..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Estetik > Ali Osman Öztürk




9 Nisan 2002
Türk Halk Türkülerinin Şiirselliği  
Ali Osman Öztürk
Eflatun Cem Güney "Türkülerimiz süt be süt şiirdir" der. Başka söze ne gerek?


:DEAH:
Edebi türler arasında bilindiği gibi şiirin yeri başkadır. Dramatik ve epik türlerdeki dolaylı ve mesafeli anlatım üslubu şiirde, yerini doğrudan ifade biçimine bırakır. Şiirdeki direkt anlatım biçemi, onun yapısal bir özelliğidir, çünkü şiir, sade bir tanımla, bireyin, dış dünya (doğa, insan ilişkileri, sosyal olaylar vb.) ile çatışmalarına verdiği derin tepkilerin gönül süzgecinden geçerek dışa vurumudur. Bu tepkiler doğal olarak dil yoluyla açığa çıkar. Yazılı bir metne şiirsellik kazandıran da, zaten (eskiden olduğu gibi) artık onun ölçülü, uyaklı, sanatlı söylemi değil, aksine özgün imgeli ve duyumsamalı söyleyiş biçimidir, denilebilir.

Türkülerimiz “süt be süt şiirdir” diyor Eflatun Cem Güney. Gerçekten de, türkülerin yukarıdaki tanıma uygunluğunu görmek zor değildir. Türküler, söz ve ezgiden meydana gelen halk edebiyatı ürünleri; halkın bağrından kopan ve bağrında yaşaya gelip, yaşaya giden ürünler.

Türkülerin sözsüz de şiir olduğunu söylemekle işe başlayabiliriz. Türkülerimiz, bir şiirin işlevini sadece mırıldanılmakla da yerine getirebilir. Biliyorsunuz şiir yazılı bir metindir her şeyden önce, fakat bu yazılı metin, şiirselliğini dokusundaki ölçüye, uyağa ve ritim duygusuna borçludur. İşte bu ritmi, bu ölçüyü türkülere veren asıl olarak hece ölçüsü, uyak vs. değil, ezgidir. O nedenle biz bir türküyü mırıldanmakla, bir şiirden beklenen rahatlama, dile getirilme ve boşalma gereksinmemizi karşılamış oluruz.

Şiir, insan duygularının dışa vurumudur dedik. Bu dışa vurum dil yoluyla gerçekleşir dedik. Bu dilin kendine özgü karakteristik özellikleri var. Nedir şiiri şiir yapan bu özellikler? Öncelikle onu dinlenilir, okunur kılan üslup özellikleri, yani hoş, güzel söyleyiş biçimi. Estetik söyleyiş biçimi kaynağını nereden alıyorsa, işte o unsurlar, şiire şiirsellik kazandıran temel unsurlardır. Şimdi türkülerde ezgiyi önemsedik. Peki ezgi olmaz ise türkünün şiirselliği kalmaz mı? Tam tersine türkü gerçekte söz olarak da şiirdir,. Türkünün metni her şeyden önce dışardan bakılınca, ölçülü, uyaklı, durgulu ve vurgulu bir metindir. Dizeler sondan, içten ve hatta baştan birbirleriyle irtibatlandırılmıştır. Bu haliyle metin sağlam dokulu bir metindir, ama örn. uyağın metne kazandırdığı salt hoş bir duyuş ve söyleyiş değildir. Uyakta arketipik ipuçları vardır; Şaman toplumlarından beri uyak insanlığın tapınma gereksinmesinde çok önemli rol üstlenmiştir. İnsanlığın örn. korunma, sağalt(ıl)ma ihtiyaçlarında duaları çoğunluk uyaklı kurulmuştur. Uyaktan beklentimiz biraz gizemli ve ilâhidir. Bu gereksinimi ister Alman toplumu olsun, ister Türk, ailelerin çocuklarına isim verirken, baştan ya da sondan uyaklı isim arama geleneğinde görürüz (Nibelungenlied gibi Orta Çağ Alman destanlarında kişilerin adı böyledir: örn. Gunther, Gernot, Giselher, Krimhild). O halde uyak salt estetik bir beklentinin karşılığı değildir. Türkülerin, söyleyene her türlü duygu ve isteği ifade etme olanağını vermesi, belki uyak gibi unsurların insana kazandırdığı anonimlik sayesindedir. Çoğunlukla farkında olmadığımız bir korunma isteği, dua ederken uyaklı, dolayısıyla etkili bir söyleyişi tercih etmemizde belirleyicidir
O halde uyaklı metin, insanı rahatlatan metindir. Türkülerimizin, bu nedenle edebiyat türü olarak, insanda bir katarsis yarattığı, söylendikçe, dinlendikçe, insanların içindeki duyguları, belki söylenemeyeni, belki dile getirilemeyeni, birileri aracılığıyla, ses-söz ve ezgi ile ortaya koyan, böylece insanı rahatlatan bir işlevi olduğu görülür.

Türkülerimizi edebiyat katına yükselten en önemli öğesi, şüphesiz kullandığı dildir. Türkü dili, gerçekten, bir tomurcuğun açması gibi, kendiliğinden oluşan, doğal söylenmiş bir dildir. Bu dil bizim günlük yaşamda kullandığımız dile benzemekle birlikte, ondan başkacadır. Nedir bu başkalık diye sorarsanız, yukarıda da belirtildiği gibi, “çok eski devirlerden beri süregelen arketipik öğeler” yanıtını vereceğiz. Bu öğeler adeta arkeolojik buluntular gibidir, kazdıkça altından yeni yeni anlamlar ve mesajlar bulursunuz. Türkünün dili, türkülerin yapısına da yansıdığı gibi, somut ifadeler içerir. Şu anlamda söylüyorum, madem ki şiir insanın gönlünden kopup gelen bazı duyguları terennüm eder, işte bu soyut duygu ve düşünceleri hep somut dil öğeleri, üslup ve söz sanatları ile ortaya koyar. Türkülerde mecazlı (metaforik) bir dilden söz edilir, bu mecazlı dil, anlatılmak isteneni hep söz sanatlarıyla somut biçimde dillendirir. Soyut ifadeleri adeta elinizle koymuş gibi bulursunuz. Mecazlı ifadeler simge (sembol) ölçüsüne varır.

Nedir simge? Simge, soyut duygu, düşünce ve kavramların somut sözcüklerle açıklanmasıdır. Örn. Ben şimdi gül ve bülbülü anarsam, aynı zamanda aşktan, sevgiden söz ettiğim hemen anlaşılır. Türkülerde her bir bitki, hayvan, renk ve sayının ayrı simgesel bir anlamı olduğu söylenebilir. Burada bir türküden örnek verelim:

Ey sevdiğim sohbet olam dil olam,
Sen bir bahçıvan ol ben de gül olam!
Uzat ellerini de der beni beni!
Ne olurmuş da uzun boylarına?
Beş dakika koynunda gör beni beni!!

Burada birinci bölümde sözü edilen “bahçıvan, gül ve dermek” ile ne amaçlandığı, ikinci bölümde yadsınamayacak biçimde tercüme edilmiştir. Tabi ki türkülerdeki simgeler bitki, hayvan, renk ve sayı vs. ile sınırlı değildir. Ayrıca her bir davranış da simgesel olarak anlamlandırılır. Örn.

Sallana sallana suya gidersin
Su değil meramın seyran edersin
Sen güzelsin ama, çok kan edersin,
İmana gel gavur kızı imana!

dörtlüğünde olduğu gibi. Salına salına suya gitmek, salt bir davranış tasviri değildir, aynı zamanda bir mesaj vermektedir. Salınarak giden güzel, bekâr olduğunu ve kalbinin henüz boş olduğunu dile getirir. Çoğunluk salınarak giden kız, aynı zamanda “zülüf döker”. Evli güzellerin başı, Alman türkülerinde de olduğu gibi, bağlıdır.

Şiirsel yapıyı biraz daha edebi bir analizle gözden geçirirsek, özellikle Türk halk türkülerinin yapılarında dikey bir yapı prensibini tespit ederiz. Bu dikey yapı prensibinin Türkçe karşılığı, türkülerimizdeki nakaratlar, yani kavuştaklardır. Bu kavuştaklar, esasen türkülerin ya en sakin ya da en hareketli bölümlerine tekabül eder. O halde söyleyen ya da dinleyenin en rahatladığı ya da coştuğu anı ifade eder. Böylece şiirin işlevine uygun olarak, kavuştak yapısal bir önem kazanır türkülerde. Bu önemi şimdiye dek herhalde en güzel dile getiren kişi, görüşümce E. C. Güney olmuştur: “Mısraların bir pınar gibi akışı ve kavuştakların kurnasına dökülüşü”. Türkülerimizde çok sık kullanılan, Türk halk türküleri için karakteristik olan kavuştaklar, yukarıdan aşağı dile getirilen duygu ve düşünceleri, adeta bir “kurna” ya da oluk gibi toparlar ve bir suyun serinliğinde söyleyeni ve dinleyeni rahatlatır. Bu kavuştakların bir başka özelliği de, kıtaları zincir gibi sıkı sıkı kavraması, birbirine bağlamasıdır.

Son olarak, türkülerin şiirselliğine önemli katkı sağlayan kıta yapısı açısından olaya bakalım. Kıtalarda, Pertev Naili Boratav’ın nitelemesiyle, dilde de olduğu gibi, evokatif bir üslup vardır. Evokasyon, çağrışımla ilgili duygulanmadır. Dışardan bir dürtü gelir, bir şey görürsünüz, rastlantısaldır, o size yaşadığınız, üzüldüğünüz bir şeyi anımsatır, içinizde bir şeyler kıpırdar, duygulanırsınız. İşte bu açıdan türkü dili evokatiftir, bu da kıtanın yapısına yansır. Somut doğayı betimleyerek başlar, kendini, yaşadıklarını, üzüntü ya da sevincini anımsar, sonra son dizede duygular dile getirilir. Bu yapı ilkesi, bütün türkünün yapısına da yansır. Türküde bir olayın hikaye edilmesi, yani bir dış olayın aktarılması yanında bir de iç olayın, iç yaşantının da dile getirilmesi söz konusudur. İç yaşantılar genellikle kavuştaklara dökülen duygular, korkular, sevinçler, üzüntülerdir. Görünürde betimlenen doğa ile, dile getirilen duygular arasında hiçbir ilgi yoktur; ancak o ilgiyi kurmak için türkü evreninin bilinmesi gerekir. Türkünün dilinde var olan simgesel öğeler bize bunun için ipuçları verir. Bu simgeler birer şifredir. Fakat şifreler bilenler için şifre olmaktan çıkar, “ayan beyan” olur:

Yüce dağ başında armut ağacı,
Yaprağı dökülmüş kalmış ağacı. (doğa)
Eğer senin bana gönlün yoksa, (Yaşantı)
Sen bana kardeş de ben sana bacı.      (korku, vazgeçiş)

Türküde her kıta yeni bir başlangıçtır. Gözlem-Anımsama-Duygulanım aşamaları hep yeniden tekerrür eder, kavuştaklarda teselli bulunur. Bu tekdüze dönüşümlülük dinamiktir ve dikey (vertikal) yapıyı oluşturur. Halbuki, Alman türkülerinde anlatılan olay, artzamanlı olarak artarda (kronolojik) sergilenir, böylece yatay (horizontal) bir yapı ortaya çıkar. Bu mantıksal anlatım tutumu, duyguyu geri plana iter ve metni mesafeli kılar. Bizim türkülerimizde ise mantık ve duygu iç içe geçmiş, dinamik ve gerilimli bir anlatım üslubu benimsenmiştir.

Sonuç olarak; Türküler neresinden bakılırsa bakılsın, “süt be süt” şiirdir, sıkı bir dokuya sahiptir. Türkü estetiği, yalın olduğu kadar, çok katmanlıdır da. Türkü metni, bir şiir gibi hemen tüketilemez. İsteseniz de tüketemezsiniz, o hep yeniden doğmayı bilir.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Atatürk ve Yabancı Dil Üzerine
Alman Edebiyatında Sevgi, Hoşgörü ve İnsan Hakları
Barbara Frıschmuth Konya'daydı
Nasreddin Hoca Şiirden Anlar Mıydı?*
Gördüm Konya'yı
Ulusal Egemenliği Nasıl Algılıyoruz?
"Baki Kalan Gök Kubbede Hoş Bir Sefa İmiş"
Dil'de Kirlenme Üzerine
Atatürk'ü Anmak
Öykünün Hikayesine Dair…

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Nasreddin Hoca'nın Şiiri [Şiir]
Bir Şiirdir Yaşam [Şiir]
Hazan Günü [Şiir]
Rudolf Otto Wiemer [Şiir]
Anladım ki... [Şiir]
Sanal Bayramlar [Şiir]
"Göğsünün üstüne iki yıldız/gözlerinin üstüne iki öpücük" [Şiir]
Şair [Şiir]
Ezginingünlüğü [Şiir]
Sadece Dostlarıma [Şiir]


Ali Osman Öztürk kimdir?

Akademisyen, çevirmen, halkbilimci, karşılaştırmacı, eleştirmen.

Etkilendiği Yazarlar:
Bilimsel anlamda Wilfried Buch, Otto Holzapfel, Gürsel Aytaç; edebi anlamda Luise Rinser, Buket Uzuner.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ali Osman Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.