Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
Bu sabah, baharın sevincini bir başka yaşayan kuşların tatlı namelerine ve güneşin gülümseyen yüzüne yenik düşerek, her zaman ki saatimden biraz daha erken uyanıyorum. Yatağın içinde biraz keyif yapıp, yorganımla, yastığımla cilveleştikten sonra bir hamle ile kalkıyorum. Ev sessiz… Annem ve kız kardeşim halen uyuyorlar... Güzel bir sabah kahvaltısı hazırlamak için mutfağa giriyor ve gürültü yapmamak için kapısını hafifçe kapatıyorum. Çay suyunu ocağın üzerine koyuyor , havanın nasıl olduğuna bakmak ve temiz hava almak için balkona çıkıyorum. Pencerelerden biri aralık , annemin küllüğü camın kenarında, demek benden önce kalkmış… Uyku tutmayınca da biraz oturup sigara içmiş... Duvara dayalı duran tahta sandalyeye oturup, tülü aralıyorum… Zaten aralık olan camdan içeriye giren hafif bir serinlik, yüzümü okşuyor. İçime çekiyorum tertemiz havayı ve mis gibi toprak kokusunu… Kollarımı cam kenarında birleştirip, başlıyorum baharla yeniden canlanıp, yeşile bürünen ağaçları seyretmeye… Elma , armut, erik, ayva, dut, vişne, iki tane asma ve hemen hemen her renkten güller bahçemizi süslüyor... Serçeler avare avare bir o dala bir bu dala atlıyor, kendi aralarında sohbet ediyorlar. Onların cıvıltıları beni eskilere götürüyor… İlk geldiğimiz seneler tek tük yerleşim vardı… Fazla ev olmadığı için bahçe çok güzel güneş alırdı… Ev sahipleri genelde farklı memleketlerden gelen insanlardan oluştuğu için, toprak kültürünü iyi bilirler her türlü bitkiyi ekip yetiştirirlerdi. Neredeyse, çocukluğundan beri İstanbul’da doğup büyüyen annem bile bir süre sonra komşularına heveslenerek bahçemizi ekmeye başlamıştı. Bahçede bulunan tulumbadan su çeker, çıplak ayakla ekili yerleri sulardım… Bazen tam anlamıyla haşatım çıkardı… Fakat sabah annemle elimizde tepsiler bahçeye inip , tazecik domatesleri, biberleri, salatalıkları dalından kopardık mı yorgunluğumuzun yerini tatlı bir mutluluk alırdı. Azıcık emek verdiniz mi toprak, bire bin veren en fedakar arkadaşınız olurdu. Bir an asma altında duran tahta bir tabureye takılıyor gözüm. Sabahları işe gitmeden önce mutlaka bu asmanın altında annemle babam birer bardak çay içer, birer sigara tellendirirlerdi. Babam, cennette yaşıyorum ben, evimi hiç bir şeye değişmem der, hafta sonu yapacağı mangal keyfinin hayalleriyle işe giderdi. Babam gideli ve asma altı yalnız kalalı tam sekiz yıl oldu… Annem ve Anneannem, havanın yüzünü biraz yumuşak buldular mı? Aynı asmanın altına çöreklenir, hamur yoğurmaya, katmerler açılmaya, tereyağlı gözlemeler yapılmaya başlanır, elinde tellendirdiği sigarası ve Türk kahvesiyle dedem bir köşeden onları seyreder, küçükken de annemin kendisine ne kadar düşkün olduğundan ve ne haylazlıklar yaptığından bahsederdi. Elma ağacımız... Kurban Bayramlarında evimize gelen kurbanlığın bu ağaca bağlanmasıyla, mahalle arkadaşlarıyla bir olup, oyunlar oynayan, ertesi günde arkadaş oldukları kuzucuğun kesilmemesi için babama yalvaran kardeşlerimi anımsıyorum. Dedem de babamda aile ağacımızın sararan yaprakları oldular. Tıpkı babaannemin on sene önce sararıp solduğu gibi… Eskiden Pazar kahvaltılarımız özellikle fırından alınan dumanı üzerinde taze ekmek, kızarmış patates, dalından koparılan domates, salatalık ve bunun gibi birbirinden lezzetli gıdalar eşliğinde ağaçların gölgesinde yapılırdı. Şimdinin brunch keyfine benzerdi. Öğlene dek süren kahvaltı içilen Türk kahvesi ve babaannemin baktığı fallar eşliğinde son bulurdu… Soyadımızın yegane temsilcileri, güllerimiz... vazgeçemediklerimiz... Tomurcuk verecekler yine, birbirinden güzel renklerde… Hıdırellez gelecek sonra, dualar okunacak , dilekler dilenecek , soğanların bir ucuna siyah bir ucuna beyaz iplik bağlayacak … Sefa mı? Cefa mı? diye sabah beklenecek,sonra uzayan kısmın sevinci veya kederi ile bir sene daha devrilecek. Bazen seneler mi bizi kovalıyor? Yoksa biz mi onun peşinden koşuyoruz bir türlü anlayamıyorum… Birden omzuma dokunan bir el ile irkiliyorum. Gelen annem, kızım ne bu dalgınlık sabah sabah aklın nerelerde geziniyor diyor. Gerçekten zaman içinde yolculuk yapmış gibiyim, bir türlü kendime gelemiyorum. Sadece kalkıp tüm gücümle annemi kucaklıyorum… Yüzünü gözünü öpüyor, mis kokusunu içime çekiyorum. Damarlarımdaki tüm suyu ona vermeye hazırım yeter ki oda sararan bir yaprak olmasın… Mutfağa giriyoruz… Annem çayı demlemiş masayı hazırlamış bile… Ne zaman hazırladın sesini bile duymamışım, öyle dalmıştın ki günaydın bebeğim dediğimi bile duymadın. Bahçenin yeşili, kuşların sesleri büyüledi beni, eskileri hatırladım bir an diyorum. İyi de yavrum saatin kaç olduğunda haberin var mı? İşe geç kalacaksın diyor. Telaşla saatime bakıyorum, henüz vakit var içim rahatlıyor. Penceremde bu sabah, zamanın bir vaktinde takılı kalıyor. Gün böylece başlamış oluyor, ve hayat tüm hızıyla devam ediyor...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nilgün SARIGÜL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |