Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Sarı Beserek ölmeye yatınca Çayır koyağına bir yas kümelendi, çöreklendi. Anamas koyaklarında yaylayan tüm yörükler döküldüler Çayır koyağına. Gün görmüş, yokluk çekmiş, sarı sakallı dedeler atlarına bindiler. Geldiler. Uzun Kerime "geçmiş olsun" dediler. Sarı Beserek'e türlü otlardan yakılar yaptılar. Her meyveden şurup çıkardılar, içirdiler. Derin hocalardan muskalar getirdiler. Kızgın demirle dağladılar. Devenin iniltileri dinmedi, yavaşlamadı hiç. Deve bir çocuktur yörüğün gözünde, yüreğinde. Deve bir kardaştır : çadırı, yükü yurt yerinde koyup gitmeyen. Deve bir kuştur. Çiçekler dünyayı süslerken yörüğü Teke'den yaylaya, göğün gözü buğulanınca yayladan Teke'ye uçurup duran... Ak saçlı, susuz toprak gibi kara yüzlü nineler, kına yakmadılar saçlarına. Kaymak döşlü gelinler, sülün boylu kızlar, kaytan bıyıklı yavuklularının sevilerini çıkardılar yüreklerinden. Sarı Beserek'in iniltilerini doldurdular. Anamas koyakları ormanıyla, kuşuyla bir kara yasa gömüldü. Tam göç zamanı. Sürüler, üç dudaklı develer, gelinlik kızlar, seven erkek yürekleri "göç, göç" diye sızladı. Bir yel esti Teke'den yaylaya, serince. Koyunları, kuzuları çekti, yededi Teke'ye doğru. Çobanlar her şafakta sürüyü Torosların Teke'ye bel verdiği Çökek gediğinden çevirdiler. Bir Sarı Beserek kaldırıp bakmadı başını. Bir onun içini yakmadı Teke özlemi, inledi durdu, yaralı kaplanlar gibi. Çavuşlar obasının ayağına tuşak oldu, dolandı. Yayla koyaklarında yörük kalmadı. Aktı Teke'ye. Kara bulutlar birer yama oldular mavi yorganın yüzünde. Çavuşlar obasının yüreğine tuz, biber... Tüm Çavuşlar obası toplandılar Sarı Beserek'in çevresine. Boyun büküp elaçtılar, yakardılar. Yas tuttu Gök Emine, Fatma Ana, İrebiş Nine... "Kara yas ile yola gidilir mi Sarı Beserek'siz göç tutulur mu. Ak döşlü bacılar yurtta konur mu." Sürüler bent tutmaz ırmak oldu. Aktı Teke'ye Teke'ye. Zora geldi Çavuşlar obası, bir şafak tuttu göçü. Göç geceyi delerken Uzun Kerim Ali Çavuşa sordu usulca : "Çavuş emmi nerede kışlayacaksınız? Deve iyi olunca, ya da ölünce bulayım obayı Teke'de." Ali Çavuş akıp gelen akça şafağa verdi gözlerini. Sustu uzun süre. Düşündü. Senitli kayasında bir keklik ötüyordu yanık yanık, korkulu. Alayını yitirmiş. Seher yeli inceden sürüp getiriyordu kekliğin sesini. Salıyordu koyağa. Develerin sırtlarında tapalan kara çadırlara, seven yiğit, dişi, kederli, yanık yüreklere saplanıyordu kekliğin sesi. Koyak keklik sesinin altında pusuyordu. Uzun Kerim hıçkınyordu usul usul. Ali Çavuş dilinin bağını çözdü : "Ah bir bilsen kışlağımızı emmim. Ah bir bilsen! Bilmez misin Teke orospu yatağıdır. Bilmez misin aç köpeklerle doludur, yörüğün sürüsünü bekleyen. Arama bizi Teke'de Kerim. Bul bir yer. Az ver, çok ver, sok başcağızını. Biz belki Solak, belki Kundu, belki de ta Tugaylar ovasında kışlarız. Belki de konacak bir yer bulamayız. Gezer dururuz ovanın çamurunda kılavuzunu yitirmiş turna katarı gibi. Sen, şu ötüp duran, alayından tezikmiş yavru palaz gibice geçir emmim kışı. Öte, öte... Haydi, bize izin, sana sabır..." Öpüştüler tüm obayla. Tüm obanın gözlerinden keder akıyordu şafağa. Göç usuldan yürüdü. Bir yılan gibi sessiz. Bu, daha da dokundu Uzun Kerim'e, Gök Emine'ye, Sarıca Zeynep'e, Güllüce'ye. Onların yüzündendi göçün suskusu. Çanların, zillerin, kavalların, boğazların... suskusu. Bir ağıt kurdu Gök Emine inceden. Sızı gibi. Çam kokularını koyağa sürüp gelen seher yelini zehire çeviren. Şafağın önünde, yele karıştı gitti oba. Susa susa. Uzun Kerim ocağı arada bir şafağın gümüş örtüsünü yırtan köpek sesleri yitinceye kadar oturdular çadırın önünde. Içiktiler, durdular. Yalnız uyuyan bir Gülsün kız vardı. Güllüce'nin yetim kuzusu. Sabahın ışıkları Çayır koyağını göze verince yüreklerindeki saplalı hançer bir daha yekindi. Yalnızlık büyüdü, büyüdü yuttu Uzun Kerim ocağını. Uzun Kerim sıçradı, kaptı baltayı. Yürüdü devenin üstüne. "İyileşeceksen iyileş, öleceksen öl bir eveli! Dinini..." Gök Emine yetişti, tuttu kocasını. "Dur Kerim," dedi. "iyileşecek Sarı Kızım benim." "Pok iyileşecek! Başıma türlü belalar getirmeyecek de! Yaylada yayla itlerine, Teke'de orospu Tekelilere sürümü pay - kuduz ettirmeyecek de! Teke çamurunda süründürmeyecek de! iyileşecek! Onun iyileştiğine çakayım ben! Duydun mu Gök Emine!" "Duydum. Duydum ya. Sürü gitmiş eğrekten." Uzun Kerim tez bindi al celebe. Çökek gediğinde, göçün ardında tuttu sürüyü. Getirdi, saldı koyağa. Karısına, gelinine, dul bacısına : "Akıp gidermiş sürü göçün ardından," dedi gözlerini saklayarak. "Beni önlerinde görünce, tüm sürü başını kaldırdı. Bana baktı. Ben 'kös!' diye bağırınca hepsi de boyunlarını büküverdiler. Başladılar burunlarını çekmeye. Yumuluverdiler kirpi gibi. içim yarıldı. Sorma. Şu devenin de anasını ...mezsem!" "Dur Kerim! Dur! Sarıca Zeynep gelinimin hatırı için dur!" Uzun Kerim gene bıraktı baltayı elinden. Gelinini çok severdi. Kaşının eğildiğini istemezdi. Kuru ayaz bastırdı koyaklara. Yayla bir soğuk cehennem oldu. Kış, kar korkusu doldurdu Uzun Kerim ocağının yüreğini. Sarı Beserek gün geçtikçe kötüleşti. Bir gözlerinde kaldı ışık. O da koca gövdesinin eriyip gidişi gibi eriyip gidiyordu. Tam bir ay gözlerini kesmediler Sarıca Zeynep, Gök Emine, Güllüce, devenin gözlerindeki o incecik ışıktan. Uzun Kerim bir onulmaz öfkenin elinde çırpınıp duruyordu. Çayır koyağı bir damdı kapısı olmayan. Kara bulutlar ötelerden süründüler, geldiler dağların doruklarına. Tünediler. Kışı muştuladılar Uzun Kerim ocağına. Yayla dağlarına bulut tüneyende kış geldi demektir. Hemen boşanır, deli taylar gibi koşar yayla dağlarında. Ardından da akça karlarla örter, koynuna alır, uyutur yağız toprağı, işte o zaman bir büyük dam olur yayla. Yol vermez, geçit vermez... Uzun Kerim uykusunu böldü ortasından. Kalktı. Usulca sokuldu Sarı Beserek'in yanına, inleyip duruyordu deve. Gözlerini yumdu. Büktü devenin boynunu. Oturdu üstüne. Devenin soluğu kesildi az sonra, içi buruk bir sızıya oturdu Uzun Kerim'in. Bir yandan da bunu daha önce yapmadığına pişman oluyordu. Çocuğunu öldürmüş bir babanın suçluluğuyla geldi, sokuldu yatağa. İçike içike ağlamaya başladı. Sabahın hançer gibi batan ayazına attılar kendilerini Gök Emine, Sarıca Zeynep, Güllüce, Fadime, Cin Ali, Deli Memiş, Kara Yusuf ve ötekiler. Toplandılar Sarı Beserek'in çevresinde. Deveyi boynu uzalı, gözleri yumulu görünce bir ince ağıt kuruverdiler hemen. Koyak uğuldadı... "Sürüye bakın!" diye gürledi Uzun Kerim devenin gönünü almaya başlarken. "Uluşup durmayın! Sürüyü çarptırırsınız yaylanın itlerine!" Cin Ali'yle bacısı Topacık Fadime birer tabanca alarak çıktılar sürünün ardından. Vakit kuşluğu kucaklarken çan sesleri aktı koyağa. Uzun Kerim baktı. Sürünün ardında dört kişi görünce irkildi. "Hayırdır inşallah" diyerek uğraşına daldı. Bir süre sonra gene kaldırdı başını, iyice süzdü gelenleri. Biri Cin Ali, öteki Topacık Fadime'ydi. Ya öteki ikisi? Bekledi elinde bıçakla. Az sonra Bağcıklı Kel Osmanla, Yaka Köylü Naili Musa dikildiler karşısına : Sırtlarında birer koyun ölüsü vardı. Giysileri apal kana bulalı. Başları yerde. Arkalarında Cin Ali'yle Topacık Fadime duruyorlar elleri tabancalı. Birer öfke şimşeği gibi. Uzun Kerim her şeyi anlayıverdi hemen. Korktuğu başına gelmişti. Usulca yürüdü. Geldi, Naili Musa'nın çenesini kaldırdı iki parmağıyla. Gözlerinin içine baktı, baktı... Sonra Kel Osman'a geçti. Onun da gözlerinin içine baktı, baktı. Sonra iki adım geriledi. Durdu. Gerildi: "Tuu! Sizin yüzünüze! Ülen ne bu hal! Bunca kemiksediniz de neden gelip demediniz bana? Keserdim size bir kuzu. Tuu!" Geri dönerken söylendi. "Yaylalısı, Tekelisi, yörüğü bekler aç köpekler gibi. Yörük gelecek de, sürüden bir koyun çalacaklar da, dişleri ete değecek. Oğlum Ali! Bunları kat önüne. Teslim et köyüne. Leşleri de götürsünler. Bilirdim "fedeceğimi ya... Kör olsun obadan ayrılık." "Muhtar yaptırdı bize Kerim Emmi," dedi Kel Osman ağlayarak. "Cehennem edin yaylayı Uzun Kerim'in başına, dedi. Yoksa dövecekti bizi..." Cin Ali adamları önüne kattı. Koyağın aşağısında kayboldular. Uzun Kerim hemen göçü tuttu akşamın karanlığında. Çanları, zilleri susturdu. Gecenin karnına süzüldü yılan gibi. Yılanlı ovasına gelince geriye döndü saklıca. Bağcık muhtarının bahçesine girdi. Şafak yeli şökene kadar biçti biçti devirdi ağaçları. Dağlardan, yamaçlardan keklik sesleri saçılmaya başlayınca doğruldu. Bahçenin içine baktı : Ağaçlar 'yat emri' almış askerler gibi seriliydi yerde. Yalnız iki tane vardı dikilen. "Siz ikiniz nöbetçisiniz," dedi. "Koyunların bedeli tamam. Yürü Kerim." Bir çırpıda koca ovayı geçti. Beli aştı. Güneşin ilk ışıklarıyla bile konalgaya geldi. Karnını doyurdu. Yattı ardıcın altına. Sürü, son güz sıcaklarının altında geviş getiriyordu Sannı'da. Sannı, Tekeyle yaylanın arasıdır. Her gelen yörük bir konar Sannı'ya. Beş, on gün kalır, dinlenir. Gene sürdürür göçü. Sabah yeli, koyağa ardıç, çam, katran kokularını getirip salıveriyordu. Koyak on beşinde bir kız tutkusu gibi kokuyordu. Gök Emine kınalı kır saçlarını geri attı. Gelini Sarıca Zeynep'in açtığı yufkaları çevirmeye başladı, ikisi de obayı düşünüyordu. Tekenin neresine kondular ki. Bulabilecekler miydi? Yoksa katardan tezikmiş turna gibi Tekenin çamurunda dolanıp duracaklar mıydı. Koyaktan Deli Memişin kavalı akıp geliyordu yele karışarak. "Dolan Ümmühan" türküsünü çalıyordu Deli Memiş. Emmisinin kızının tutkusuna düzmüştü bu türküyü. Kavalı nokta nokta söyletiyordu. "Ümmühan koca Tekenin neresindedir kim bilir ay oğul," dedi içikerek Gök Emine. "Belki de Tekenin itleri sürüyüp kopardılar yüreciğinden Ümmühanını..." Sarıca Zeynep hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çok severlerdi biribirlerini Ümmühanla. O da sarıydı. Kavil kurmuşlardı aralarında Uzun Kerimin gelini olacaklarına. Sarıca Zeynep olmuş, dada Ümmü olamamıştı. Gelecek seneyi bekliyordu. Bir el silah patladı aşağıdan. Uzun Kerim derin uykusundan fırladı, mavzeri kaptı. Pusulandı ardıcın çatalına. Gelin, kaynana da hamurlu ellerine birer tabanca aldılar. Beklediler. Koyağın alt ucundan iki ormancı şapkası göründü. Sakladılar silahlarını. Kadınlar ekmeğe otururken Uzun Kerim gelenleri karşıladı. Ormancılar geldiler, oturdular ardıcın altındaki keçeye. Şapkalarını çıkardılar, dengildiler. Kara, kuru olanı "devlet ormanından, orman kanunundan" sözü açtı. Daha sözünü bitirmeden nar gibi kızarmış kuzu eti önlerine sürülünce sesini kesti. Üç gün aç kalmış gibi saldırdılar, parçaladılar kuzuyu. "Durabildiğin kadar dur burada emmi," dediler giderken de. Gün geçtikçe, birer ikişer ormancı çıkıp gelmeye başladı. Her gelen kanundan, ormandan söz açtı. Kuzuları yeyince ağızlarını silip gittiler. Tam on iki kuzu oldu yedikleri yirmi günde Uzun Kerim'den. "Leş kokusu almış kuzgunlar gibi çokaştı sürüye bu ormancılar Kerim," dedi bir sabah Gök Emine. "Göçelim hemen. Yoksa sürü bitecek..." Göç akşamının alacakaranlığında indi Kozan köye. Teke ovası aşağıda, kurşun rengi akşamın altında uyukluyordu. Ta ötede, Antalya'nın ışıkları pırıldaşıyordu, ovanın bitiminde. "Ben sabaha gelirim uşak. Tasalanmayın," dedi Uzun Kerim. Döndü Sannıya. Sannı ladin, sedir, çam, kekik, kokuyordu gecede. Soludu, koku ciğerlerine dolunca bir hoş oldu. "Bir öfkeye yakacağım sizi. Af edin beni yeşilce ağaçlar..." diye mırıldandı. Kuşağının arasından kav, çakmak kesesini çıkardı çaktı. Tutuşan havı gömdü kuru çam pürlerine. Bastırdı üstünü. Koca koyağın on iki yerine soktu kavları. Döndü geri. Sannı belinin Tekeden yüzüne devrilirken söylendi: "On iki kuzumu yediniz, semirdiniz. Kanunu sürdünüz önüme. Açın şimdi o kanununuzu. Yazar nasıl söndüreceğiniz. Sizin yüzünüzden yazık oldu fidanlara..." Çadıra girdi şafak ucunu ısıtırken. Kekik kaynattı, içti. Başını taşa koyacağı sırada bir ses duydu. Doğruldu içinden söverek. Gelen Kozan köy muhtarıydı. Buyur etti. Muhtar oturdu. Az sonra da dengildi hemen. "Tekelinin huyudur. Kıçı yere değer değmez hemen devriliverir" diye düşündü Uzun Kerim. Gök Emine geldi, "Hoş geldin," dedi Muhtara. Sonra Uzun Kerim sordu : "Muhtar ağa Çavuşlar obası nereye kondu. Hiç duydun mu?" Muhtar yanıt vermedi. Iraklara, ta Bozburun dağının doruklarına baktı. Sofra geldi. Kızarmış but tatlı bir koku saçtı. Muhtar yutkundu. Başladı yemeye. Kahveyi içmeye başlayınca hatırladı Uzun Kerimin sorusunu. "N'apacaksın Kerim obayı, mobayı. Ver şuraya on bin. Otur Gökveliler ovasında. Eski yok, bir şey yok. Sürün de rahat eder, sen de. Sığın dalıma." Uzun Kerim düşündü muhtarın sözlerine. Bir oyuna gelme korkusu büyümeye başladı içinde. Ali Çavuşun sözleri uğuldadı, titredi kulaklarında : "Bilmez misin Teke orospu yatağıdır. Sığın bir yere..." "Canım Kerim neden düşündün kaldın? Altı üstü otlak bunun. Kimse bir şey diyemez sana ben sağken. Burasını diyeyim." Beş bine anlaştılar. Bir kâğıt yazdı, mühürledi muhtar. Uzattı Uzun Kerime. "Olur mu böyle?" dedi Uzun Kerim kuşkulu. "Parası, şartı filan yazılmamış. Azalar da mühürlememiş. Hiç görmedim böyle senet ağa. Vaz geçtim ben." "Sen neden korkuyorsun yav? Sana kancıklık mı edeceğiz, şimdi al bunu. Yarın gel. istediğin gibi bir senet yazarız azalarla birlikte. Oldu mu şimdi?" Uzun Kerim çaresiz aldı kâğıdı. Muhtar da parayı cebine sokarak çıktı çadırdan. Durdu. Dağlara baktı. Sannıdaki yangını gördü. Irkildi. "Kerim saklan." dedi. "Yangın var. Şimdi gelir ormancılar. Saklan." "Yansın anasını satayım," dedi Uzun Kerim içinden. "Ormancılar söndürür." Kış geldi. Uzun Kerim'in içi rahattı. Ağılını, yapmıştı. Ağzının tadı yerine geliyordu. Bazan kavalını alıyordu çadırın orta direğinden. Eski türküleri dillendiriyordu. Ova epey aşağılarda yağmur gülleriyle ışıl ısıldı. Ta denize dek uzanıyor, bir çizgide eriyip gidiyordu ova. Yağmur dinmek bilmiyordu. Teke bir başlayınca dinmek bilmez, soluk almaz, gözünü açmaz... Yağmurun soluklandığı bir gündü. Uzun Kerim'le karısı oturuyordu çadırda. "Anasını avradını..." diye sövdü Uzun Kerim. "Burada da mı buldunuz beni..." Gök Emine başını çevirdi, baktı. Sambılda ıslanmış iki ormancı geliyordu. Buyur ettiler çaresiz. Karınlarını doyurdular. Kavurmanın yağı çenelerinden aktıkça yüzleri gülüyordu. Uzun Kerim burada kışlayacağını, beş bine kışlak tuttuğunu .söyledi ormancılara. Karınları doyunca sarı bıyıklı gök gözlü olanı: "Amca bizi buraya orman şefi yolladı," diye başladı. "Seni şikâyet etmiş muhtar. Onun için yolladı şef bizi. Kaldırın yörüğü ormandan, dedi bize." "Yaa!" dedi Uzun Kerim iç geçirerek. Sevinçleri, umutları kırılıverdi birden. "Efendiler. Kopup gelen bir azılıca kış. Yağmurdan, çamurdan nere gideyim ben? Ova çamur. Batan çıkmaz. Sürüm, çocuklarım perişan olur. Bakın size biner lira para. Her gelişinizde de kuzu kebabı, rakı... Namustan başka ne isterseniz; hepsine de he. Yaylada yayla köylüleri, Sannıda ör... Tekede işte böyle... Sayın ormanı teslim edin; sayın, alın baharın. Ama etmeyin. Allahım olun; koruyun beni bu kış. Ben de Türküm oğullar. Askere gideriz, vergi veririz, kanunu sayarız... Bir var ki yörüklükten ayrılmamışız senelerdir. Paylaşamamışız ovalan, tarlaları... Etmeyin oğullar. Uzun Kerim bu yaşın sahibi oldu. Kimseye yalvarmadı böyle..." "Amca biz seni kollasak, muhtar gene şikâyet eder. O zaman bize de bulaşır çamur. Tatlı dilin için bir hafta kal. Hava düzelince göç. Ne yapalım?" Uzun Kerim dondu kaldı ormancılar giderken. Elleri koynunda, taş gibi... Yağmur soluk almadan kırbaçlamaya başladı ertesi sabah Tekeyi ve Torosları. Ormancıların verdikleri süre aktı, gitti bulanık sellere. Yağmur gözünü açmadı. Mahkeme kapılarından çok korkuyordu Uzun Kerim. Bir gün, ala sepkenli bir havada sardı yükü. Islana ıslana yürüdü rastgele. Ta Aksaza indi, kurdu çadırı... Sürü hemen sığındı çamların altlarına, dağıldı. Yağmur bastırdı. Gökten bir deniz akıyordu yere. Uzun Kerim habire sövüyordu yağmura, esene, insanlara, muhtara, kendilerini hiç düşünmeyenlere... Bir sigara yaktı. Çömeldi. Baktı yağmura. Uzun Kerim yağmura verdi sırtını. Kepenek ötüyordu yağmurun şamarında, iki pilli elektriği Kozan yolunu ısıtıyordu. Vardı muhtarın evine, ahırına, samanlığına, ağılına, arı çatmasına birer çomak yalımlı çıra soktu, döndü geri. "Al pezevenk," dedi. "Yaptır bunları beş bine." Aksazlılar üç koyun çalmışlardı sabaha dek. Uzun Kerim buna da razıydı. Sabahın erinde sardılar gene yükü. Başı kesik yılan gibi yürüdüler rastgele. Gülsün çocuğu semerin ortasına oturtmuşlar. Sağında tavuklar sallanıyor. Eşeğin yürüyüşüne göre sarsılıyor çocuk. Sağ koltuğunun altındaki sökükten mora kesen körpe teni görünüyor. Yağmur bir başlıyor, bir açılıyor... Çocuk birden bağırdı. Uzun Kerim koştu. Çocuğu kaldırdı. Diken, akrep olur diye baktı giysisinin arasına. Bulamadı. Döndü yerine, katarın ardına. Cin Ali, Deli Memiş, Sanca Zeynep suskundular. Sürünün kenarında yürüyorlardı ölgün, bezgin. Kara köpek kuyruğunu döşüne saklamış, yürüyordu yağmurda. Çocuk gene bağırdı. Koştu, kaptı dayısı, iyice baktı her yerine. Yoktu diken, filan. Oturttu yerine çocuğu öfkeyle. Başladı sövmeye yağmura, insanlara... Sürü Necip ovasını ortasından bölerek geçti. Çamura battı sürü ovada. Çatallar köyünün aşıtma çadırı kurdu Uzun Kerim. Öfkesi dağları devirecekti. Sürüye titiz bakıyorlardı. Yağmur dinmiyordu. Yerler vıcık vıcık çamur... Dikelecek yer yok ayak üstü. Sabahı zor ettiler. Sürü oldu ilk baktıkları : Yedi koyun çalmışlardı Çatallarlılar. Uzun Kerim yeniden başladı sövmeye. Gücü ancak sövmeye yetiyordu. Sürüyü hırsız çukurundan kurtarmayı düşünüyordu hemen. Ama bulamıyordu, hatırlamıyordu böyle bir yer. Yağar eser hemen sardılar yükü. Bir gece daha kalsa sürüyü yarılayacaktı Çatallarlılar. Aksuyun kenarını uzaktan izlemeye başladı. Çocuk gene bağırdı. Koştu dayısı. Bir güzel dövdü. Güllüce yutkundu kuzusu dövülürken. Doluktu. Gözlerini taktı, bir daha ayırmadı çocuktan. Sürü Aksudan geçerken yıkandı. Kındıra düzlüğüne saçıldı. Olta gibi geçmişti sürü. Her koyunda bir ince öksürük vardı. Sürü perişandı... Mahmut Ağanın arazisinde çadır kurdu. Bilmiyordu kimin yeri olduğunu. Sabahın erinde çadırın önünde bitti Kındıralı Mahmut Ağa. Bir kaplan gibi yırtıcı. Al bir at vardı altında, iki butunda kırmızı kaplı iki tabanca asılı. "Heey! Köppekyörük!" diye gürledi. "Kime danıştın da kondun buraya! Şorada bir deveni vurdum. Gönünü alana dek izin sana. On dört de koyununu aldım otlakiye. Yoksa gösterecektim sana Mahmut Ağanın mülküne konmayı. Tez yık çadırı!" Uzun Kerim hemen sardı yükü. içinde bir yangın başlamıştı. Gözüne kandan başka şey görünmüyor, aklı kandan başka şey düşünmüyordu. Solak ovasında bir adam gördü. Yaklaştı adama, sordu : "Kardaş, Çavuşlar obasını görsen, duysan..." "Bilmem arkadaş. Bu kışyörük kondurmadılar beyler buraya." Göç asfalta doğru yürürken söylendi Uzun Kerim : "Ey Mahmut Ağa alacağın olsun! Bir ova pamuğunu yakmazsam. Ne ola ki öleyim." Gülsün kızın bağırtısına fırladı. "Ta şimdi yoldum başını orospu! Bir de sen çıktın başıma!.." Güllüce koştu, tuttu ellerini Uzun Kerim'in. "Ece!" diye haykırdı. "Etme sen bilin. Çocuktur o. Bişeyden korkuyor. Kollarını salıverdi Uzun Kerim, bacısını karşısında görünce. Göç asfalta girdi. Doğuya verdi burnunu. Asfalt kenarındaki köylüler bakıyorlardı göçe. Şaşıyorlardı. Kışın tam ortasında göçen bir yörük görmemişlerdi hiç. ölümü demekti yörüğün kış ortasında göçmesi. Göç Serik ovasını geçti. "Emmi bilsen, duysan Çavuşlar obası nere kondu ki?" "Bilmem emmim. Görmedim, duymadım bu sene onların Tekeye indiğini." Göç Köprü çayını geçti. Tugayoğulları çiftliğine düştü. Tekenin burası kara topraktır. Kömür karası, zulüm karası... İki ırmak arası, denizden Toroslara kadar Tugayoğullarınındır. Tugaylar hep doktor, mühendis, tüccar, fabrikacıdır. Bu ovaları Tekenin eğri çizgi şapkalı, yırtık şalvarlı, kuru yüzlü insanları ortak ekerler Tugayoğullarıyla. Tugayların ne zamandan beri bu toprakları tuttuğu bilinmez. Bilen yoktur, yaşlılardan bile. Eğik şapkalı yarıcılar kaldırır, Tugaylar yer bu toprakların ürününü, işte Uzun Kerim'in ocağı bu topraklarda şimdi. Önünden gelen birine obayı sordu gene Uzun Kerim. Bilen yoktu. Yağmur aldı inceden sızı gibi. Yağmura aldırmadılar. Yürüdükçe açılıp genişliyordu ova. Bitmek bilmiyordu. Ovanın değerini biçemiyordu Uzun Kerim. Sağır in dağlan kadar para yığıyor, gene değerini bulmuyordu ova Uzun Kerim'in gözünde. Sürünen yörük çok iyi biliyordu bir çadırlık yerin değerini. Toprak demek devlet demekti insanlara hükmeden... Göçü kuzeye çekti Cin Ali, Sağır in yamaçlarına. Sürü boğulacak yoksa çamurda. On beş gündür bulamıyordu solucan gibi... Yüzü aşkın kayıp vermişti. Uzun Kerim'in içi cızır cızır yanıyordu. Bir gücü yetse, ah bir gücü yetse... Ocağın irisinin ufağının yüzü kapkaraydı. Yağmur tek düze çiseliyordu. Güneş güneyden, bulutların eteğinin altından ışıltıyordu ovayı. Ova, güneşle yağmura yıkanıyor bir anda. Büyük bir duşun altında yıkanıyor ova ve Toroslar. Sürü şipildek çamurda bulanıyor, çabalıyor. Çocuk gene haykırdı. Koştu Uzun Kerim beline davranarak. Sarıca Zeynep kaptı kaynatasını belinden. Duruttu. Güllüce geldi. "Ece horoz ditti," dedi çocuğun koltuğundaki yırtığı göstererek. "Aha şuradan." Uzun Kerim kollarını yana bir daha indirdi. Gözlerini horoza taktı. Islana ıslana yürümeye başladı. Bacısının tek kuzusuydu Gülsün. Eniştesi Kor Ali'yi sel alıp gitmişti bir kış gecesi Mandırlar bükünde. Kor Ali'den kalan tek anıydı bu kız, bacısında. Çamura batarak yürüyorlardı durmadan. Horoz başını kaldırdı. Gülsün'ün koltuk altındaki yırtıktan gagaladı. Çocuk bağırdı. Uzun Kerim atladı. Tuttuğuyla bile kopardı horozun başını. Güllüce al kanların fışkırdığını görünce "kuzum!" diye haykırdı. Dondu, kaldı kederden yerinde. Çocuğunu bıçakladı sanıyordu Uzun Kerimi Çocuk birden kana bulanıverdi. Horozun boynu kırmızı bir bıçak gibi uzanıverdi. Ucundan kanlar fışkırıyordu. Gök Emine kaptı çocuğu. Soydu, baktı bedenini. Bir çizik bile bulamadı. Yalnız koltuğunun altı kıpkırmızıydı. Horozun didiklediği yer. "Anasını, dinini!.." dedi Uzun Kerim nice zaman sonra. "Az kaldı çocuğun başını yolduracaktı bana..." Sağ elinde kalan horozun kopuk başı ağzını açıp kapıyordu bazan. Yağmur gene hızlandı. Sopaları indirmeye başladı sürünün, Uzun Kerim'lerin sırtına. Tıpkı Tekenin insanı gibi kaypaktı yağmur. Tüm ova büyük bir duşun altında yıkanıyordu. Uzun Kerim yağmura aldırmıyordu artık. Elinde öylece sıkıyordu horozun kopuk başını. Sürü çamur batağından kurtulmak için çabalıyordu, emekliyordu. Bir bitkin, bir ölgün.... Sağır in dağları bulutların altında bir büyüyor, bir silinip gidiyordu, ufalanarak. Sağır in dağları yağmurun ninnisinde uyuyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat Çengel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |