"Hemen yüzüne gül suyu seperek Leyla'yı ayılttılar." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Ne yazdın derya ‘hiç’ Neden yazdın: ‘hiç’ Nereye yazdın ‘cam’ Ne oldu şimdi yazdın da ‘iz’ Ne kadar kalacak o orda ‘an’ Ne anlatıyorsun orda ‘gam’ İnsan aklının işleyişinden çıkan kelimeler insan olmanın standartlarını belirliyordu şimdi: Yazık ki Homo sapiens kelimelerden arınıp baştan yapılansa tekrar aynı yere varacaktı. Bu nedenle Derya’nın yaşadığı dünyaya ve kurallarına dair hiçbir itirazı yoktu. Varlığı insan icat etmişti sahiplenmekle, yokluğu da insan çekecekti. Doğanın elindekileri gerektiği kadarı ile kullanmakla yetinememişti, açığa çıkardıklarıyla kirlilikten nefes alamayacaktı. Topları tüfekleri büyük buluşlar diye tarihe geçmişlerdi, alet yapımı çağ atlatan değerler olmuştu. Doğanın beline indirdiği her darbe ve doğaldan uzaklaşma medeniyete açılan bir kapı olmuştu. Savaşlarda insanlar ölecek, toplar birilerinin elinde, bir diğerinin dibinde patlayacak ve medeni bir şekilde ölecekti insanlar. Bir sitem yoktu bunları düşünürken; insandı. İnsan olmanın gerekliliklerini yapıyorlar ve bedellerini ödüyorlardı. Yeni doğan çocuğun suçsuzluğunu düşünmüyor, geleceği için endişelenmiyordu. Giderek insan olmanın kurallarına uyacaktı: ilk başta karnı acıktığı için ağlayacak, ağladığı için gelen annesinin ilgisini fark edecek ve bir sonraki sefere karnı acıksa da acıkmasa da ağlayacaktı. İnsan çabuk öğreniyordu: İnsan çabuk öğrenmeyi kendi intiharını gerçekleştirmek adına yapıyordu. Toplumsal bir katliam, toplumsal bir yok oluş. Bu tabloda ironi yaratan, insanı temize çıkaran yegane şey, attığı her adımla kendini ölüme götürmesi ve bunun içten içe bilinci olabilirdi. İnsan oğlu kendine o denli tahammülsüzdü ki; tarihin karanlık sayfalarına gömülmek için sabırsızlanıyordu. Derya yaptıklarıyla bu yok oluşun ne kadarlık bir parçası olabileceğinin bağlantılarını düşünüyordu bazen… Bütünsel yok oluşlar onu çok da ürkütmüyordu. Tüm canlılar ölürken o da ölebilirdi, bunun karşısında savaşım verip, çığırtkanlık yapmanın bir anlamı yoktu. Daha soğuk kanlı olmak gerekiyordu. Genetik mirasının bir nesil sonrasında hala hayat buluyor olmasıyla ilgilenmiyordu. Türleri, döl yapmak için gerekli olan cinsel ayini zevk unsuruna dönüştürünce, doğa insan oğluna böyle bir oyun oynadığı andan itibaren, tüm ezberler bozulmuş ve dünya kendi sonunu hazırlamıştı aslında… Sırf bu nedenle bile dünya kendi suçunun bedelini ödüyordu; insanı var eden ve yücelten değerlere olanak sağlamıştı. İnsan da tüm yaşam denilen arızalık halinin gerekliliklerini yerine getiriyordu. Ne daha fazlası ne de daha azı… Doğallıyla giden yok oluşa ‘bilinç’ diye yavan bir kavram ile savaş açmak hem manasız hem de boşunaydı. İzlemek gerekiyordu, yok oluşu izlemek. Bu olağan üstü bir gösteriydi aslında… Ahu ile bu 5. buluşmaları olacaktı. Derya Ahu’nun şımarık yaşam tarzını tüm şımarıklığıyla taşıyışını sevmişti. Başkasının üzerinde iğreti duracak bir çok şeyi öyle doğalıyla yaşıyor ve yaşatıyordu ki; son günlerinin mucizesi olmayı başarmıştı. Şimdi içerisinde durduğu yerin anahtarını ve krokisini bir kurye ile iş yerine yollamıştı Derya’ya: içerisinde de ‘Bu akşam sen şömineyi yakmış olursun, ben de peşinden gelir hazıra konarım. Ama rakılar benden…’ yazılı şımarık bir not çıkmıştı. Bolu emrivakisine şaşırmamıştı. Sürprizler kendini belli etmesine ve ipuçları vermesine rağmen hayatlara sürpriz olurlardı. Arasa da Ahu’ya ulaşamayacağını biliyordu. Böyle bir girişimde bulunmadı. Gidecekti. Bunu Ahu’da biliyordu. Kısa sürede şımarıklık yapabileceği birini bulduğunda bunu sezmekle kalmazdı insan; bundan emin olurdu. Uzun yıllar içerisinde kök salınan arkadaşlıklara inananların ıskaladığı bir paylaşımdı. Derya ezberlerle vakit kaybedemezdi. Orman içerisine girdiğinde hava kararmıştı çoktan, yolun aydınlatması otoyolu aratmıyordu. Sitenin önüne geldiğinde kapı görevlisi iyi akşamlar dileyip sürgüyü yukarı kaldırdı. Derya gelmeden geleceğinin bilgisi gelmişti. Pencereyi açtığında ağzını açmasına fırsat kalmadan: düz devam ediyorsunuz ve 2. sağa girdiğinizde 3. ev’ dedi asalete yakın bir ciddiyet barındıran genç adam. Derya iyi bir akşam dilemekle yetindi. Şömineyi yakmadan önce medeniyetin diğer ısınma aletlerini kullanabilmesi için notlar yazılmıştı girişten itibaren; ışığa basıp kapıyı kapattığında eline takılan nota baktı: ‘Kombi mutfakta, mutfak karşında. Açmalısın’ yazıyordu. Bu buluşmanın ne zaman planlandığını düşündü, güldü. Şömine seyirlik olacaktı anlaşılan. Kombiye yönelmek yerine şimdi durduğu pencerenin önüne gelmişti, perdesiz pencereleri seviyordu. Bir ‘hiç’lik kımıldamadan dikildikten sonra kendini koltuğa bıraktı. Ahu ile arkadaşlıkları bir arkadaşlık sitesinde başlamıştı. Internetle haşır neşirlikleri farklı noktalardan olmuştu; ama gün gelip aynı noktada buluşmuşlardı. Derya yıllarca Internet üzerinden yapılan av çalışmaları ve ‘arkadaşlık’ kavramına mesafe ile bakmış ve bulaşmamakta direnmişti. Sonunda tanımadığı bir sürü insanı ve çağını ıskalama fikrine tahammül edememiş ve bu halkaya eklemlenmişti. Sadece bir aydır bu tür arkadaşlık site havuzlarından birinde yüzüyordu ki, Ahu ile karşılaştı. Ahu ise internetin hiçbir devrini es geçmeden gelmişti aynı yere; icq, msn ve second life ve diğer ne varsa… Derya internetin insanların hayatlarına dair gerçeklerin kokusunu taşıdığını bilmiyordu, öğrendi: Ahu’nun profilinde yazanları okur okumaz ölüm koktuğunu hissetmişti; ki ölüm kelimesi bir defa bile kullanılmamıştı ve ölmeye güzelleme yapan her hangi bir dolaylama yapılmamıştı. Daha içerisinde gizli, daha derinlere işlemiş ve daha gerçek bir ölme hissiydi bu: satışı yapılıp, ilgi çekme oyununa dönüştürülmemişti. Önemliydi. Derya’nın arkadaş olmak konusunda ısrarcılığı ve stratejik atakları duyumsadığı bu kokudan kaynaklanıyordu. Ahu’nun dikkatini çekmek uzun sürmedi, onca erkek arasında cinsellik etrafında dolanmayan mesajlar çarçabuk içine işledi. Zaman kaybetmeden buluşuldu, kadehler ardı ardına boşaldı, hız yapıldı, küfredildi, izbe mekanlara girildi. Kimsenin aklına geceyi bitirmek gelmeyecekti, gecenin aklına bitmek gelmeseydi. Bir sınavdı bu, iki tarafta geçti sınavdan: gereksiz hiçbir sözcük sarf edilmedi, güvenlik çemberi çizilmedi, sorgulanmadı yaşananlar, yaşayanlar sorguya çekilmedi. Hala montunu çıkarmamış, öylece dalmış düşünüyordu: hayatı ve hayatındaki ilişkileri harcıyordu. Ama bitmiyordu, gitmiyordu insanlar. Bir yerlerde kalıyor, kimi esler verip tekrar geri dönüyorlardı. Kaybetmeliydi, değerlerini yitirmeliydi ki beynini ölüme terk edebilsin. Derya bu ölümle geriye bakamamak istiyordu, kendine dair ne varsa arkasında bırakıp gidebilmek istiyordu. Bir türlü sona gelemiyordu. Dünyanın bir dibi olsaydı bulmuş olmalıydı. Dünya kısır bir döngü yaratan bermuda şeytan üçgeninden başka bir şey değildi, kayboluyor, yok oluyor, siliniyordu. Sonra uyanıp baktığında aynı noktada kalıyordu. Oysa tükenmek istiyordu, yeniden doğmak için kendinden kurtulmaya ihtiyacı vardı. Ahu bu nedenle önemliydi, Ahu bu sebeple hayatının mucizesiydi. Kendi yok oluşunu başkası üzerinde şekillendirecekti. Vicdan azabı bir yumruk olarak gelip boğazına yerleşirse geçmişi olmayan bir insana dönüşebilir, beyni yeni doğan bir bebekten daha pürüzlü, yaşanmışlıkları proteine çevirip sakladığı bir yer olacaktı. Farklı olarak bu kıvrımlar ile bağlantılar kesilecekti, beyninin bir kısmı karanlığa gömülecekti. Vicdan duygusu beynin dalgaları arasında kısa devreye yaratacak tek duyguydu. Vicdan azabı ise yok oluştu; bir insanın yok oluşuna sebep olmak. Bir tür cinayet, çağdaş dünyanın cinayet aletleri ilk çağ insanlarınkinden çok daha farklıydı. Derya suç unsurlarını bulamayacaklarını biliyordu; insan psikolojisinin açıkta bıraktıkları yerlere demirler atıyor. Bu sırda açtığı sıyrıklardan kanlar akıyor ama hissedilmiyordu. Son darbeye kadar bölgeye lokal anestezi etkisi yapacak bu küçük sızıntılar son darbeyi indirdiğinde acı duymadan sonunu getirecekti Ahu’nun. Kurgusal şeması yaklaşık böyleydi; hayat içerisinde herhangi bir kurgusundan biraz daha fazla önemsemişti. Ama her kurgusunda olduğu gibi üstünde fazla düşünmeden, aklına fikrin gölgesi düştüğü andan itibaren hayata geçirmeye başlamıştı. O dakikadan sonra olayın dışına çıkamazdı, bir rolü üstlenmiş ve oyununu oynamaya başlamıştı bile. Attığı adımlar sonucu açığa çıkan zincirlemeleri izlemeyi seviyordu. Bir insanın üzerine kahve dökmekle yetinemezdi. Daha ciddi sarsıntılar yaratmaya, dünyaya daha fazla iz bırakmaya ihtiyacı vardı. Vücuduna dövme olmalıydı saldığı rüzgar dünyanın; kopacak fırtınaları ise içine saklıyordu. Narsis bir insandan biraz daha ötesiydi belki de; dünya onun etrafında dönmekle kalmıyordu. Dünya onun içindeydi. Bu denli dünya ile bağı olan bir insanın, kendi iç sesi ve içine kapanıklığını tanımlamak için psikologların yeni terimler ve çözümlemeler üretmesi gerekecekti. İlk ne zaman böyle bir insan olmaya başladığını bulmaya çalışıyordu. İlk kırılma noktasını yaratan ne olabilirdi? Belki de narsisizmin insanların bilmediği yüzüydü; kendini beğenmekle anılan kişilik bozukluğu aslında kendinden duyulan memnuniyetsizlikle dirsek temasındaydı. Zıt her türlü durumu yaratan bir alaşım; kişide tam bir homojenlik yaratmıyordu. Ama kuşkusuz ki iç içe geçmiş kavramlardı. Derya belki de bu heterojen karakter özelliklerin yükünü taşıyordu. Şimdi en hafif olan hammaddesini ağır ısıya tutuyordu; eriyip içerisinden uzaklaşsın istiyordu. Hayat aklının yansımasından öte bir değere sahip değilken planlarını hayata koyuyordu. Tanrısı aklında ve denetimsizlik iplerdi. Şimdi bir emri gölge olarak zihninden geçirdi; bundan sonrasında irade yok gibiydi. Bir dere yatağı bulmuş yaşamı akışa bırakmıştı kendini; parçalanmak pahasına. Şizofrenik bir taraf barındırıyordu; her türlü düzenek ve hamle aslında kendine yapılmış mükemmel saldırı planının parçasıydı. Başkasının kanı akacak; yaşayarak onun canı acıyacaktı. Ahu geldiğinde soğuktan katılaşmış aklından bunlar geçiyordu. Ahu içerinin buz gibi olmasına aldırmadı, geldi sarıldı arkadaşına. Alnından öptü, Derya yutkundu. Düğüm oluşmaya başlamış olmalı ki boğazına takıldı. Kendini toplaması birkaç saniye aldı. Ahu’nun anlatmaya başladığı gün hikayesinin daha başında kahkahasını koy verdi. Bir zırhtı hayatta gülüşler, zırhını kuşandı geceye karşı. Beraber bara geçip kadehlerine rakı doldurdular. Rakı ortak noktalarıydı, nice gece kulübünde elinde rakısı dans ederlerdi birbirlerinden habersiz zamanlarında da: bu rengarenk hazırlanmış kokteyllere, tekilalara, miller ve JB’lere karşı bir başkaldırıydı. Meze hayattı ne de olsa: beyaz peynir zaruri olmamıştı ikisi içinde birbirlerinden habersiz hayatlarında. Ahu mutfağa doğru uzadı. Kombiyi yakıp bir şeyler hazırladı bu defa; meze niyetine hayatlarını koymayacakları bir gece olmasını umuyor olmalıydı. Bu sırada Derya hazırlanmış şömineyi tutuşturmayı akıl etti. Üzerine etil alkol boşalttığı odunların alevleri gözlerini kamaştırdı, kırmızı, sarı ve maviyi bir arada var eden bu gücü tapılan günleri istedi. Tek tapılası güç olabileceğini düşündü ateşin ve en heybetli… Ateşe tapabilirdi; ama hırsızı Prometheus canını sıkıyordu. Derya’nın bir tek tanrıçası vardı hayatta, uzun ve dalgalı saçları ile Fortuna: bir elinde keçi boynuzu, diğer elinde ise gemi dümeni… Hayatı bu denli özetleyen başka bir mit yoktu. Eğer bir şeye inanmaya ihtiyacı olsaydı bu kuşkusuz Fortuna olurdu; yaranmaya kalkışmanın bir faydası yoktu bu heybetli kadına, şansı da şansızlığı da rast gele dağıtırdı. Seçilmiş kişileri yoktu; adaklar adamanın anlamı yoktu, kim ne yapıyormuş aldırmıyordu. Hayatları var ediyor, şenlendiriyor ya da alt üst ediyordu. Fortuna bu hayatın işleyişinin mantığıydı, yöntemiydi. Olasılıklar dahilinde olan her şey Fortuna’nın işiydi: Mucizelerle işi olmazdı. Ya da sadece mucizeleri olasılık sınırları içerisinde hayata sunuyordu. Olasılık dahilinde olan şeyleri yaşayan insanların mucize kavramına yükledikleri anlamlara gülüyordu. Ahu geri geldiğinde ateşe dalmış arkadaşı gözlerini çevirmeden konuştu; ‘ne boktan olabiliyor şu insan oğlu değil mi? Ne kadar sefil düşünebiliyor. Ne kadar sefil ki düşünebiliyor ya da…’ Ahu anlamadı mırıldanılanı, o sadece melankoliyi hemen ortaklaştırmakla yetindi. Hüznün omuzlarına çökmesine izin verdi. Böylece gecenin rengi açığa çıktı. Ahu hiçbir alt yapısı olmayan bunalımlara sahipti. Hayatının perde önünde görüneni neyse geride kalanı da öyle özenilesi bir hayattı. Memnuniyetsizliğinin sebebini temellendiremiyor, anlatmak istiyor beceremiyordu. Derya’nın perde arkasında başka şeyler vardı; ama o akşam bunları anlatmadı. Fortuna’nın sıkça dümen kırdığı yer tesadüfen Derya’nın perde arkasıydı. Şimdi kimi enkazlardan söz etmek yerine başka bir şeye girişti. Ahu’nun hayatını ellerinden aldı; kendi hayatıymış gibi tıkanma noktalarını, çıkışsızlıklarını, tatminsizliklerini, yetinemeyişlerini, sahip oluşlarını ve ille de yok oluşa yaklaşışlarını anlattı. Bu sırada Ahu, Derya’nın sandığı hayatı dinlerken tek tek düğümleri çözdü. Hayata ilmek ilmek tutturulmuş yabancılaşma halinden çıktı ki, boşlukta sallanmaya başladı. Rakı kadehini sıkarken elinde üst üste fon dipler yaptı. Adaba aldırmadı, rakı adabına dün olduğu gibi o gece de uymadı da; biraz daha fazla yaktı içerisini… dinlediği hikayenin bir yerinde mırıldandı: ‘ Ne yapmalı, nasıl kurtulmalı bu yapış yapış hayattan…’ gözleri yere dikilmişti. Hiç hüzne bu denli dalmamıştı; hiç kendini bu denli dinlememişti. Eğer daha önce dalsaydı kendi içine çoktan son verirdi. Şimdi son başka bir yerden gelmişti. Devam edemeyeceğini anladı. Derya’ya bir ümit sordu yine de,girdaptan bir kez çıkmayı denedi ve birkaç gündür hayatının mucizesi olan insanın gözlerine baktı. Gözlerinin derinine dalması bakmasından birkaç salise sonra geldi. Dudakları konuştu: ‘ şimdi ne yapmalı’ dedi. Derya: ‘Ölmek zamanı!’ dediğinde Ahu kararını vermişti. Ağlasaydı, hayatında ağlayacak hüzünlere ve nedenlere sahip olsaydı içini akıtabilir ve kurtulabilirdi. Şimdi ağlasaydı kendine ağlayacaktı, nedensiz hüznüne… Hayat insanlara hüzünleri verirken ellerine oyuncak ederdi aslında; insanlar hayatı hep acılarla , yokluklar ve hastalıklarla anlamlı hisseder ve yaşama tutunurlardı. Acı insanların elinde oyuncaktı; oyuncağı olmayan çocuk sahip olmadıklarını kaybedemeyeceği için ardından ağlayamadı da; oysa hayat kendinden menkul bir memnuniyetsizlik diyarıydı. Ahu hayat denilen arızayı ortadan kaldırmaya karar verdi; sabah olsa vazgeçerdi belki. Hele ki bu saatte bu sarhoşlukla giden arkadaşına gitme diyemedi. Beni bırakıp gitme deseydi gidemezdi belki Derya; ama kendi kuyusuna girmişti. Derya giderayak sarhoş dudaklarından zehir saçtı: ‘Sen kalıp burada ölmelisin, ben gidip bir uçurumdan yuvarlanmalıyım. Sen kendini öldürmelisin, beni varsa tanrı haklamalı…’. Sözcükleri sanrı ile gerçek arasından süzülüp Ahu’ya ulaştı. Ahu böyle düşünmemişti geceyi. Belki sabah olsa… Bir daha sabah olmadı. Derya biliyordu sevgili arkadaşının ölümü eline oyuncak yapmayacağını, küçük bir kızken oynadığı jimnastik ipini çekmeceden bulup çıkardı elleri; kaptanlık lisansı aldığı yaz öğrendiği düğümü attı parmakları. Geçti boynuna ip, ürkmedi. Tekme atına kadar ne yaptığını düşünmemişti. Sallanırken ayakları boşlukta celladını gördü kan dolan gözleri: Derya… Ahu hep hayatın kıyısında dolanmıştı; ama bu gece ölümü bir başkasının elindendi. Oysa ince çizginin diğer kıyısına geçmeyebilirdi. Derya ağlamadı, gök yüzü şimşekleriyle aydınlattı yolu. Derya ağlasaydı sağanakla yarışabilirdi gözyaşları. Derya ağlamayı hak bilmedi. Ağlarsa yaptıkları boşa giderdi. Arkasında bıraktığını düşündü; ölüm yolunu düşündü. İlmekleri atışını gördü ince ellerin basarken gaza, çamur olup yollarına akmış toprak almadı içine… Derya ölemedi… Sabah gün ağarırken İstanbul’a varmıştı. Üçüncü sınıf bir otele yerleşirken televizyonlu oda istedi. Yıllar önce okumuştu bir kadını otel odasına ‘ölmeye yatmaya’ gidişini… Birkaç gün ölmeye yatacaktı: öğlen haberleri başlayana kadar gözlerini tavana dikti; hiçbir şey düşünmedi. Hiçbir şey düşünmemeyi düşüncelerin uykusuz geceler yaşattığı yıllar öğrenmişti. Gözlerin kapalıysa sadece karanlığa odaklanırsın, başka bir şeyin araya girmesine izin vermezsin. Gözlerin açıksa duvara diklersin gözlerini; ayrıntılarda gezdirmezsin. Çünkü ayrıntıları izleyen gözler akla izin verir hayatı düşünmek için. Uyanık olmak gerekir düşünmemek için. Son bir şey daha düşünecekti Derya; sonra bir daha düşünmeyecek… Öğle haberleriyle beklediği haber geldi: ‘Ünlü mason iş adamı Halil Paşa’nın kızı Ahu’nun cesedi Bolu’daki evlerinde bulundu. Ahu’nun kendini asarak intihar ettiği yolundaki söylentiler henüz doğrulanmadı. İş dünyasın…’ televizyonu kapadı Derya; dişlerini sıktı. Pis yorganı başına kadar çekti ve gözleri açık saatler geçti. hiçbir şey düşünmeden saatler geçti. Atık isteseydi de düşünemezdi. Derya 3 gün sonra otelden çıkarken görüldü. Bolu’yu tırmanırken durdu. Torpidodan bir makas buldu. Bellerine inen uzun dalgalı saçlarını tutam tutam rüzgara bıraktı. Yoldan geçen arabaların kornalarını aldırmadı, soğuk taşların üzerine bacaklarını açıp, yaramaz çocuk gibi saçlarına daldırdı makası. Ayağa kalktığında bir iki araba durmuş onu izliyordu. Kafasında oluşan oyuklarda elini gezdirdi. İşi bittiğini fark etti. Arabaya bindi ve artık hayatına geri dönebilirdi. Saçları ve Ahu’yu Bolu’da bıraktı, Derya onunla kaldı. Bunu hesap etmemişti, vicdan hiç de öyle büyütülecek bir duygu değildi anlaşılan… Ahu öldü, Derya kaldı… Ölen öldü, hayat kaldı…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © özlem evrim torun, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |