Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Bir süre önce Başbakan’ın ülkede onca sorun varken, her kadının en az üç çocuk yapması konusundaki önerisi bize tarihsel bir sorun ile bu alandaki evrensel saptırmayı çağrıştırmış bulunuyor. İşin doğrusu, nüfus artışı ile bu alandaki beklenti ve teşvikler, evrensel sömürü olgusu ile ilgili bulunmaktadır. Dünya tarihi bir bakıma sömürü öyküsüdür de. Üretmek, doğadaki varlıkların niteliklerini değiştirerek insanların taleplerine uygun hale getirilmeleri demektir. Bu süreçte bunların değerlerinde oluşan artışa da –artık değer- denilmektedir. Bu durumda iki sömürü gündeme gelmektedir. Doğa ve emek sömürüsü… Emeğin sermaye tarafından sömürülmesi onun, sermaye karşısında daima daha bol olması ile yakından ilgili olmuştur. Her dönemde, var olan üretim ilişkileri uyarınca emek sömürüsü yaşanmış, daha açık ifadesiyle sermayenin karşısında sınırsız bol ve tabii ki yok pahasına bir emeğin varlığı arzu edilmiştir. Aslında yoksul kitlelerin egemen beyler tarafından sömürülmesinin iki olmazsa olmazı vardır. Birincisi yoksul kitlelerin olabildiğince üremeleri, ikincisi aynı kitlelerin din ile uyuşturulmaları… Tarımda sermayenin sahibi feodaller uçsuz bucaksız bir yarı esir köylünün varlığını şart görmüşlerdir. Bu çerçevede Osmanlı düzeninde de sistemin en altta kalan ve iliklerine kadar sömürülen kesimi, reaya olarak adlandırılan tarım üreticisi olmuştur. Avrupa’da süreç benzer biçimde senyör olarak adlandırılan ve toprak ile tarım aletlerine sahip kesimin serf olarak adlandırılan toprağa bağlı köylüyü sömürmesi biçiminde işlemiştir yüz yıllarca. Sanayide ise yalnızca terimler değişmiş, toprak sahibi senyörlerin yerini bu kez, çeşitli yollarla kayırılarak elinde sermaye biriktirilen patronlar almış, bunlar yanlarında işçi olarak çalışan kesimi sömürmüşlerdir. Aslında sermaye bir gerçekliktir. Red ve inkâr edilmesinin pratik bir değeri yoktur. Yirminci yüz yıl boyunca bu konuda yapılan teorik ve pratik uğraşların bir sonuç vermediğini biliyoruz. Hal böyle olunca, ortaya çıkan sömürünün varlığı ve boyutu, her dönemde emeğin görece bolluğu ile ilgili bir husus olmaktadır. Aksi halde, yani emeğin bilinen çoğalma temposu olmadan konunun gerçek bir sömürü tablosuna dönüşmesi söz konusu değildir. Her ne kadar, emekçi ücretinin emekçiyi öldürmeyecek bir düzeyde oluşmak zorunda olduğu şeklinde bir takım teoriler varsa da bunlara katılmak mümkün değildir. Dünya nüfusu yirminci yüzyılda hemen hemen elli yıl içinde dört milyardan altı milyara çıkmış bulunuyor. İşte bu akıllara zarar artış, verilen onca sosyal savaşıma karşın günümüz emek sömürüsünün temel nedenini oluşturmuştur kanısındayız. Sermaye bu süre içinde aynı oranda artmamış, artan da belirli emperyalist ellerde toplandığından, dünyanın büyük bir bölümü açlığa mahkûm olmuştur. Bu işsizliğe ve açlığa mahkûm kesimin bir bölümünün de kim ne derse desin ülkemizde olduğu açıktır. Sermaye karşısında emeğin bolluğu o kadar hayati önemdedir ki, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında, emeğin görece kıt duruma gelerek artık değerden aldığı payın büyümesi üzerine gelişmiş bazı Avrupa sanayileri, geri kalmış toplumlardan işçi ithal ederek soruna çözüm aramak zorunda kalmış bulunmaktadırlar. O zaman Başbakan Erdoğan’ın üç çocuk önerisi ne anlama gelmektedir? Bunun cevabı yukarıdaki açıklamalarda mevcuttur. Bu öneriyle ilk kez karşılaşıyor değiliz. Emeğin, azalarak sermaye karşısında gerçek bir değer artışı kazanmaması ve sömürünün sürgit olması arzu edilmektedir hepsi bu. Aslında dinler de, egemen beylerin ekonomik gücünü korumak ve başka dinlere karşı saldırgan gücü geliştirmek amacıyla anaları hep doğurmaya teşvik ede gelmişlerdir. Vatikan’da Papa’nın başta gelen uğraşının, doğum kontrolüne karşı mücadele olması da bu çerçevede ele alınması gereken bir husustur. Şimdi Başbakan’a bu çerçevede sorular yönetilerek sıkıştırılsa vereceği karşılıkları tahmin etmek zor olmayacaktır. –Ülkenin zorlu bölgede daha dik durabilmesi, askeri gereklilikler- vs ile donatılmış bu cevaplar, politikanın alışılmış ve gelenek olmuş saptırmalarından başka bir şey değildirler. Zaten tarih boyunca da böyle olmamış mıdır?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Erasoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |