile Rıza’nın başına doğru hafif bir tekme attı. Geriye doğru düşen Rıza, “ Ağam, benim adım Rıza, evim barkım yok, anam babam öldürüldü, asker kaçağıyım, sığınacak tek yer senin yanın, iyi tüfek kullanırım, ne dersen yaparım, bana da yanında yer ver, seni pişman etmem ağam, elini ayağını öpeyim, ne olur, gidecek hiçbir yerim yok” Çavuş Cabbar’ın karşısındakinin kim olduğunu hatırlaması uzun sürmedi. Çok derinden gelen, pis bir kahkaha attıktan sonra, “Vay, şu çulsuza bak, bize sığınmış. Sen ne iş yaparsın da ben seni yanıma alayım?” dedi küçümseyen bir ifade ile. “ Ağam bir kere fırsat ver, eğer beceremezsem beni ne yaparsan yap, ister öldür, ister zaptiyeye teslim et” Kısa bir sessizlikten sonra Cabbar, “ Tamam, sana bir fırsat, tek başına bir kervanı soyacaksın, öldüreceksin, adamlarım seni takip edecek. Eğer beceremezsen, sen de bu dağın topraklarını kanıyla sulayan bir kurban olarak toprağa gübre olacaksın” dedi. Sert ve acımasız bakışlarını adamlarına çevirip kafasıyla götürmeleri için işaret etti. Rıza’yı apar topar çadırın içinden çıkardılar. Çadırın içindeki zevki sefayı gören Rıza, içten içe daha da hırslandı. Yarı çıplak dans eden kasabalardan, nahiyelerden kaçırılıp getirilen Rum kızların fink attığı çadırda, içki, enfiye her şey vardı. Zevk içinde yaşadığı çadırı görünce, köylüyü ezen, kızları kaçıran, tecavüz eden bu dağ eşkıyasından alacağı intikam hırsı daha da arttı. Cabbar’ın yeni karısı ise eski nişanlısı Emine zorla bu adama verilmiş, görmediği işkence kalmamıştı tazenin. Daha gencecik yaşında gördüğü eziyet anlatılır gibi değildi. Rıza’nın obaya geldiğini duyduğunda belki de bu yaşına kadar aldığı en iyi haberdi genç kadının. Sevincini saklamaya çalışıyordu kocasından. Askere gitmeden önce gözleri gözlerine değen sözlüsü bugünün yiğit delikanlısı. Belki de onun için gelmişti Cabbar’ın yanına diye düşündü. Heyecanlandı, içindeki sevinç yumağı yuvarlanarak büyüdü. O gece Rıza için oldukça uzun geçti. Ertesi gün hayatının sonuna kadar pişmanlık ve azap duyacağı şeyleri yapmak için hazırlandıktan sonra Cabbar’ın adamları ile dağlara doğru yola çıktılar. Dar geçidin kenarlarına siper aldıktan sonra avlarını beklemeye başladılar. Rıza bu uzun bekleyişte baba yadigârı tabakasından sarma sigarasını içerken, diğer adamlar kendisini takip ediyorlardı. Bu azap verici bekleyiş öğleden sonraya kadar sürdü. Ve nihayet birkaç zaptiye eşliğinde gelen küçük kervanı gördüklerinde kendi aralarındaki işaretlerle Rıza’ya haber verdiler. Olduğu yerden kafasını kaldıran Rıza yaşamak için öldürmek zorunda olduğunun bilinci ile istemeden alacağı canları izlemeye başladı. Kafasında onlar gelene kadar planını kurdu ve uygulamaya koydu. İyi bir nişancı olan Rıza kısa sürede tüm zaptiyeleri alaşağı etti. Kervan korumasız ortada kalakalmıştı. Elindeki silahı ile sığındığı kayaların arasında bir kartal gibi geçidin içine inen Rıza, kervandaki değerli ne var ne yoksa hepsine el koydu. Cabbar’ın adamları birkaç tane zavallı köylüyü saldığını görünce, “ Canlı kalmasın, herkesi öldür” diye talimat verdiler kayaların arasından. Rıza gözlerindeki yaşları içine akıtarak, bu büyük acıyı içine gömerek verilen talimatı yerine getirdi. Hiçbir suçu olmayan, tek derdi mallarını pazara götürüp getiren zavallı köylülerin intikamını alacağına, içindeki tarif edilemeyen acı ile cesetlere bakarak söz verdi. Görevini yerine getirmiş olarak obaya döndüler. Olan biten her şeyi Cabbar’a anlattılar. Keyfi bir kat daha artan Cabbar, Rıza’yı o gece çadırında ağırladı. Gecenin sonunda onu ödüllendirmek için genç Rum kızını ona hediye etti. İtirazı olmadan verilen hediyeyi alan genç adam obadaki çadırına geceyi geçirmek için gitti. Tüm gece boyunca Rum kızı Eleni’ye elini bile sürmedi. Sabaha kadar yan yana yattılar. Rıza, Eleni’ye nerden geldiğini, ne kadar zamandır burada olduğunu sordu. Uzun zamandır kendisinin insan yerine koyan Rıza karşısında dili çözüldü güzel kadının. Bozuk Türkçesi ile anlatmaya başladı Eleni. Birkaç yıl önce bir gece kasabadaki evlerinden ailesinin nahiyedeki akrabalarının yanına giderken, geçitte kendilerine saldırıldığını tüm ailesinin öldürüldüğünü söyledi. O zamandan bu yana kendisinin de öldürülmesi için her gün tanrısına yalvardığını anlattı. Cabbar’ın adamlarının baskından sonra onu obaya getirip çadırına attıklarını, söyledi. “ O geceyi hayatım boyunca unutmayacağım. Önüne attıklarında yerlerde sürülmekten elbisem paramparça olmuştu. Çadırda kadınlar yarı çıplak dans ediyorlardı. Cabbar adamlarına kim olduğumu sorduğunda ona getirdikleri ganimet olduğunu söylediler. Kahkaha atarak. O eşkıyanın sabaha kadar yapmadığı işkence kalmadı. Her şeyi yaşadım. En son beni gelen misafirlerine sunmaya başladı. Birkaç kez kaçmayı denedim, her seferinde yakalanıp eskisinde daha kötü işkenceler yaptılar. Ben de artık kaderime razı oldum. Eski saf, genç olduğum o günlerimi özlüyorum. Hayallerim, sevdiği vardı. Artık sadece hayatımın bir an önce bitmesini bekliyorum. İntihar etmeyi denedim, beceremedim.” Dedi yeşil gözlerinden akan yaşlarla. Rıza “ Elimden geleni yapacağım ama gördüğün gibi artık benimde senden pek farkım” “ Senin yanında kalmama izin ver, sen beni istersen beni sana verir” “ Bak, Eleni sana yardım ederim. Ama şimdi değil. Bu kadar zaman dayanmışsın, biraz daha dayan.” Sabah karşı Eleni’ye, “ Bak, bu gece olanlardan kimseye bahsetme, sabaha kadar beraber olduğumuzu söyleyeceksin” dedi. Eleni gece konuştuklarının üzerine genç adama inanmış ve ona güvenerek “ Tamam” dedi. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte çadırından çıkan Rıza, gece yaşadıklarını kanıtlarcasına obanın yanındaki su birikintisinde yıkanmaya gitti. Bir müddet sonra obaya dönerken, elinde kova ile su almaya giden Emine’yi görünce tanımamazlıktan gelmek istedi. Ancak genç kadın hiç de öyle davranmayacaktı. İzlenmediğinden emin olan genç kadın Rıza’nın önünde dizlerinin üzerine çökerek, “ Ne olur beni affet, bunu ben istemedim, beni zorla bu eşkıyaya verdiler, kaç kere kendimi öldürmek istedim, ama yapamadım, ben senindim ama Muhtar Remzi beni Cabbar’a peşkeş çekti. Babanın arazisini paylaştılar. Hediye olarak da beni ona verdi” dedi gözlerinden derelere taş çıkarırcasına akan gözyaşları ile hıçkırırken. Rıza, omuzlarından tutup onu ayağa kaldırdı, “ Her şeyi biliyorum, geldiğimde seni Cabbar’a verdiklerini duydum. Babamı kaybetmenin acısı ile acım duyduklarımla bin kat daha arttı. Ben seni sözlüm bildim. İlk başlarda kızdım ama gerçekleri duyunca yaşadıkların karşısında hiddetimden ne yapacağımı bilemedim. Ama şimdi ne yapacağımı biliyorum ve bu nedenle de buradayım. Bundan sonra sana güvenebilir miyim ” diye sordu gözlerinin içine bakarak. “ Evet” dedi genç kadın. Bir daha “ Evet”. “ Bana o zaman yardım edeceksin” dedi. “ Ne istersen, istersen senin bile olurum” dedi genç kadın içindeki genç adama duyduğu istek ile. “ Kafasını salladı genç adam” sadece. Cabbar için intikamını şekilleniyordu artık. Her türlü acıyı yaşatacaktı ona. Günler geçtikçe Cabbar’ın Rıza’ya olan güveni arttıkça arttı. Bir müddet sonra en güvendiği adam haline geldi. Geceleri içkiyi içince sızıp kalan Cabbar’ın koynundan kaçıp onun yatağına gelen Emine ile sabahlara kadar beraber olup intikamın en acısını alıyordu zalim adamdan. Her geçen gün Rıza’nın elleri biraz daha fazla kana bulanırken günahları katlanarak artıyordu. Kendisine güvenen Cabbar’ın paralarını mallarını gizliden gizliye köylüye dağıtıp, Halilo’yu yaşatırken, eline bulaşan saf köylü kanını temizlemeye, içindeki vicdan azabını biraz olsun azaltmaya çalışıyordu. Emine ile yaşayamadığı günlerinin acısını Cabbar’ın karısı olarak intikamını alıp çıkarıyordu. Emine sevdiği adamın kollarında yaşadığı mutlu günlerin tadını çıkarırken, yakalanma korkusunu hiç hissetmiyordu. Mutluluğu her türlü korkuyu yeniyordu. Bu arada Rıza, Cabbar için intikam ağını örmeye devam ediyordu. Ailesini, malını her şeyini Rıza’ya teslim eden Cabbar olanlardan habersiz fütursuz hayatına devam edip, günü gün ediyordu. Cabbar’ın ilk karısında kızı Gülsüm tüm ilgisini Rıza’ya gösteriyor, onu kendine çekmeye çalışıyordu. Yaşadıklarından mutlu genç adam ilerleyen zaman içinde genç kızın bu ilgisine karşılık verip ördüğü ağın içine Gülsüm’ü de çekecekti. Ve bu da çok uzun sürmedi. Cabbar’ın Licese’ye gittiği bir gece, yanına sokulan Gülsüm’ü, büyük bir zevkle kadını yapacaktı. Artık Cabbar’ın alınacak malları ve canı kalmıştı. Ama bu acıyı ona yaşatmak bu ve utanç ile yaşamasını diliyordu ölümünden önce. Bu yıllarda Osmanlı, Tanzimat sonrasında madenciliğin gelişmesi, imparatorluğa yeni ekonomik gelirler sağlama peşinde idi. Maden mülkiyeti ile ilgili ilk düzenlemeleri 1858 yılında Arazi Nizamnamesi sağlamış, daha sonra ise 1861 yılında yeni Maâdin Nizamnamesi hazırlamıştı. Buna göre toprak sahipleri kendi arazilerinde herhangi bir izne bağlı olmaksızın maden arayabilecekti. Mirî topraklarda bulunan madenler ise hazineye ait olacaktı. Bu düzenlemelerin ardından, 1869 yılında, 1810 tarihli Fransız Maden Kânunu esas alınarak, yeniden bir kânun meydana getirilmişti. Bu kanuna göre işletme sahipleri işletecekleri madenlerden oldukça büyük karlar sağlayacaklardı. Dönemim padişahı Sultan II. Abdülhamit devletin iktisâdi hayatının düzelmesinde, diğer alanlarda olduğu gibi, madencilik çalışmalarında da etkili olmak için Orman, Maâdin ve Ziraat Nezareti’ni kurmuştu. Bu nezaretin çalışmalarından birisi de, yabancılara yeni madenler arayıp, bulmak ve işletmek için imtiyazlar verilmesi idi. Bu imtiyazlarla birlikte Anadolu topraklarına yabancılar akın etmeye başlamış, bu akından, sonsuz güzellikteki bu dağlarda nasibini almıştı. İmparatorluğun verdiği yüksek ve karlı imtiyazlar yabancıları cezp ederken, Anadolu’nun tüm maden kaynakları birer birer yabancılar tarafından paylaşılıyor, değerli madenler yabancılara peşkeş çekiliyordu. Anadolu torakları yavaş yavaş yabacılaşmaya başlamıştı. Soyulan, ezilen ve çalışırken ölen köylü bu madenlerde yok pahasına çalıştırılıyordu. Bu bölgedeki Licese köyünde bulunan kurşun ve bakır madenlerinin sahibi Osmanlı vatandaşı Vasili, maden işletme haklarını Belçika’dan gelen Joseph Dumor’a devrederek karlı bir alış veriş yapmıştı. Dumor, Licese köyüne ülkesinden birçok vatandaşını getirip yerleştirmiş, Licese köyü bir Hıristiyan köyü haline gelmişti. Kilisesine kadar her şeyi yapılan köy gün geçtikçe zenginleşirken, madenin kolaylıkla işlenerek kasabadaki limana indirilebilmesi için Uzundere köyüne Şura-i Devletin de imzası ile bir kalhane kurmuştu. Licese köyü ile Uzundere köyündeki kalhane arasındaki 3–4 kilometrelik mesafe çıkan cevherlerin katırlar üzerinde taşınması ile sağlanıyordu. Kalhanenin yüksek bir tepeden kanalla getirilen su ile çalışıyordu. Devletle yapılan anlaşmaya göre kalhanenin suyu, köylünün kullandığı dereden alınmayacak, baksa bir yerden sağlanacaktı. Bunun içinde devlet Dumor’a kolaylık sağlamış su için bu işletmeden ücret alınmayacağına dair ferman bile çıkarmıştı. Karlı bir işletme sahibi haline gelen Joseph Dumor, haftanın belirli günlerinde işlenen madeni katırlarla yarım gün süren yolun sonunda limana indiriyor, limanda kayıtlar tutulduktan, madenin ağırlığı hesaplandıktan sonra gemilerle Fransa ve Belçika’ya gönderiliyordu. Kurnaz bir tacir olan Joseph Dumor, kendisini ve madenini koruması için eşek yükü ile her hafta Çavuş Cabbar’a para gönderiyordu. Toprakları soyulan, insanları öldürülen Anadolu, fakirleşirken, Avrupa’dan gelen bu insanlar her geçen gün varlıklarına varlık katıyorlardı. Anadolu’nun çilekeş köylüsü ise ezilemeye, kötü şartlarda çalıştırılmaya, Çavuş Cabbar ve adamları tarafından zorlanıyordu. Köylü; tarım, hayvancılığı unutmuş, zalim ve para hırsı içindeki yabacıların elinde yok olurken kimse kılını dahi kıpırdatmıyordu. İşinin ehli Dumor, limanda da kumpanyasını kurmuştu. Dağıttığı rüşvet sayesinde işlediği cevheri sevk ederken verdiği rüşvetlerle devlete ancak üçte birini gösteriyor, geri kalanını Avrupa’ya kaçırıyordu. Düzen kaçakçının, eşkıyanın, hırsızın düzeni olmuş herkes cebini doldururken, dağlarda bin bir türlü eziyet ve işkence yapan Cabbar ve adamları artık Belçikalı Joseph Dumor’un paralı askerleri haline gelmişti. Cabbar’ın muhteşem zevk çadırında Dumor ve Cabbar içkinin, kadının sabahlara kadar zevkini çıkarıp günlerini gün ediyorlardı. Her hafta yapılan sevkıyatı bizzat Rıza kontrol ediyor, ileride alacağı intikamın hesaplarını, detaylarını hazırlıyordu. Yapılan sevkıyatlardaki açıkları kontrol ediyor, kimin ne yaptığını birer birer kafasına yazıyordu. Bu arada Rıza Cabbar’ın karısı ile beraber olurken, Cabbar’ın ileride en fazla canını yakacak olan eylemine de devam ediyordu. Rıza gününü Cabbar’ın karısı ve kızı ile yatıp gün ederken Cabbar ise sadece Dumor’dan kazandığı paraları hesap ediyordu. Ancak son zamanlarda karısının ona yaklaşmamasından iyice rahatsız olmaya başlamış, zorla Emine’ye sahip olmaya çalışıyordu. Rıza, madene gidip haraçlarını aldığı günlerin birinde Dumor tarafından Licese’deki evine çağırıldı. Cabbar’a götürülmesi için Fransa’dan gelen çok değerli Bordo şaraplarını Rıza’ya teslim edecekti. Atının üstünde Licese’ye girdiğinde kilisenin çalan çanları karşılamıştı genç adamı. Şaşkınlık içinde bir Avrupa köyü haline dönüşmüş olan köyü gözlemledi. Dumor’un taş duvar üzerine yapılmış olan ahşap evinin önünde durduğunda her odasından sızın ışıkları seyre daldı. Işıl ışıl olan evin merdivenleri önünde bir müddet kalakaldı, seyretti. Atından inerken içindeki huzursuzluk, şaşkınlık ve hayranlıkla merdivenlerden yukarıya doğru adımlarını attı. Ahşap kapının önünü geldiğinde kapı tokmağını birkaç sefer çekinerek vurdu. Kapının ardından gelen ayak sesleri ile iyiden iyiye gerilen genç adam, Dumor’un o çirkin suratını daha yakından görmemek için kapıdan bir iki adım geri uzaklaştı. Kapı açılırken gecenin karanlığına doğru, evin içinden sızın ışıkla birlikte bir melek ortaya çıktı. Gördüğü bu muhteşem güzellik karşısında şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Kadın, beyaz bir gecelikle birlikte kapıda, karşısında dimdik ayakta dururken, içeriden sızan ışık, beyaz geceliğinin arasından tüm güzelliğini gözler önüne seriyordu. Kadın, karşısındaki genç, uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı adamı görünce içindeki kıpırtıya karşı duramadı. İlgisini ve beğenisini genç adama belli etti. İki insan birbirine olan ilgisini açıkça gösteriyordu. Rıza’nın artık o saatten sonra hayatı tamamen değişmişti. Midesinden gelen ağrıya bir anlam veremiyordu. Hep peşinde koştuğu ama hiçbir zaman yakalayamadığı aşkı, içinden ışık sızan kapının arkasında bulmuştu. İki yürek, iki çift göz bir müddet birbirini hayranlıkla seyretti. Hiç konuşmadan geçen bu zamanlar onlar için yılların özlemi gibiydi. Bir müddet güzel kadını seyreden genç adamın ağzından, “ İyi geceler Madam, Bay Dumor evde mi?” diyebildi. “ Evet, buyurun içeri girin” diyen kadına sadece bir gülümseme ile cevap verdi ve “ Bekleyeyim” dedi. Genç kadın, “ Dumor, misafirin var gelir misin?” Şişman, kısa boylu, sakallı uzun bıyıklı adam ayaklarını sürüyerek kapıya geldi. “Ooo, hoş geldin Rıza, Cabbar’a bir paket götüreceksin, ama dikkat et çok değerlidir” dedikten sonra kapının hemen arkasında duran paketi gösterdi genç adama. Ağır paketi bir çırpıda yerinden kaldıran kuvveti karşısında genç kadının hayranlığı bir kat daha arttı. “Cabbar’a selamlarımı söyle, tadına vararak içsin” dedikten sonra uzun ve pis bir kahkaha attı. Arkasını dönüp evin içine doğru yol almaya başladı. Genç kadın hayranlık ve içinde hissettikleri ile kapıyı istemeyerek kapattı. Kapı kapanıncaya dek gözlerini Rıza’nın siyah ve delici gözlerinden ayıramadı. Kapı kapandığında Rıza’nın gözünde kadının silueti duyuruyordu. Kısa bir süre sonra elindeki paket ile atına atlayarak içindeki hisleri ile oradan ayrıldı. Obaya geldiğinde paketi Cabbar’a teslim ettiği gibi çadırına geri döndü. İlerleyen günlerde genç kadını görme umudu ile madene ve köye gidip geliyordu devamlı. Ona aşık iki kadın genç adamdaki değişikliği fark etmişler, artık onlara yaklaşmıyor ve ilgilenmiyorlardı. Kıskançlık hat safhaya çıkmıştı. Genç adam Dumor’un karısı ile her karşılaşmalarında ilgisini belli ediyor ve kadında buna cevap veriyordu. Dumor’un yarı yaşındaki genç kadın iyiden iyiye Rıza’ya vurulmuştu. İşler ise aynı düzeninde ilerlerken Rıza Dumor’dan ve Cabbar’dan çaldıklarını fakir köylüye geceleri dağıtıyordu. Emniyeti sağlamak için geceleri dağlarda gezdiğini söyleyerek ara ara köylere inip, zalim ve hırsızlardan çaldıklarını köylülerin kapısına bırakıyordu. Licese köyüne gidip gelişlerinde Dumor’un genç ve güzel karısının en büyük tutkusunun at binmek olduğunu öğrenmişti. Ormanda tek başına sabahları at bindiği ilk günde kendini kadının karşısında at üstünde bulmuştu. Birbirlerini gördüklerinde şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Atları yan yana geldiğinde hissettikleri aşk gözlerinden okunuyordu. Bir müddet sessizce birbirlerini izledikten sonra ormanın içine doğru atını süren genç kadını izledi. Çam ağaçlarını aralarında süzülüp giderken yavaşlattığı atı izleyen genç adam kadın durunca atında onunla birlikte aynı anda indi. Birbirlerine doğru yaklaşan iki insan her adımlarında yıllardır beklediklerine kavuşmanın heyecanı içindeydiler. Dudaklarında bir adet söz bile çıkmamıştı. Rıza kadının karşısında dururken heyecandan söyleyeceği her şeyi unutmuştu. Kadın bir adım atıp, “ Adım Maria” dedi. Genç adam, “ Rıza” diyebildi sadece. Birbirine ilk gördükleri andan itibaren delicesine âşık olan bu iki insanın buluşması tüm hayatları boyunca yaşadıkları en muhteşem anlardı. İkisi de yaşadıkları anın tadını çıkarırken birbirlerinden bahsederek kendilerini daha iyi tanımaya çalışıyorlardı. Yaşadıkları bu güzel saatlerin her dakikasının tadına vararak birbirlerine olan aşklarını dile getiriyorlardı. O gün yaşadıkları anı kalplerinin en gizli yerlerine saklayarak ayrıldılar. Günlerce devam eden bu birliktelikler büyük bir şehvet ve istekle her geçen gün arttı. Artık yaşadıkları kısa zamanların kendilerine yetmediklerini biliyorlardı. Maria, Dumor’la Fransa’da tanışmış. Orada evlenmişlerdi. Maria’nın, Paris’in sokaklarında dolaşırken güzelliğine vurulan Dumor günlerce peşinden koşmuş ve sonunda onu bitmez bilmeyen parası karşılığında elde etmişti. Aralarında hiçbir zaman aşk olmamış yılları böyle geçmişti. Maria, güzelliğini bu çirken ve şişman adama adamış ama hiçbir zaman mutlu olamamıştı. Ta ki, Rıza’yı gördüğü o güne kadar. Son buluşmalarında Maria, “ Bana artık bu gizli buluşmalar yetmiyor. Hep seninle olmak istiyorum. Beni buralardan götür. Başka bir yerde başka bir hayatta mutlu olalım” dedikten sonra Rıza, “ Sana söz en kısa zamanda seni o adamdan kurtaracağım” diyerek söz verdi. Dağlarda özgürce at üstünde geçen zamanlar ikisinin de hayatları boyunca yaşadıkları en temiz en saf anlardı. Bunun bilincinde berber olabilmek için her türlü riske girerek buluşmaya devam ettiler. Rıza artık intikamının son anlarını hazırlarken Cabbar’ın karısından ve kızından gelen haber ile hızlı hareket etmesi gerektiğini anladı. Cabbar’ın adamlarının içinde onu sevmeyen, yaptıklarından rahatsız olan, Rıza’yı seven ve ona güvenen, kuvvetli, güvenilir, yiğit olanlardan bir düzine kadar kendine bağlı adamı vardı. Uzun zamandır Cabbar’a karşı kışkırttığı bu adamları kendine çekti. Öldürücü son darbeyi vurma zamanı gelmişti. Cabbar’ı yok edip hayatı boyunca yaşadığı bu dağlara adaleti ve düzeni getirecekti. Emine’ye yakın bir zamanda buradan gideceğini ve yaşadıklarını anlattı. Kendisinden içinde bulunduğu bu durumu anlamasını istedi. Yıllarca ezilmiş, hor görülmüş kadın sevdiği adamın gözündeki aşkı görünce istediği her türlü yardımı yapmaya söz vermişti. Ancak tek isteği karnındaki çocuğunun geleceği idi. Rıza, “ Sana söz veriyorum, işim bitmeden seni de alıp buradan götüreceğim. Ama ben sevdiğim kadınla beraber mutlu bir hayat kurmak istiyorum, buna razı mısın”dedi. “ Senden bana kalacak en büyük hediye ile ömrümün sonuna kadar sensiz yaşamaya razıyım” diyen kadını alnından öptü. O gece hazırlıklarını tamamladı. Cabbar’ın karısı Emine’nin ve kızının durumunu Eleni Cabbar’a söylediğinde hiddetinden etrafında ne var ne yoksa yıkarak, zevk çadırından kendini dışarı atıp, Rıza’yı aramaya başladı. Silahını kuşanıp çadıra yönelen Cabbar’ın hiddeti, hırsı göz bebeklerinden ateş gibi fışkırıyordu. Hırsla aldığı nefesin sesi tüm obadan duyuluyordu. Boğazını yırtarcasına çıkardığı böğürmeleri yırtıcı hayvanları bile yuvalarına soktu. Cabbar, adamlarına sesleniyor, ama yanında olmasını beklediği birçok adamını göremiyordu. Yaklaşık bir düzine adam ile Rıza’nın çadırına silahı ile girdiğinde gördükleri karşısında şaşkına dönmüştü. Rıza her şeyini toplamış gitmiş geriye sadece yere bıraktığı bir kâğıt parçası kalmıştı. Tüm hiddeti ile kâğıttaki karalamaları yanındaki adamına okuttu. “ Hey Gidi Cabbar, Dağların efendisi, Eşkıyaların kralı, Ne karına sahip çıkabildin, Ne kızına, Sen dağlara nasıl sahip çıkacaksın ki… Hayatındaki iki kadından iki çocuğum var artık, Biri benimle, Biri kızının karnında Onu torunun olarak sana bırakıyorum Senin yapamadığını ben yaptım. Bu senden alacağım intikamın en masumu, Ama bedenindeki canın böyle kolay çıkmayacak. Sen benim anamın babamın canını aldın, Nişanlımı çaldın. Benim adım HALİLO. Haliloğlu Rıza… Benden kork artık Cabbar. Canını alacağım günler çok yakın. Bu arada adamlarını arama benimleler. Gölgenden bile kork, Yattığın yataktan, Gittiğin helâdan, Her yerde karşına çıkabilirim.” Aldığı haber karşısında iyice çileden çıkan Cabbar, Emine’yi aradı. Ancak obada her yere bakmasına rağmen onu bulamadı. Rıza giderken onu da yanına almıştı. Cabbar’ın ikinci uğradığı yer ise kızının yanı oldu. Hışımla girdiği çadırda çok sevdiği kızına sadece bir tokat atabildi. Yıllarca gözünden sakındığı kızının içinde şimdi düşmanının çocuğu büyüyordu. Cabbar’a verilebilecek en büyük ceza kesilmişti. Canından bile çok değer verdiği kızının başına gelenleri kabullenmesi mümkün değildi. Cabbar’da intikamların en büyüğünü alabilmek için o gün oracıkta yeminini etti. Tüm olanları öğrenen genç kız üzüntüsünden ertesi sabah kendini ve çocuğunu kayalıklardan aşağı bıraktı. Bu olaydan sonra artık Cabbar kontrol edilemez hale gelmişti. Bu sırada Halilo atının üstünde yeni adamları ile birlikte kendisinden başka kimsenin bilmediği kayalıkların üstünde sonsuz gökyüzündeki sevdiklerini görmeye çalışıyordu. Yüzünü gökyüzüne çevirmiş Halilo, düşünceler içinde bekliyordu. Gözleri uzaktan gelecek birini bekliyordu. Saatlerce kayanın üstünde gözleri uzakları izledi durdu. Cabbar’ın yanından koparak Halilo’ya katılan adamlar tedirgin onu seyrediyorlardı. Saatlerce süren bekleyişin ardından bozkırdan gelen at sesi ile irkildiler. Atının üstünden bir an bile inmeyen Halilo’nun yüzündeki sevinç ve mutluluk tarif edilemeyecek gibiydi. Yerinden hiç kıpırdamadan durması yanındaki adamlarının içini rahatlattı. Yakalaşan atın üstünde rüzgârda savrulan sarı saçları ile beyaz elbisesi içindeki güzeller güzeli kadını görünce ne olduğunu anlamadılar. Kadın, Halilo’nun yanında durduğunda ise her şey apaçık ortadaydı. Gözlerinden okunan sevgileri, sert görünümlü o eşkıyaları bile yumuşatmıştı. Hasretle iki sevgili birbirine sarıldığında herkes etrafa dağıldı. Uzun bir süre kayaların üstüne birbirine sarılmış, dağların o muhteşem manzarası seyreden âşıklar anın tadını çıkarıyorlardı. Bundan sonra olabilecekleri hiç düşünmeden yan yana olmanın güzelliği ile geleceklerini düşünmeden anı yaşıyorlardı. Fütursuzca günü yaşadılar, aşklarının tadını çıkardılar. Bir kartal yuvası gibi dağlara hükmeden tepenin üstünde dünyaya kafa tutuyorlardı. Fransız Maria ve Halilo. Halilo, Maria gelmeden önce Emine’yi bir ata bindirip, yanına bir adam verip çoktan nahiyeye göndermiş, nahiyedeki arkadaşına teslim ettirmişti, kadını ve kadının içinde büyüyen çocuğunu. Günün ardından Halilo adamlarını yanına topladı. Bundan sonra yapacaklarını, kuralarını anlattı. “ Bu kurallara istemeyenler şimdiden istiyorlarsa gidebilir. Silah arkadaşlarım, geçmişte yaptığımız günahlarımızı affettirip, kötülerin karşısında, fakirin, iyinin yanında olacağız. Zenginden alıp fakire vereceğiz. Bu işin ucunda ölüm var. Kardeşlerim, ölümü bile belki beraber tadacağız. Ama ölürken yaptıklarımızın pişmanlığını değil, yaptıklarımızın onurunu duyacağız. Memleketimizin topraklarını kimselere yedirmeyeceğiz. Köylümüzün hakkını köylümüze vereceğiz. Benimle misiniz” dedi bağırarak. Sesi dağların arasındaki vadilerde yankılandı. Adamlar hep bir ağızdan, “ Seninleyiz” dediler. Halilo, yüzündeki mutluluk ve gururla yeni günlerine adım atıyordu. Artık dağların efendisi, tek hâkimi olmak için can yoldaşları ile birlikte yepyeni bir yola girmişti. Halilo’nun en büyük yardımcısı, en güvendiği adamı, sağ kolu Köroğlu onu gölge gibi takip ediyordu. Yaptıkları toplantının ardından baş başa kaldıklarında Halilo’ya, “ Ağam, Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çaldıklarımızın hepsini mi vereceğiz. Bize ne kalacak, bu dağların tepesinde ne kadar kalacağız. Önümüz kış, mevsim dönünce nerede kalacağız. Sonra bu kadın” dediğinde Halilo Köroğlu’nun ağzından çıkacak kelimelere izin vermeden sözünü kesti. “ Bak. Köroğlu, Dönüşü olmayan bir yola girdik. Bu dağların tepesi bizim istediğimiz kadar kalırız. Köylünün yanında olacağımızdan bütün köyler bizim, bütün köyler bize yardım eder. Kışa kadar burada kalacağız. Kışla birlikte nerede kalacağımıza o zaman karar veririz. O kadın dediğin benim kadınım, sevdalım. Ben nerede olursam o da benimle olacak. Yengeniz olarak onu şimdiden kabul edin. Yarın ilk işin buraya bir hoca getirmek olsun. Maria önce Müslüman olacak ve Hıristiyan inanışına göre evli olduğu için eski evliliği düşmüş olacak. Sonra da hoca efendi bizi dinimize göre evlendirecek. Hocayı buraya getirirken gözlerini bağlayın. Ve bu konu bir daha açılmasın” dedi. Talimatı alan Köroğlu ertesi günün hazırlığını yapmak için sabah erkenden en yakın köye inip hoca efendiyi alıp Halilo’nun yanına geldiler. Gözleri bağlı olan hoca korku dolu bakışlarla etrafında olanları idrak etmeye çalışırken karşısında Halilo’yu görünce tedirginliği iyiden iyiye arttı. Halilo, yapılacakları, yapması gerekenleri anlattığında hoca rahatlamıştı. Önce Maria Müslümanlığa geçtikten sonra Halilo’nun tüm adamları önünde nikâhı kıydı. Obada büyük bir sevinç ve kutlama ile birlikte hayvanlar kesildi, eğlence başladı. Halilo sevdiği ile birlikte ilk gecesini geçireceği mağaraya girdi. Sabaha kadar karanlık, sıcak mağaranın içinde birbirlerine sevgilerini ispat edercesine birlikte oldular. Dumor, olanlardan Maria’nın kendisine bıraktığı not ile haberdar olmuştu. Yeni günlerde başına geleceklerden habersiz, soluğu Cabbar’ın yanında aldı. Cabbar’ın obasına geldiğinde gördükleri karşısında kendi düştüğü duruma şükredercesine ortağının yanında oldu. Birlikte zevk içinde saatler geçirdikleri çadırın içinde şimdi çok daha farklı hazırlıklar yapıyorlardı. Dumor’un ileri görüşlülüğü sayesinde planlarını yapmaya koyuldular. Dumor, “ Cabbar Ağa, Bir an evvel zaptiyelere haber vermeliyiz. Ben kasabaya inip devlete haber vereceğim. Zaptiyenin içindeki adamlardan sana hiçbir şekilde dokunulmayacağını, dağlarda beraber hareket edeceğinizin garantisini alacağım. Ve bu haini öldürmek için elbirliği ile hareket edeceğiz. Sen hiç merak etme hem senin hem de benim öcümüzü alacağız. Bu adam kalhaneye ve maden zarar verecektir. Bunu bir şekilde engellemeliyiz” dedikten sonra Cabbar’ın yanında ayrıldı ve kasabaya gitmek için gece vakti yola çıktı. Ertesi sabah zaptiye amirinin karşısına oturduğunda zaptiye amiri kahvesini söylemiş dikkatle Joseph Dumor’un anlattıklarını dinledi. Hiç ses çıkarmadan kendisini dinleyen zaptiye amirine bu yardımı karşısındaki kazancını da söyleyince, tepkisiz adamın yüzündeki ifadenin değişmesi ile rahatladı. Zaptiye Amiri, her türlü yardımı yapacağına, Cabbar’a kesinlikle dokunmayacağının sözünü verdikten sonra amacına ulaşmanın verdiği rahatlıkla kasabadan ayrılıp Licese’ye döndü. Dumor’un ayrılmasından sonra zaptiye amiri birliği toplayıp yakın bir zamanda yapacakları hakkında askerlerine bilgi verdi. Merkezi Hükümete maden sahibinin saldırıya uğradığını, karısının kaçırıldığının bilgisini geçerek kendisini de garanti altına aldı. Halilo, düğününün ardından hiç vakit kaybetmeden ilk iş olarak Licese Madenlerini bastı. Madendeki işçilere zarar vermeden maden soyup tekrar dağlara döndü. Madendeki silah ve cephaneleri obalarına taşıdı. Dumor’dan çaldıklarını köylerdeki fakirlere dağıttıktan sonra ihtiyaçlarını köylerden gördü. Her hafta limana katırlarla gönderilen işlenmiş cevherlere el koydu. Dumor’un keyfi iyiden iyiye kaçmıştı. İlerleyen günlerde kazancı iyiden iyiye düşen Dumor kara kara düşünürken, Halilo adamlarının para istemesi karşısında oldukça zor durumda kalmıştı. Köroğlu, diğerlerinin tepkilerini bastırırken yine açıktan açığa huzursuzluk devam ediyordu. Topladıklarını köylülere dağıtmaları her geçen gün onları rahatsız ederken Halilo’nun sevdiği ile geçirdiği günler ve geceler birbirini takip ediyordu. Köroğlu, adamların isteklerini Halilo’ya ilettiğinde Halilo tek yapması gerekenin Dumor’dan haraç almak olduğuna karar verdi. Alacakaranlıkta Köroğlu’nu elçi olarak Licese köyüne gönderdi. Ve isteklerini kabul etmesi için Dumor’a şartlarını sundu. Cabbar’ın kendisini koruyamadığı bu ortamda Dumor Köroğlu’nun anlattıklarını dikkatle dinledikten sonra istene 1000 altına karşı çıktı. Zaptiyeleri arkasına alan Dumor bu garanti ile Köroğlu’nu geri gönderdi. İlk iş olarak da zaptiyeye harekete geçmeleri için haber gönderdi. Olumsuz yanıtı alan Halilo, adamlarını toplayıp kalhaneye giden su kanallarını darmadağın ettirdi. Ve Dumor’a tekrar haber gönderdi. Cabbar olanları sabırla obasından izlerken harekete geçip ilk darbeyi vurmak için Halilo ve adamlarını Licese dönüşündeki dar geçitte pusuya düşürmek istedi. Dağları avucunun içinden daha iyi bilen Halilo hiçbir zarar görmeden, kurulan bu pusudan Cabbar’a büyük zararlar vererek çıktı. Geçitte olabilecekleri önceden tahmin eden Halilo, Licese’ye giderken bir gurup adamını geçin içinde saklamış ve geri dönüşünde onların sayesinde Cabbar’a büyük zararlar vermişti. Halilo’nun aklı ve tedbirleri karşısında çaresiz kalan Cabbar, Dumor’dan azar işitmiş bu işin onunla olmayacağını zaptiyeleri çağırdığını söyledi. Biraz bozulan Cabbar, Halilo’nun ortadan kaldırılması pahasına zaptiye ile çalışmayı bile göz almıştı. Halilo yapılan pazarlıkların sonuçsuz kalması ile huzursuzlaşan adamlarını bastırmaya çalışıyordu. Ama bu işin başına büyük dertler açacağını da can yoldaşı Köroğlu ile paylaşıyordu. Bir çıkış yolu bulmak için kafa kafaya verip uzun süre düşündüler. Ancak şunu biliyorlardı ki kendilerinin yok olması pahasına bile olsa Dumor’a ve Cabbar’a büyük bir ders vermeliydiler. Bu dağlar onlar olduğu müddetçe hiçbir zaman güvenli ve yaşanılır yerle olmayacaktı asla. En büyük darbeyi vurmak için hazırlıklara başladılar. Uzundere köyündeki kalhaneyi darmadağın edip, Dumor’a en büyük darbeyi vurmak için planlar hazırlandıktan sonra köylerden aldıkları destek ile yola çıktılar. İleriyi gören Dumor, bir sonraki hedefin kalhane olacağı düşüncesi ile tüm hazırlıklarını yapmış, zaptiye kuvvetlerini ve Cabbar’ın adamlarını kalhaneye gizlemişti. At üstünde geçen yolculuktan sonra Halilo ilk ekibini kalhaneye gönderdiğinde çıkan çatışma ile şaşırmış, yapılan hazırlığı geri dönen adamlarından öğrenmişti. Zaptiye ve Cabbar’ın orada olduğunu öğrendiğinde Dumor’un nasıl bir plan ve hareket içinde olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Köroğlu’na ellerindeki tüm dinamitleri kalhaneye doldurmalarını emretti. Olacak patlamaları şimdiden hayal ediyor ve keyifleniyordu. Köroğlu aldığı emri yerine getirmek için 5–6 adamla kalhaneye yöneldi. Devam eden çatışmanın şiddeti çok uzaklardan bile duyulurken, Köroğlu, tüm dinamitleri yerleştirdikten sonra oradan tüm adamalarına da haber vererek geri çekildiler. Birazdan olacakları yüksek bir tepeden seyretmeye koyuldular. Halilo’nun adamlarının çekildiğini düşünen zaptiyeler ve Cabbar büyük bir sevinç içinde kalhanenin içinde birbirlerini kutlarken birazdan olacaklardan habersizdiler. Cabbar adamlarını alıp Halilo’nun peşine düşmenin planlarını yaparken Halilo biraz ilerisinde dinamitlerin fitillerini ateşlemiş büyük gösterisini seyretmeye hazırlanıyordu. Atına binen Cabbar kalhaneden biraz uzaklaşmıştı ki büyük bir patlama ile atının üstünden yere düştüğünde her yere taş parçaları yağmaya başlamıştı. Kalhanedeki zaptiye ve onun adamalarından hiç biri kurtulamamış, Halilo amacına ulaşmıştı. Büyük bir keyifle tepenin üstünden havai fişekler gibi patlayan kalhaneyi seyrediyordu. Patlamanın ardında adamları ile birlikte doğruca obalarına doğru yola koyuldular. Obalarına geldiklerinde büyük zaferlerinin tadını çıkarmak için içkinin ve eğlencenin sonuna kadar tadına vardılar. Halilo, helali karsı ile bun zaferi sabaha kadar beraber olarak kutladı. Maria, yeni adı ile Meryem tüm kadınlığı ile Halilo’yu mutlu etti. Dumor, olanları öğrendiğinde morali tamamen bozulmuştu. Licese köyünde olanların duyulması ile moraller tamamen bozulmuş, yabancılar ise dönüşlerinin yaklaştığını farkında idiler. Ancak pes etmek istemeyen Dumor daha da hiddetlenmiş kasabaya gidip zaptiye amiri ile düzenli ordunun buraya gelmesini aksi takdirde Trabzon vilayetine gidip Fransız büyük elçiliğine olanları anlatacağını ve merkezi hükümete olanları anlatacağı tehdidini savurdu. Tüm bunlardan korkan zaptiye amiri ilk iş olarak Osmanlı’dan burada olan isyanı zaptiyelerin bastıramadığını, eşkıyaların onlarca zaptiyeyi öldürdüğünü, düzenli ordunun gelip bu olaya müdahale etmesini istedi. Kolluk kuvvetleri ile bastırılamayan bu olayların yabancı dostumuzu zor durumda bıraktığını anlatıp yardımın çok acil gelmesini istedi. İstanbul’dan gelen haber, Halilo için kötü, Dumor için çok çok iyiydi. Büyük gelir elde etmeseler bile yabancı dostlarını kızdırmak istemeyen Osmanlı bir an önce ordunun bir kolunun oraya gelip bu isyanı bastıracağının haberini gönderdi. Atlı elçi ile bu haberi Licese köyündeki Dumor’a iletmek için bir zaptiye yola çıktı. Licese’ye yaklaşan zaptiye dar geçit içinde Halilo’nun adamları tarafından yakalandı ve gözleri bağlanarak elindeki not ile Halilo’nun karşısına getirildi. Hiçbir tedbir almadan yazılan nottaki yazılar Halilo tarafında rahatlıkla okunduktan sonra zaptiyeye, “ Bu notu hiçbir şey olmamış gibi Dumor’a vereceksin. Eğer bizim seni yakaladığımızı ve notu okuduğumuzu kimseye söylersen ne sen ne de senin ailenden bu dünyadan bir tane yaşayan kalmaz. Bu notu ver ve geri dön” dedi. Zaptiye Halilo’nun dediklerini birebir yaptı ne eksik ne de fazla. Dumor zaptiyenin getirdiği notu okuduktan sonra oldukça keyiflendi. Mahzenindeki bordo şarabından bir tane açtı ve büyük bir keyifle anın tadını çıkardı. Kendi elleri ile Halilo’yu öldürmek için gelecek orduyu beklemeye başladı. Bu arada Halilo ve adamları hiçbir şey olmamış gibi baskınlarına devam ediyor, Dumor’un parasını günden güne eritiyorlardı. Köylü mutlu ve huzurlu yaşantısına devam ederken her gün Halilo’ya dualar ediyorlardı. Artık köylerinde hayvanları ve toprakları ile uğraşıp mallarını güven içinde nahiyeye ulaştırıp satışlarını yapıp güven içinde geri dönüyorlardı. Halilo tüm yolların güvenini sağlamış, dağlar artık eskisinden çok daha fazla güvenli yerler haline gelmişti. Ancak bu fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Ara ara Cabbar’ın adamları ile karşılaştıklarında ona zayiatlar verip geri dönüyorlardı. Meryem, dağdaki yaşamına iyiden iyiye alışmış aşkının her anını büyük bir zevkle yaşıyordu. Hayatını en mutlu günlerini Halilo’nun yanında geçirdiğinin bilincinde eşine bir çocuk verme telaşında idi. Haberi alan Halilo sevincinden martinisindeki tüm kurşunları havaya sıkıp bu haberi kutladı. Oba da şimdi apayrı bir sevinç ve mutluluk yaşanırken Köroğlu Halilo’ya bundan sonra neler yapmaları gerektiğini soruyordu. Halilo, Dumor’a gelen nottan sonra oldukça karamsarlığa kapılmış ama bu haberle artık farklı bir hayata geçmenin zamanı geldiğini anlamıştı. Son bir vurgun yapıp ortadan kaybolmanın hesabını yaparken Köroğlu ile planını paylaştı. Yapılacak son vurgun, Dumor’un paraları, Licese’ye yapılacak soygun idi. Licese köyündeki tüm yabancıların evine girilecek ne var ne yoksa alınacak, Dumor pisliği bu dünyadan gönderilecek ve herkes kaybolacaktı. Ordu gelmeden bütün bu işler bitmeliydi. Limana gelen gemiden inen askerler kasabada büyük bir tedirginlik yaratmıştı. Kasabalarında gördükleri askerler insanları korkuya sevk etmiş, evlerine kapatmıştı. Alelacele Uzundere köyüne yola çıkmak için zaptiye amiri ile birlikte Albay Mustafa tüm hazırlıklarını tamamladı. İyi bir asker olan Albay genç ve idealist bir kişi idi. Olanları abartılı bir şekilde zaptiye amirinden dinledikten sonra emir verip birliği ile yola çıktı. Bu arada Halilo ve adamları son vurgunlarını yapmak için yola çıkmışlardı. Kısa bir süre içinde Licese’ye varan çete, köyün etrafını çevirdikten sonra ani bir baskınla tüm yabancıların evlerinde ne var ne yoksa almıştı. Halilo Dumor’un evinin önüne geldiğinde Meryem’i ilk gördüğü gece gözünün önüne geldi. O güzelliği düşünde bir süre. Saçlarının rüzgârla hareket edişi, ışığın, üstündeki elbisenin içinde geçip kadının güzelliğini gözlerinin önüne serişi geldi gözlerinin önüne. Köroğlu’nun sesi ile irkildi. “ Ağam ne yapalım?” dedi “ İçeri girin bana Dumor’u getirin” Evin kapısından içeri giren adamlar, karga tulumba evinin içinde masanın altına saklanmış halde buldukları Dumor’u getirip Halilo’nun önüne attılar. Yıllardır halkını soyan, ezen, öldüren bu soysuz zalime doğru baktı. Ayaklarının altında duran şişman adam yalvararak hayatını bağışlamasını istiyordu. Halilo için hayatının hiçbir değeri olmayan adamın oracıkta canını aldı. Evin içine girdiklerinde Dumor’un yaşadığı ihtişamı gördüler. Evin içindeki birbirinden güzel kendisine cariye yaptığı kadınlara zarar vermeden değerli ne varsa aldılar. Halilo, Maria’nın şimdiki Meryem’in tarif ettiği odasına girip istediği eşyalarını aldı. Yine Meryem’in tarifi üzerine gizli dehlizlerdeki altınları alarak Licese köyünden ayrıldılar. Yanlarına aldıkları ganimetleri taşımakta oldukça zorlanarak obaya çıktılar. Geride kalan Licese köyü artık yaşanmayacak bir yer haline gelmişti. Ayakta kalan tek yapı inşaatı 3 yıl süren kilise idi. Diğer tüm evler yakılmış, yıkılmıştı. Yabancılar ise ellerinde kalan eşyaları ile geldikleri gibi nahiye üzerinden Fransa ve Belçika’ya dönmek için harap ve bitap şekilde kaçıyorlardı. Albay Mustafa ve birliği Uzundere köyüne geldiklerinde geride kalhaneden sadece 8–9 metre yüksekliğindeki bacadan başka bir şey kalmadığını görünce şaşırdılar. Akşam olduğu için köyde konaklamaya karar verdi Albay Mustafa. Köylünün önde gelenlerini yanına çağırdığında duydukları karşısında oldukça şaşırmıştı. Anlatılanlar zaptiye amirinin anlattıklarından farklı idi. Büyük bir hiddetle emir erine amirin tutuklanması emrini verdi. Ancak dağlardaki bu eşkıyaların kanunen yakalanması gerektiği için görevine devam edecekti. Halilo, Köroğlu’nun seçtiği bir adamı Cabbar’a gönderdi. Adamın getirdiği haberde “Halilo’nun vurulduğunu, büyük bir soygun yaptıklarını, Köroğlu ve adamların mal için birbirine girdiklerini, ağaları olarak onu başlarında görmek istediklerini, obada onu beklediklerini söylediğinde” iştahı kabaran Cabbar ve adamları tüm güçleri ile birlikte Halilo’nun adamının gösterdiği yoldan obaya doğru harekete geçtiler. Bu arada Halilo ve Köroğlu tüm hazırlıklarını yapmış, ganimeti paylaşmış, son intikamlarını almak için pusuya yatmış bekliyorlardı. Uzundere köyünden gelen haberle de askerlerin çok yakınlarında olduğunu öğrenmişlerdi. Her şey yolunda gidiyordu. Cabbar ve adamları başlarına örülen çoraptan habersiz obaya girdiklerinde askerlerde çoktan obaya yaklaşmışlardı. Günün ilk ışıkları ile yaşana bu anlarda ortalık toz duman olmuştu. İt izi at izine karışmış kimin kim olduğu bilinmeden kurşunlar havada uçuşuyordu. Halilo ve adamları saklandıkları tepenin arkasında olanları seyrederken atlarına ganimetlerini yüklemiş dağların tepesinden uzaklaşıyorlardı. Halilo yanından sevdiği, sevdiğinin karnındaki çocuğu ile geçmişini geride bırakıp giderken, Cabbar ve adamları Albay Mustafa tarafından çembere alınmış bir tane canlı kalmayacak şekilde öldürülmüşlerdi. Adamların cesetleri ile birlikte obadan ayrılan Albay Mustafa ve askerler görevlerini yerine getirmenin mutluluğu ile Uzundere köyüne indiklerinde Cabbar’ın ve diğer cesetleri köy meydanına attılar. Kimliklerinin tespitinin yapılması için köyün ileri gelenlerinden yardım istediler. Halilo’nun öldürüldüğünün duyan köylüler gözlerindeki yaşlarla meydana geldiklerinde askerlerin önünde yatan cesetleri tek tek kontrol ettiler. Herkes birbirinin yüzüne bakarken köyün yeni muhtarı Cemal Ağa, kimlik tespitinin doğru olduğunu yakaladıkları adamların dağların en büyük eşkıyasının, Halilo olduğunu söylediler. Ağıtlar yakıldı, şarkılar türküler söylendi. Albay Mustafa ve askerler köyden uzaklaştıklarında Cemal ağa köylülere bugün yaşadıklarının unutulmasını, Halilo’nun öldüğünü bugün burada yaşadıklarının unutulmasını söyledi. Yakılan türküler onun Cabbar tarafında askerlerce öldürüldüğünü anlattı yıllarca dilden dile. Dağların efendisi, iyilerin dostu, kötülerin azılı düşmanı Halilo. Büyük aşkı Maria ile çok uzaklara kimsenin onları tanımadığı topraklara doğru yol aldılar. Maria’dan Meryem olan Fransız kadın artık Anadolu topraklarının bir köşesinde çocuklarını büyütüp hayatının aşkı ile ömrünün sonuna kadar mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdü. Emine, sevgi ile büyüttüğü oğluna Rıza adını verdi. O da babası gibi cevval bir delikanlı olduğunda, askere gidip milletine hizmet etti. Birçok savaş gören Rıza ileride evlenip anacığı ile yaşadı. Babasının efsanesini dinleyerek büyüyen Rıza da, dedelerinin efsanesini anlatarak büyüttü çocuklarını. Hala türküleri dilden dile dolaşan iyi niyetli eşkıya Halilo, hayatını mutlu bir şekilde kör bir kurşunla değil, ecelini bekleyerek, çocuklarının yanında ve torunları kucağında can verdi…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CANER TEK, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |