..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Kötü bir barış, iyi bir savaştan daha iyidir. -Puşkin
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Deneysel > Erdem Asıbostan




17 Kasım 2007
Sana Geliyordum  
Erdem Asıbostan
Bir boşluğa düşüş anı gibi… Yanı başımdaki nesneler insanlar mı akıyor, ben mi düşüyorum? Ya içimdeki o duygu karmaşasına ne demeli? Bir suçluluk duygusu yapışmıştı yakama. Bir hırsla sıkıyordu boğazımı…


:BJBD:


Yazın her akşam onunla beraber haberleri dinlerdik. Daha doğrusu o, televizyonun sesini açardı, biz de dinlemek zorunda kalırdık. Yazın gelişini Fikret amcanın terasta haberleri dinlemesinden anlardık.

Fikret amca bizim kapı komşumuzdu. Çatı katında oturduğumuzdan teraslarımız da yan yanaydı. Nüfus kâğıdının üzerindeki tarihten yaklaşık yetmiş yıl geçmesine rağmen dinç sayılırdı. Belki de evine, beşinci kata, kendi yaşıtlarının bazıları gibi dinlene dinlene değil de bir solukta çıkabilirdi. Fakat hep asansörümüz onun imdadına yetişir, bir düğmeye basmak kadar yorgunluk verirdi. En dikkatsiz insan bile kır saçları ve artık her geçen yılın yüzüne bıraktığı izlerin arkasında pırıl pırıl parlayan ela gözlerini fark edebilirdi.

Kulağının ağır işitmeye başladığı birkaç sene evvelini hatırlıyorum da… Pek kimseye belli etmek istemiyordu ama ondaki farklılıklar hemen kendini ele veriyordu. Bazen o kadar selam vermemize karşın doğruca geçip giderdi. Sonra televizyonun sesi de gittikçe artmaya başlamıştı. Mahalleli, Fikret amcanın ağır işittiğini duyunca onunla olan diyaloglarında seslerini biraz daha yükseltmeye başladılar. Bazen iş abartıp bağırdıkları da olurdu. İşte o zaman, “Ne o! Karşında sağır mı var senin?” diye terslerdi böyle yapanları.

Bu ilk zamanlarda abartıp yüksek sesle konuşan bakkal Hasan amcaya çok kızmış ve bir ay boyunca ondan alışveriş etmemişti. Hiç üşenmeden alışveriş için altı sokak ilerideki süpermarkete gitmişti. Ve her alışveriş sonrası muzaffer bir ordunun komutanı edasıyla gerine gerine Hasan amcanın bakkalının önünden geçmişti.

Sonra Hasan amca jest yaptı ve Fikret amcanın kapısına dayanıp özür diledi. Fikret amcada yelkenler suya inmişti. Kolay mıydı öyle on beş yıllık tavla arkadaşını bir çırpıda kaybetmek? Bu on beş yıl da emeklilik süresiydi, bundan önceki arkadaşlıklarıysa cabası.

Ağır duyma sorunu Fikret amcanın elinde sonraları tam bir koza dönüşmüştü. İşine gelenleri can kulağıyla dinlerken işine gelmeyenleri “Seni duymuyorum, hadi git işine.” diyerek geçiştirirdi.

Hanımı Münevver teyze de kendisi gibi öğretmendi. Münevver teyze yedi yıl önce vefat etmişti. Hastalığı yüzünden Fikret amcadan beş yıl önce emekli olmuş ve tam anlamıyla evinin sultanı olmuştu. Çocukları yoktu. Çocuk hasretini benimle dindirdiklerini söylerdi annem. Bir de çiçekleri vardı bir ev dolusu. Terasları tam anlamıyla bir serayı andırırdı. Hatırlıyorum, Fikret amca şaka yollu “Hanım, bıktım artık şu çiçeklerinden. At şunları da ev bize kalsın.” derdi.

Münevver teyze öldüğünde dokuz yaşlarındaydım. Yavaş yavaş kırlaşmaya başlayan saçlarını genelde topuz yapardı. Tıknaz bir yapısı vardı. İlerleyen şeker hastalığından mıydı bilemiyorum, gittikçe kilo aldığını fark ediyordum. Bazen Fikret amca, Münevver teyzeye “şu komşu günlerinde fazla yeme hanım, bak, külahları değişeceğiz sonra.” derdi. Münevver teyze alınmış gibi yapar, Fikret amca da gönlünü almak için bütün gün uğraşırdı. Bu halleri bana nedense çok komik gelir, sürekli gülerdim.

Münevver teyze vefat ettikten sonra Fikret amca çok durgunlaştı. Kendini neredeyse eve hapsetti. Hasan amcanın bakkalının önünde yaptıkları o bol heyecanlı tavla maçları bile onu çekmiyordu. Hâlbuki ne çok severdi o maçlarda Hasan amcayı kızdırmasını. “Zar tutma… Hasan usta hile yapıyorsun… Oynamayı unutmuşsun mirim…” sözleri birbirine karışır giderdi. Fikret amcanın bu eski halinden eser kalmamıştı.

Evinden sadece alışveriş için çıktı ilk zamanlar. Bir yıl kadar sonra yavaş yavaş evden çıkmaya başladı ve tavla maçları da başladı sonunda. Ama öncekilerden biraz farklıydı; gülüşler azalmıştı. Belli ki tavlayı bırakamayıp eve geç kaldığında, Münevver teyzenin Hasan amcanın bakkalına telefon açıp şöyle azar yollu bir konuşma çekmesini, sonra hasan amcaya dönüp:
— “Kızmış bizim hatun yine. Ben gideyim. Hadi eyvallah.” demeyi özlemişti. Her oyun başka bir hüzün kazanıyordu sanki. Her ne kadar: “İki mars, bir oyun… Al bakalım tavlayı koltuğunun altına. Öğren de gel, Hasan usta!” deyip hasan amcanın bam teline bastığında yüzünde hafif bir tebessüm olsa da eve doğru yönelişinde o tebessüm dudaklarında taş keserdi. Sonra taş atılmış cam gibi yüzü parça parça kesilip yere dönerek 25–30 adım ilerideki evine doğru yollanırdı.

Eve geldiğindeyse hemen televizyonun karşısına geçip haberleri izlerdi: tabii yüksek sesle… Sonra televizyon kapanır, önce evin havası teneffüs edilirdi. Taş plaktan Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Zeki Müren eşlik ederdi Fikret amcaya. Sonradan öğrendim, anılarını kaleme alıyormuş her gece. Bazen de ben giderdim. Karşılıklı oturup çaylarımızı yudumlarken bana da anlatırdı eski anılarını: öğrencileri, askerliği, Münevver teyze… O zamanlar Fikret amcanın pırıl pırıl yanan gözleri daha bir başka parlardı.

“Hanım atalım şunları.” dediği Münevver teyzenin yadigârlarına gözü gibi bakıyordu. Her sabah suladıktan sonra onlarla konuşurdu. O çiçekler onun için bambaşkaydı. Sular yapraklarını siler, topraklarını ve saksılarını değiştirirdi. Anıları derinleştikçe bir de gözyaşlarıyla sulardı.

Bir ağustos gecesi… Evdeki herkes bir işe dalmış, terasta tek başıma oturuyordum. Ayın önünden yavaş yavaş geçen bulutları seyrediyordum. Meltem kesilmiş, gecenin nemi genizleri yakmaktaydı sanki. Akşamüstünden beri bir gariplik vardı ama… Fikret amca haberleri dinlememişti. Gece yarısına yaklaşıyordu saatler. O gece bir ilk yaşanıyordu: Fikret amca ilk defa o saatte gramofonunu açmış, Safiye Ayla’dan Makber’i dinliyordu. Oysaki Fikret amca bu saatlerde kimseyi rahatsız etmemek için parmaklarının ucunda yürürdü.

- “Gülüm,” diye bir ses duydum. Uzandığım kanepe Fikret amcanın terasıyla bizimkini ayıran bir insan boyundaki duvarın yanındaydı. Aynı duvarın arkasında da bir kanepe vardı. Duvarın yarım metre yukarısından ise terasın yarısına kadar gelen bir tente vardı. Fikret amca yine çiçekleriyle konuşuyor diye düşündüm ve dinlediğim anılardan acaba hangisi gelecek bunun ardından diye keyiflendim bir an. Ellerimi başımın altında birleştirip yıldızları seyre daldım. O an haksızlık ettiğimi de düşündüm: öyle ya çiçekleriyle konuşuyordu, benimle değil.

—Hatırladın mı, gülüm? Hatırladın mı bugünü? Kırk beş yıl… Evet, tam kırk beş yıl ya… Nasıl da geçti değil mi? Hiç anlamadık. Sular mıydı akan yoksa hayatımız mıydı be gülüm?...

O gece evlilik yıldönümleriymiş… Garip duygulardı hissettiklerim. Bir yandan ilk defa Fikret amcanın “Gülüm” diye hitap ettiğini duyuyordum; bir yandan da gizli bir şeyleri duymanın verdiği merak duygusu kemiriyordu içimi. Kafam karışmış, odaya geçmekle geçmemek arasında gidip geliyordum. Hareket edersem o anı bozmaktan ve fark edilmekten korkuyordum. Gerçi Fikret amca ağır işitiyordu ama… Kararsızlıktan yerimde çakılı kalmıştım.

— Yirmi beşimdeydim… Şimdi… Şimdi yetmişimdeyim ya… Sen yoksun be gülüm. Bak, sana şimdi ihtiyacım var ama… Olmadı, olmadı be gülüm!.. Hani beraber…

Hüzün, havadaki nemi daha bir ağır hale getirmişti sanki. Hissettiklerimin ağırlığı mı, havanın ağırlığı mı, bilemediğim bir sebeple bir ateştir sarmıştı bedenimi ve ateşin sardığı yerler soğuk terlere boğulmaya başlamıştı. Artık duymak istemediğimden olsa gerek gözlerimi kapadım o şaşkınlıkla. O zaman anladım nasıl bir hata yaptığımı: gözümün önüne Fikret amca ve Münevver teyze geldi düğün giysileri içinde. Benim içinde bulunmamam gereken bir mahremiyeti aşıyordum.

Birden bir tuhaflık sezmeye başladım: Nefes alışların süresi gittikçe kısalıyor, kısalırken de hırıltılı bir ses tonu havaya hâkim oluyordu. Heyecan duygusunun kanımda yayılışını hissedebiliyordum. Ne yapmalıydım? Fikret amca diye seslenip tüm büyüyü bozmalı mı yoksa beklemeyi mi tercih etmeliydim? Zaman sanki hiç geçmiyor gibiydi. Soluk alış ve verişlerin aralığı kısaldıkça hırıltı artıyordu.

Bir tangırtıyla irkildim. Tangırtıyı bardağın ve bir başka camın kırılışı takip etti. Bu ses daha tok bir kırılış sesiydi. O an yerimden doğruldum. Kararsızlığın pençesinde hareketlerim bir filmin yavaş çekimini andırıyordu.
-     Aaahhhhh!

İşte bu ses de benim kırılma noktamdı. Bu sesten sonra kanepenin üzerine çıktım ve kafamı uzatmamla Fikret amcayla göz göze gelmemiz bir oldu. Kanepenin üzerinde uzanmış yatıyor, bir taraftan da iki eliyle kalbini ovuyordu. Her gün özenle taranan o kır saçlar dağılmış, kırışıklıklar sanki daha bir belirgin hale gelmiş gibiydi. Acıyla hafiften kapanan ela gözlerinin kenarındaki kıvrımlar dalga dalga yüzüne yayılıyor hissi veriyordu. O gözlerin hiçbir bakışı o anki bakışına benzeyemez. Kalbim küt küt atıyordu.

-     Anneeee, babaaaaaaa!

Gayri ihtiyari çıkan avazıma ben bile şaşırdım o an. Bizimkiler bana bir şeyler olduğunu düşünmüş olacaklar ki kısa bir süre içinde terasa gelmişler. Bense hala şaşkınlığın verdiği o ağırlığı üzerimden atamamıştım: Teras duvarında Fikret amcayla bakışmalarımız sürüyordu. Babamın sesiyle irkildim:

-     Fikret ağabey, dedi telaşlı bir sesle, iyi misin?

Fikret amcanın eli hala kalbinin üzerindeydi; kalbinin üzerinde dolaşan elleri göğüs kafesini açıp rahatlatmak istercesine haşinleşmiş bir pençeye dönüşmüştü. Parmakları, giysilerini alaşağı etmek istercesine sert hareketler çiziyordu. Ela gözlerinin üzerine kapanan kirpiklerinden döküldüğünü sandım hırıltılı sesinin. O an kolumda değişik bir sıkıntı ve onu takip eden acı ve sarsıntıyla babama döndüm:

-     Ambulans, dedi, koş ambulans çağır!

Şaşkınlığımın da etkisiyle hala Fikret amcayla bakışıyorduk. Bir anda babamın kolumu ikinci yakalayıp beni silkmesiyle kendime geldim. Artık ne düşüneceğimi bilemez haldeydim: Bir an duraksadığımı hatırlıyorum. Odadaki telefon gözüme iliştiğinde ileri doğru atıldım ve telefona ulaştım. Numaraları sanki bir buğu kaplamıştı. Alelacele tuşlara dokunup karşıdaki sese, adresi söyledim.

Çok geçmeden kırmızı mavi dönen sirenin ışıkları soluk sarı sokak lambasına galip geldi. Etrafa bir telaş hâkim oldu. Beyaz önlüklerin hızlı hareketlerini garip bir donuklukla Fikret amcayla göz göze geldiğimiz yerden, teras duvarının üzerinden, izlemeye başlamıştım. İşte o an Fikret amcayla yine göz göze geldik: Sedyedeydi ve yüzündeki oksijen maskesinin üzerinden hafif kızaran ela gözleriyle bana bakıyordu. Tek damla yaşın göz kenarlarındaki kırışıkları takip edişini fark ettiğimde nefesimin kesilişi… Gözlerimin kararışı…
Kırmızı mavi ışığın hızla uzaklaşmasıyla sokak tekrar soluk sarı rengine geri dönmüştü. Ben de her şeyin başladığı kanepede kilitlenmiş gibi oturuyordum. Annem ve kardeşimin sesleri uğultu halinde kulak duvarlarıma çarpıyor her ne kadar anlamaya uğraşsam da başaramıyordum. Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönmüştü sanki. Annemin komşularımızla konuştuğu görünen, söylenenler meçhul…

Bir boşluğa düşüş anı gibi… Yanı başımdaki nesneler insanlar mı akıyor, ben mi düşüyorum? Ya içimdeki o duygu karmaşasına ne demeli? Bir suçluluk duygusu yapışmıştı yakama. Bir hırsla sıkıyordu boğazımı… az sonra bir ses duyacakmışım gibi geliyordu bana:

— Suçlu! Kalk ayağa!...

O koşuşturmadan arda kalan bir damla yaşın göz kenarından süzülüşüydü. Gözlerimin her kapanışında tekrar tekrar canlanıyordu. İnanılmaz bir gayretle gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum ama nafile… Söz geçiremiyordum göz kapaklarıma. O hal ile….

*** *** ***

Serviler… Mezar taşları… Hepsinin üzerinde isimler, doğum ve ölüm yılları… Ruhuna el-Fatiha… Yol kenarındaki duvarın dibine ilişmiş, Fikret amcayı bekliyorum.

Az önce de aynı görüntüler geldi gözümün önüne: Münevver teyzenin kabri başında duamı bitirdikten sonra ellerimi yüzüme sürerken. Fikret amcanın gözlerinden süzülen o bir damla yaş… Ve ertesi gün yoğun bakımda diyotlara, makinelere bağlı Fikret amcanın yüzü… Çok şükür şimdi sağlığı yerinde… İki aydır evde dinleniyor.

Değişik bir istekti, bugün Fikret amcadan gelen:
— Evladım, Münevver teyzeni ziyaret etmek istiyorum: benimle gelir misin? Nasıl reddedebilirdim ki bu teklifi, suçluluk duygusu beni hala bir gölge gibi takip ederken? İki aydır yüzüne bakamadığım, konuşamadığım Fikret amca, seni nasıl kırabilirdim ki?


Ben şoför koltuğunda o sağımda hiç konuşmadan geldik mezarlığa kadar. Oysa söylemek istediğim çok şey vardı. Öncelikle özür dilemeliydim senden: mahremine girdiğim için. Ama acil müdahale edildiği için kendi vicdan azabımı nasıl yendiğimi de ekleyecektim. Olmadı, olamadı… Yine lal olmuştu dilim.

Şimdi duvar kenarında yerdeki sonbahar yapraklarıyla oynayıp seni izlerken bir garip ses doluyor kulaklarıma. Münevver teyzenin mezarı başına çökmüş, ellerinle onu okşar gibi toprağını okşarken ve yanındaki boş mezar yerine yaşlı ela gözlerle bakıp iç çekişini izlerken bir anda bir şamar gibi çarpıyor yüzüme:


- Yaa, işte böyle… Sana geliyordum, olmadı be Gülüm!

.Eleştiriler & Yorumlar

:: daha iyisi
Gönderen: nazlı çelik / Manisa/Türkiye
7 Mart 2008
tebrikler hocam gayet güzel bir yazı ama sizi tanıyanlar daha iyisini isterler mesela ben siz hem çok citti hem de bi o kadar güldürücüsünüz anlamadınız dimi ne demek istediğimi aman boş verin ben bir öğrenciyim yorumum anca bu kadar oluyor...bakın size şu sözüm belki birşey anlatır. mutluluk bile hattini aşarsa azap olur. mutluluk bizi ezer.ben de hattimi aşmadan beşarılar diliyorum.

:: Sıradanlık Sona Ermiş.
Gönderen: özgür yenigün / Kırıkkale/Türkiye
1 Aralık 2007
Merhaba, Öykünüzü ilgiyle okudum ve beğendim. Ben yapıcı eleştiri yapmayı seven birisiyim. Önce güzel yanları söyleyip sonra eksiklikleri söylemeyi tercih ederim. Fakat ilk defa bir öykü de bir eksiklik (yazım,noktalama yanlışı ya da anlatım bozukluğu gibi.)bulamadım. "Çok geçmeden kırmızı mavi dönen sirenin ışıkları soluk sarı sokak lambasına galip geldi." cümlesi ve benzer cümleler sıradanlığa son verdiğinizi gösteriyor. Mezarlık kısmına yapılan ani geçiş de çok ilginç olmuş. O kısımda okuyucu Fikret Amca'nın öldüğünü düşünüyor, fakat bunda yanıldığını sonradan anlıyor. Kaleminize sağlık.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın deneysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Demir Çarıklar

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Şeb - İ Yelda


Erdem Asıbostan kimdir?

aklımın puslu haritasında


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Erdem Asıbostan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.