Avukatlar da bir zamanlar çocuktular herhalde. -Charles Lamb |
|
||||||||||
|
Sonbaharın yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı sabahlardan biriydi. Yastığımın altında çalan telefonumun alarm sesiyle uyandım. Saat 06:50 aslında kalkış saatim 07:00 ama alarmı on dakika erkene kurup, yatakta keyif yapmak için kendimce fırsat yaratıyorum. An gibi geçen on dakikanın ardından kalktım ve odanın penceresini açtım. Mevsim ve hava nasıl olursa olsun, sabahları pencereden dışarıya bakmayı ve temiz havayı ciğerlerime çekmeyi seviyorum. İstanbul gibi bir metropolde her ne kadar temiz hava bulmak zor olsa da, ikamet ettiğimiz semt biraz yüksek kesimde kaldığından, geneli bahçeli evlerden oluştuğundan ve birde evimiz ana caddelere uzak olduğundan her daim temiz hava bulmak mümkün. Ben pencereden dışarıyı seyredip ciğerlerime bayram yaptırırken, aynı odayı paylaştığım kız kardeşim yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. Camı kapatıp usulca tülü çektikten sonra, mutfağa gidip sabah kahvaltısı için masayı hazırladım. ... Evden ayrılış saati geldiğinde, iki kardeş bizi uğurlamak için kapıda bekleyen annemizi öpüp kokladıktan hayır duasını aldıktan sonra yola koyulduk... Sokaklar ne zaman çiselediğini bilemediğim yağmurla ıslanmış durumda. Etrafta mis gibi toprak kokusu. Yürüdüğümüz yolun iki yanında sırasıyla ağaçlar var. Kimileri yapraklarını dökmüş, kimileri ise göz pınarlarımızda biriktirip de ne zaman nerde salıvereceğimiz belli olmayan gözyaşlarımız gibi dalların ucunda eğreti şekilde son bir gayretle salınarak düşeceği anı beklemekte. Hafif bir sonbahar rüzgârının önümden sürükleyerek alıp götürdüğü yaprakların sararmış bedenleri, kısacık bir zaman diliminde neler... neler... Getiriyor aklıma... Geçmişe yolculuk yapmak, hem hüzün hem mutluluk veriyor çoğu zaman bana, bu çok enteresan bir duygu aslında, yani sevdiğim insanlarla paylaştığım her bir an, bir filim şeridi gibi gözümün önünden kayıp giderken nasıl mutluluk veriyorsa, kayıp giden ve yitirilen pek çok şeyin aslında bir daha geri gelmeyeceğini ya da gelemeyeceğini bilmek işte buda çok büyük bir hüzün veriyor bana. Yürüdüğümüz yolun bitiminde kız kardeşim benden ayrılıyor. Bende otobüs durağına doğru yöneliyorum. Tanıdık birilerine bakınıyorum ama durak boş, belli ki otobüs yeni gitmiş. Ayakta beklemek istemediğim için bankın üzerine oturuyorum. Bank soğuk, içim ürperiyor. Caddenin karşında, bulunduğum tarafa geçmek için bekleyen bir kadın ve yanında üç küçük çocuk var. Çocuklardan ikisi erkek biri kız. Hem de öyle ilginç bir kız ki, metrelerce öteden kendini belli edebiliyor. Neden mi? Çünkü saçlarının rengi turuncu. Yeşil ışığın yanmasıyla, dördü birden koşar adımlarla caddeyi geçtiler. Kadın çocukları çekiştire çekiştire durağa getirdi. Çocukların üstleri çok yeni olmamakla beraber tertemiz. Ellerinde evde yapıldığı belli olan poğaçalar var. Göz ucuyla onları seyrettiğimi fark eden çocukların annesi yüzüme baktı. Kadın genç ama bakımsız, yüzünde ve ellerinde kendisini zorladığı belli olan yılların izleri var. Tebessüm ettim. Karşılık olarak oda bana gülümsedi ve yanıma oturdu. Günaydın dedim bu sefer. Günaydın dedi. İşe mi gidiyorsun? Diye sordu. Evet dedim. Ne güzel kendi paranı kendin kazan koca eline bakmak çok zor dedi. Haklısınız dedim. Ne iş yapıyorsun? Dedi. Yönetici asistanıyım diyecek oldum, sonra aman kadın ne anlayacak şimdi diye düşünüp fikrimi değiştirdim ve sekreterim dedim. Üzerime doğru baktı… Çok şık giyinmişsin ben seni bankacı sandım dedi. Yok değilim ama çalıştığım firma büyük bir firma bende patronun sekteriyim o yüzden kendime dikkat etmem lazım dedim. Ha yani sen patronun sekreterisin o zaman başka dedi. Çocuklar sizin mi? Allah bağışlasın çok şekerler hele kız bir harika dedim. Oğlanlar benimde kız benim değil anası çalışıyor ben parayla bakıyorum ona dedi. Kadın konuşurken bir yandan da çocuklara bağırıyor, durun yapmayın etmeyin diye. Kız mazlum, ama oğlanlar birer felaket… En sonunda birinin kolundan tutup ensesine bir şamar indirdi, yanımdan kalktığını görürsem kırarım bacaklarını diye birde tehdit etti. O istediği kadar kendini parçalaya dursun, ufaklık ayakta duran abisiyle kaş göz işareti yapıp gülüşmekten geri kalmadı. Siz nereye böyle sabah sabah çoluk çocuk diyecek oldum. Bir dokun bin ah işit misali başladı anlatmaya… Hiç sorma, kaç gündür annem rahatsız, yemek içmek hak getire çocuklar yüzünden kendimi toparlayıp bir türlü gidemedim. Bugün hasretin anasıyla konuştum, anama gidicem , kız sende mi kalsın yoksa benimle mi gelsin diye sordum? İş yerine götüremem seninle gelsin demiş. Öğrendim ki adı Hasret… Hep Türk filmlerinde olur böyle isimler diye düşünür gülerdim. Ama bu sefer sahibine öyle yakışmıştı ki bu isim gülmedim. Daha önce hiçbir çocuk bu kadar ilgimi çekmemişti diyebilirim. Öğrendiğime göre beş yaşındaymış, omuzlarından aşağıya iki örük yaptığı saçları abartısız turuncu renkte. Bütün yüzü saçlarıyla aynı renk çillerle kaplı. Gözleri lacivertle mavi arasına sıkışmış bir renk tonu. Üzerinde beyaz bir bluz var, bluzun üzerindeyse kendisine benzeyen saç örgülü kabartma bir bebek deseni... Eteği pembe ve fırfırlı arada bir fırfırların hareketini izlemek için vücudunu bir sağa bir sola hareket ettiriyor. Ayağında beyaz fistolu çorapları ve yine pembe renk ayakkabıları var. Minik ellerine dün akşam gittikleri kına gecesinden aldığı kınadan koymuş annesi. Merhaba hasret nasılsın dedim? Kadına sokularak nerden biliyo benim adımı diye sordu. Sonrada iyiyim dedi başı önünde utangaç utangaç… Kınaların çok güzel sana çok yakışmış dedim. Gülümsedi. Sonra senin kınaların yok ama oje sürmüşsün dedi. Yüzüğünde çok güzel, baban mı aldı dedi. Yok dedim, babam artık yanımızda değil... Benim babam cennette senin baban da mı oraya gitti dedi. Sanırım evet dedim. Bir an öyle bir baktı ki gözlerime, tüm kalbimle seni anlıyorum der gibi geldi. Sonra arkasını dönüp çocukların yanına gitti. Çocukla ilgilendiğimi anlayan kadın, hasret çok uslu bana hiç zararı yok pişirdiğimi yer, verdiğimle oynar hiç ağlamaz, tek çocuk zaten yalnız büyümüş, onun için çok mazlum dedi. Ve başladı anlatmaya, Hasretin babası bir evin bir oğluymuş, hasretin anasını çok sevmiş çok diretmiş en sonunda da ne yapmış ne etmiş evlenmiş sevdiği kızla. Çok uzun bir süre çocukları olmamış, soyunun yürümesini isteyen aile en sonunda başlamış sana yeni birini alalım bu kadın uğursuz demeye. Ama nafile, adam baskıya daha fazla dayanamayarak almış karısını gelmiş İstanbul’a. Bir süre sonra annesinin ölüm haberiyle sarsılmış genç adam. Anasının acısı dinmeden babasını kaybetmiş bir traktör kazasında… Köyünden bir beklentisi olmadığı için ne var ne yoksa satmış. Sonrada başlamışlar hastane hastane dolaşıp çocuk yapmak için tedavi olmaya... Öyle böyle derken en sonunda tüp bebek yapmaya karar vermişler… On iki sene sonra, bu yöntemle çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk kız olduğu için ve senelerin özlemini hasretini dindirdiği için, adını hasret koymuşlar. Her şey çok güzelmiş, hasret bebek tüm bereketiyle gelmiş konmuş ailesinin yüreğine… Fakat bir gün bu mutlu tablonun üzerini bir sis bulutu kaplamış. Bir gece mesai bitimi işten dönerken bir arabanın vurup kaçması sonucu adam kötü şekilde yaralanmış, aylarca yatağa mahkum olmuş. Kocasına ve bebeğine bakmak zorunda kalan kadıncağız elinde avucunda ne varsa hem bebeğine hem de kocasının hastane ve ilaç masraflarına harcamış. Elde avuçta bir şey kalmayınca da iş aramış ama bulamamış. Sonunda bir gün daha fazla dayanamayan adamcağız hasreti ve annesini kendine hasret bırakarak göçüp gitmiş. Geride gencecik dul bir kadın ve sekiz aylık bir bebek kalmış. Koskoca şehirde yapayalnız kalan kadın memlekette her şeyi satıp savdıkları için geriye de dönememiş. Bir zaman konu komşunun yardımıyla idare etmiş sonra yine komşularının yardımıyla ev işlerine gitmeye başlamış öyle böyle derken bir fabrikaya kapak atmış iki senedir yemek yapıyormuş, işinden memnunmuş. Gerçi diyor karşımda oturan kadın, hasretin anası fazla bir para vermiyor ama kadın namuslu Allah için, çocukta kuzu gibi o yüzden bakıyorum, hem benimkilerle kaynayıp gidiyor hem de benim ekmek param çıkıyor. Otobüslerin minibüslerin biri gelip diğeri geçiyor önümüzden. Seni de tuttuk arabayı kaçırmadın dimi diye sordu, yok kaçırmadım dedim hâlbuki kim bilir kaç tanesini kaçırdım sayısını bile hatırlamıyorum. Birden acele ile ayağa kalkıp çocukları toparlamaya çalıştı çabuk otobüs geliyor diye. Çocuklar etrafına toplanıverdi hemen. Sonra bana döndü ve hadi size de hayırlı işler dedi. Sağ olun size de geçmiş olsun dedim. İtiş tıkış çocuklarla beraber gelen arabaya bindi. Cam kenarına oturan hasret minicik kınalı ellerini ve fındık burnunu cama dayadı. Önce gülümsedi araba hareket edince de el sallamaya başladı. Otobüs önümden geçip gittikten sonra bir süre öylece arkalarından bakakaldım. Bir çocuk beni ne kadar çok etkilemişti, sabahın bir vakti aklımdan geçirip hasretini çektiğim pek çok duygu küçük bir kız çocuğunun isminde ve masum yüzünde başka bir anlam kazanmıştı. Ben geçmişi hasretle anarken, Hasret, hem geçmişine hem de babasız geleceğine hasret dolu bakıyordu... Güle güle kınalı kuzu Güle güle yüreği yaralı ceylan. Gülen yüzün hiç solmasın. Bahtın aydınlık, yolun açık olsun…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilgün SARIGÜL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |