"Sevgi bilmekten doğar." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Tavuk uçabilseydi yumurtayı kargalar yerdi. KİNTORTAS ATASÖZÜ Gece yarısı, herkes uyuyor. Adamlar ormanda ağaç kesiyor. Sadece balta sesleri ve her darbede acı çığlıkları ile ağaç sesleri. Başka adamlar ormanı ateşe vermiş, alevler hızla yaklaşmakta baltalı adamlara. Bir gezgin dolaşıyor ormanda, tutuşan elbisesine aldırmadan. Yüreğindeki yangınla meşgul. Ağaç kesen adamların etrafı, şimdi alevlerle kaplı. Gezgin oradan geçiyor, kucağında yavru bir kaplumbağa ile. “En azından bunu kurtarabilirim” diyor, mırıldanarak. Ağaç kesen adamlar yalvarmakta gezgine, “bizi buradan kurtar” diye. Ağaç kesenlerden biri cep telefonundan arkadaşını arıyor, ağaçları yakanlardan birinin cep telefonu çalıyor. Gezgin baltayı işaret ediyor adamlara, “bakın sapı yanmakta.” Yavru kaplumbağanın kabuğunu okşuyor, yangın devam ediyor, gezgin uzaklaşıyor. Tutuşuyor gövdeleri, karanlık ruhları ilk ve son kez aydınlanıyor. Yanık et kokusu yaprak kokusuna bulanarak gökyüzüne yükseliyor. Gezgin kasabaya indi ve baltalı adamların cenazesine katıldı. Kasabalılar onların ne kadar iyi insanlar olduklarından bahsediyorlardı. Gezgin bir tepeden törenin bitmesini bekledi. Din adamının ateşli konuşmasından sonra herkes ağlıyordu. Gezgin topluluğu yararak cenazelerin yanına geldi. Koynundan sapı olmayan baltayı çıkardı ve tabutlardan birinin üstüne koydu. Ağlayan insanlara dönerek, “bunu ormanda unutmuşlar” dedi ve gitti. Gezgin gece yarısı tekrar indi kasabaya ve gitti mezarlığa. Oturdu baltalı adamların mezarlarının yanına. Kavalını çıkardı ve çalmaya başladı. Öyle tatlı bir melodi çalıyordu ki, canlı biri görseydi ölülerin bile ağladığını düşünebilirdi. Gezgin çalmayı bıraktı, kavalını cebine koydu. Koynundan çıkardığı yavru kaplumbağayı mezarların arasına bıraktı ve gitti. ^^^^^^^^^^^^ “Ruhların para etmediği zamanda şeytan niye uğraşsın ruhlarınızı satın almaya. Şeytan insanı yoldan çıkardı ve görevini tamamladı. Gerisi kayanın yuvarlanmasıdır uçurumdan aşağıya. Beyninizin derinliklerine indiğinizde, kendinizi şiddetli bir yok etme isteğiyle karşılaşırsınız. İntihar edenler genellikle bu derinliğe inmiş kimselerdir. Beni dinleyin! Size daha derinlerde kulaç atabilmeyi teklif ediyorum. Başlarını okşadığım ve kulağına bu tür sözler fısıldadığım hayvanlar bile şimdi derin bir sessizlik içindeler.” Gezginin köpeği fırladı yerinden ve bu sözleri eden uzun sakallı, kısa boylu çirkin adamın ayakları dibine uzanıverdi. Adam devam etti; “ben uyuyordum mezarlıkta, rüyadaydım, kulaklarıma kurşun döküyordu biri, duyamıyordum hiçbir şeyi. Derken bir tatlı melodi eritti kulaklarımın kurşununu, uyandığımda seni gördüm, ey bilge kişi ve buraya kadar takip ettim seni.” Gezgin uzun süre baktıktan sonra bu tuhaf adama, konuştu fısıltıyla; “çok uzun zaman önce kapandı yaralarım. Acımı bastım yarama, kapandı yaralarım ama arttı acılarım. Uçurumun kıyısında uyudum uzun zaman istem dışı bir ölüm olsun diye ama hep yattığım gibi uyandım. O zamanlar sen, ey şeytan, çok uğraştın beni aşağı iteleyip öldürmeye ama başaramadın. Köpek sahibine sadıktır ama sahibinin sahibine daha da sadıktır, o da aldandı senin gibi, ey zavallı şeytan!” Tuhaf adam bu sözler üzerine kahkahalarla gülmeye başladı. Bu şiddetli kahkahalar o kadar uzun sürdü ki, yerini hıçkırıklarla ağlamaya bıraktığını fark etmekte zorlandı gezgin. Köpekte acı acı uluyordu, hıçkırdıkça tuhaf adam. Ağlaya ağlaya uçurumun kenarına kadar geldi tuhaf adam. Gezgine korkunç bir bakış attı ve tekrar kahkahalarla gülmeye başladı. Bir an sustu ve yanında duran köpeği kuyruğundan tutarak boşluğa fırlattı. "Ben sadık dostlarıma hep bunu yaparım" dedi ve kayboldu. O kadar hızlı bir hamle yapmıştı ki, gezgin onun da aşağı atladığını düşündü. Uçurumun kenarına geldi, koyu karanlıktı hala etraf. ^^^^^^^^^^^^ Gezinmektir gezginin işi ya, o da gezinmektedir. Bir mağara görür, “ateşim yok, gözümde bana yardım etmez, ellerim ne güne duruyor o zaman. Zehirli bir hayvan beni sokarsa, eh soksun, ölümüm doğal olsun o zaman” der ve içeri girer. Karanlığı ve sessizliği yararak ilerleyen gezgin “çıkışı asla bulamayabilirim” diye mırıldanmaktadır. Bu cümleyi o kadar çok tekrar eder ki, bir şarkı nakaratına dönüştürür ve devam eder mağarada gezinmeye. “Ben bir gezginim, ben bir gezginsem yol seçmemeliyim, tek yolu kalsa gezginin, o yolda uçuruma çıksa, işte ben aşağıda durup yanıma düşenlere gezgin derim ancak ve yaralarını sararım. Yukardan bana bakanlara ise hiçbir faydam olmaz.” Oturdu gezgin, yorulmuştu. Birden ortalık aydınlanıverdi. Biraz ilerde alevleri gördü. Oraya doğru yürüdü. Alevlerin yanına kadar geldiğinde, ağaç kesen adamların uçurumun kenarında gördüğü tuhaf adamla tartıştıklarını gördü. Yanıyorlardı, büyük acı çektikleri belliydi. Bağrışıyorlar, için için ağlıyorlar, kahkaha atıyorlar, biraz susup yine başlıyorlardı. Gezgin bir süre onları seyrettikten sonra kavalını çıkardı, çalmaya başladı. Kavalın benzersiz melodisi, acı ve ızdıraptan doğan çığlıkları kesip, yüzlerinde tarifi imkansız bir yansımaya dönüştü. Gezgin bir süre sonra çalmayı bırakıp onlarla göz göze geldiğinde, yalvaran gözlerle çalmaya devam et der gibi baktıklarını gördü. Hepsi yere kapaklanmış ağlıyorlardı. Gezgin bir an kavalına baktı ve onu ortalarına atıverdi. Ciğer kapmaya çalışan kediler gibi atılıverdi her biri. Kavalı kapan, uçurumun kenarında ki tuhaf adam oldu. Tarifsiz bir mutluluk ifadesiyle kavalı dudaklarına götürdü. Kavaldan çıkan sesler o kadar kötüydü ki, gezgin dahil hepsi kulaklarını tıkadılar. Gezgin silkindi ve doğruluverdi. O kötü ses hala kulaklarındaydı. Cebini yokladı, kavalı yerinde yoktu. Düşündüğünü düşürdü –deja vu- sonra düşürdüğünü düşündü. “Düşmüş olmalı” dedi duvarda duran tuhaf böceğe bakarak. Dışarı çıktığında gün yeni doğuyordu. Gezgin yeni bir kaval yapmak için gözüne kestirdiği bir ağaca doğru yürüdü. ^^^^^^^^^^^^ “Görebilenlerin bile bulmakta zorlandıkları bu yere, nasıl gelebildin görmeyen gözlerinle?” İhtiyar adam nefes nefese kalmıştı. Cevap vermek için biraz bekledi. “Tepelere çıkmak daha zordur benim için, yönümü bulmaya çalışmaktan. Çocuktum, gözlerim bana ihanet ettiğinde, kulaklarım üstlendi onun görevini, neşeli insan seslerini, kuş cıvıltılarını duymama pahasına. Onlar oldu, seni bana haber veren, daha ben ormana girmeden.” “Kutsamalı o zaman bu kulakları” dedi gezgin, “gözlerini sana geri verelim deseler belkide istemezsin." “Bana deseler ki” dedi kör adam, “ ‘tek dileğin var dile bizden,’ ben gözlerimi istemem. Gören aldanmıştır gerçekten, göz kanar aldanır gördüğüne, akıl ona yardım etmezse. Göz gördüğünü ister, gördüğüne gitmek ister, uçmak ister. Vermezsen onun istediğini, yaş döker. Bu yüzden dilerdim ben yarasa olmak, kulaklarımla görmek, kanatlarımla uçmak.” “İnsan kendini bağlamışken zincirlerle malına mülküne, nereden gelsin uçmak aklına” der gezgin, seyrederken güneşin batışını, devam eder, “güneş ne kadar büyük bencillik ediyor sana, böylesine sessiz batarak.” “Nice güneşlerin battığını duydum, kulaklarımı sağır edercesine battılar ve gittiler, bir daha geri gelmemecesine. Işıldayan genç gözlerin ferini söndüren karanlık ruhları gördüm, kör karanlıkta. İçinizde dolaşan, yöneten, yönlendiren, görmediğiniz, görmek istemediğiniz karanlık ruhları gördüm. Dostum! Düşmekte olan bir uçaktaysan eğer, ilk işin yük bölümüne inmek olsun. Kurtarmak olsun ilk işin, kafesteki kuşları. Kafesin kapısını aç dostum, kurtar onları.” Gezgin ürperdi, “yanlış mı yapıyorum, bu tepede oturmuş insanları seyrediyorum, sence bencillik mi bu ihtiyar?” “Bilmiyorum” dedi kör adam, uçurumdan düşmüş bir şeyi arayan gözlerle. “Hava karardı ihtiyar ama bunun senin için ne önemi var?” dedi gezgin, kör adama. “Biliyor musun” dedi ihtiyar ve kör adam gezgine, “bazen kabuslar görüyorum, kör olduğumu görüyorum, kör karanlıkta çığlık çığlığa uyanıyorum. Şükürler olsun rüyaymış diyorum, elimi lambanın düğmesine uzatıyorum, basıyorum ama ışık yanmıyor. Kör olduğumu hatırlıyorum tekrar.” ^^^^^^^^^^ Gezgin şehre indi. Her taraf insan doluydu, pazar kurulmuştu. Domatesler, elmalar, biberler, gömlek, etek, süs eşyaları. Her satıcı kendi ürünüyle özdeşleşmiş gibiydi. “Domatesler şuraya geçsin” dense, sahibi de domateslerin doğal bir parçasıymış gibi o yöne geçecek gibiydi sanki. “Alıcı da çok satıcı da, ne güzel bir pazar bu” diye mırıldandı gezgin. Sebzelere bakan bir kadına seslendi, “acılarımı satıyorum, hem de bedava.” Kadın şaşırmış ve korkmuştu, “ben sadece biber alacaktım, çocuklarıma da birkaç üst baş.” Gezgin tebessüm etti, “ah siz biberin bile tatlısını seversiniz değil mi?” Kadın hızlıca uzaklaştı gezginin yanından. Pazar arabası ile yavaş yavaş yürüyüp alış veriş yapan yaşlı bir adamın yanına yaklaştı. “Sorunsuz geçen bir ömür ve işte sıradan bir yüz ama ölüm gelmiş kapıya dayanmış. Geçmişinde bedelini ödemekten çekindiğin ve kaçtığın her şey birikmiş seni bekliyor ihtiyar.” Şaşkınlık, yine o aynı şaşkınlık belirdi bu sıradan yüzde de. “Güzel bir hayat yaşadım ben, dilenci. Hala da güzel bir hayat yaşıyorum. Çocuklarım, torunlarım, hayatta olan karım ve güzel bir evim var. Peki dilenci, senin neyin var?” Gezgin karşılık verdi, “bu yaşta bile parlayan gözler, bunlar çakal gözleri olmalı. Benim neyim mi var? Benim acılarımdan damıttığım birkaç damla göz yaşım var, hep yanımda taşıdığım. Oysa görüyorum ki ihtiyar, senin olduğunu iddia ettiğin şeylerin hiçbiri yok şu an yanında. Deprem, yangın, savaş veya bir ihanet hepsini alabilir elinden bir anda. Başına gelmesinden çok korktuğun bu şeyleri ben yaşasam, ‘ne güzel’ derim, arttı damıttığım damlalarım.” İhtiyar adam sinirlenmişti. Cebinden biraz para çıkarttı, gezgine uzattı, “al bunları da benim için de dua et, seni kurnaz dilenci.” Gezgin tebessüm etti, “kokuşmuş da olsa bir kalbin olduğunu sana hatırlattım ama sen iflah olmaz bencilliğinle, onu temizleme işini de üstüme yıkmaya çalışıyorsun. Hayatın boyunca bir damla göz yaşı dökmemişsen başkaları için, bir çırpıda tertemiz olmayı nasıl bekleyebilirsin?” İhtiyar adam hiçbir şey söylemedi. Arkasını döndü ve ağır ağır yürümeye devam etti. Ağladığını gördüler yanından geçenler. ^^^^^^^^^^ “Uyuma, ne olur uyuma, uyursan ölürsün yolcu, lütfen uyuma!” Yumuşak karların üstüne uzanmıştı gezgin. Gökyüzünü seyrediyordu, yüzüne yağan karlara aldırmadan. Başındaki peri o kadar güzel uyuma diye yalvarıyordu ki, uyumaması imkansızdı. Bir annenin ninnisi gibiydi bu kulağına fısıldananlar. İyice ağırlaştı uykusu gezginin, “ölümde senin kadar tatlı mı ey peri” oldu son sözleri. “Kalk artık, kalk artık” kulaklarında durmadan bu sözler yankılanıyordu. Kalktı. Kalkmasıyla kayıp düşmesi bir oldu. Göl gibi bir şeyin üstündeydi. Bu bir göldü ve göl buz tutmuştu. Çocuk sesleri duydu. Biraz ilerde çocukları gördü. Hepsi neşe içinde oynuyordu. Ortada kocaman bir kardan adam vardı ve çocuklar kardan adama kartopu atarak eğleniyorlardı. Bir ağlama sesi duydu. Çocukların yüzüne tek tek baktığında hiç birinin ağlamadığını gördü. Ağlayan kardan adamdı. Her yediği kartopu, kardan adamın daha sesli ağlamasına yol açıyordu. O ağladıkça çocuklar daha bir neşeleniyorlar, kartopu atışını hızlandırıyorlardı. Aldığı darbeler kardan adamın üzerinde tamir edilmez yaralar açıyor, kollarından bacaklarından koca koca parçalar kopuyordu. Gezgin çocukların yaptıklarının yanlışlığından bahsetmeye hazırlanıyordu ki gelen bir kartopu kardan adamın kellesini koparıverdi. Kafanın yere düşmesiyle parçalanması bir oldu. Çocuklar birden durdular. “Akılları başlarına gelmiş olmalı” diye düşünürken gezgin, kafasına bir kartopu darbesi aldı. Artık gezgine atıyorlardı kartoplarını. Gezginin kaçabilecek bir yeri yoktu bu koca gölün ortasında. Çocuklar öyle büyük bir hırsla atıyorlardı ki kartoplarını, gezgin onlara laf anlatmaya çalışmanın gereksiz olduğunu düşündü. Kafasına peş peşe gelen darbelerden, gezginin beyni zonkluyordu. Yediği her kartopunun yanlış bir fikri temsil ettiğini düşündü. Dayatılan her yanlış fikir, beyninde filiz vermeye çalışan güzel düşünceleri parçalayıp yok ediyordu. Çocuklar yaptıkları şeyin doğru olup olmadığını sorgulamaktan bile acizdiler o anda. Gezgin ölmek üzereydi. Geçmişi gözünün önünden geçmeye başladı. Kendi hayatını seyrettiğinde korkunç bir gerçeği fark etti. O aslında çoktan ölmüştü. Yıllar önce bir tepeden bir gerçeği insanlara anlatmak isterken, o insanların aşırı tepkisiyle karşılaşmış, kötü niyetli birkaç kişinin onu aşağı ittirmeleri sonucu düşüp ölmüştü. O gün gezginin ölümü, toplumun vicdanının ölümüydü. Gezgin bir daha ölemezdi. Üzerinde yattığı buz gölünün yumuşamaya başladığını hissetti. Güneş çıkmıştı. Güneşin çıkmasıyla çocuklar buzdan yapılmışçasına erimeye başladılar. Kahkahaları kesilmiş, eriyen buzun suları, kardan adamın suyuna karışmıştı. Bir pazarcının kendini sallaması ile kendine geldi. “Pazar bitti, herkes gitti” dedi pazarcı, şaşkın bakan gezgine. ^^^^^^^^^^ Gezgin ormana geri döndü. Ümidini kesmişti insanlardan, ağlıyordu. Hıçkırıklara boğuldu. Çalılıkların kıpırdadığını duydu arkasında. Uçurumdan atladığını zannettiği çirkin ihtiyar karşısında beliriverdi. “Ağlıyorsun, düzeltmeyi beceremediğin insanlara ağladığını zannediyorsun. Ama sen kendin için ağlıyorsun! Sen de en az benim kadar bencil ve kötü kalplisin! Kendini önemli biri sanıp bunu insanlara tasdik ettirmek istedin ama seni umursamadılar bile!” Kahkahalar atarak gezginin etrafında dönüp, devam etti; “sarıl bana dostum, rahatlarsın.” Kollarını gezgine doğru açtı. Gezgin ihtiyara bakıp ağlamaya devam etti. Bir anlık tereddütten sonra ihtiyara sarıldı. İhtiyar kollarını kavuşturdu gezginin arkasından. İhtiyarın kolları uzamaya, ahtapot gibi gezgini sarıp sıkmaya başladı. Gezgin yaptığının yanlış olduğunu düşündü ama her şey için çok geçti. İhtiyar korkunç kahkahalarla gülüyor ve gerçek varlığına dönüşüyordu. Korkunç görünüyordu şimdi. “Senden daha çok acı çektiğim için bu haldeyim! Oysa sen iki günlük geçmişine bakmadan işime burnunu sokmaya cüret ettin! Kendilerine hazırladığım sistemlerle rahat yaşamalarını sağladığım insanların kafalarını bulandırmaya, beyinlerinin yıkamaya çalıştın! Bu yaptığın düpedüz terör senin! Suçlusun! Suçunun cezasını çekeceksin! Cezan ise, insanların arasına karışmak ve ölene kadar onlar gibi yaşamak, sormadan, merak etmeden, tepki vermeden!” Uçurumun kıyısına kadar gelmişlerdi. Yaratık zafer kazanmış komutan edasıyla gezgine son bir kez baktı ve onu boşluğa fırlattı. Genç bir adam uyandı, uçurumun altında, köpeğinin yüzünü yalamasıyla. Başına dokundu, şişmişti. “Başımı vurmuş olmalıyım” dedi, ceplerini yoklarken. “Paraya ihtiyacım var, bir iş bulmalıyım önce, sonra bir ev alabilirim belki, değil mi sadık dostum” diyerek seslendi köpeğine. Köpek “haklısın” dercesine havladı. Gezgin dönmemek üzere geriye, şehre iniyordu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © a. fuat seğmen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |