İnsanlığı tanımak insanları teker teker tanımaktan kolaydır. -La Rochefoucauld |
|
||||||||||
|
Kimdi Yunus Emre? Orta Anadolu'da yaşadığı, orada fikri eğitimini sufî piri Tapduk Emre'den aldığı ve takriben 1321 yılında öldüğü dışında hakkında hemen hemen hiç bir bir şey bilinmiyor – mezarına sahip olma şerefine erişmek için Türkiye'nin bir çok yöresi çekişme halindedir. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır; buradan da Yunus'un 1240'larda ya da daha geç bir tarihte doğduğu sonucu çıkarılabilir. Anadolu'dan geçilir ya da oraya gidip yaşanırsa, O'nun hasret dolu şiirlerinde ve bu mısraların ortaya çıkmasında bütün tabiatın nasıl bir ilham kaynağı olduğu çok daha iyi anlaşılır. Geçmiş yıllarda ne zaman Ankara'dan doğuya ya da kuzey doğuya gittiysem, Yunus Emre'nin mısraları içimi titretmiştir:** Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın Aktın yine kanlu yaşım yollarımu bağlar mısın Ben toprak oldum yoluna sen aşurı gözetirsin Şu karşuma göğüs geren taş bağırlı dağlar mısın Harâmî gibi yoluma arkurı inen karlı dağ Ben yârimden ayru düştüm sen yolumu bağlar mısın Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut Saçın çözüp benüm içün yaşın yaşın ağlar mısın? Çünkü O, bütün tabiatın, sessiz diliyle, ebedi sevgiliye, yani Allah'a hasretini anlattığını ve her taşın, her bitkinin yaratana hamd-ü sena ettiğini biliyordu. En güzel şiirleri bu duygudan ortaya çıktı. Su çarkının gıcırtısını, ait olduğu ormandan kopup sıla hasreti çeken odunun dinmek bilmeyen hasretinin ifadesi olarak idrak edecek yetenekteydi O – tıpkı kendisinden önce Mevlana Rumî'nin ney sesini, uçsuz bucaksız sazlıklara ve vahdete ermeğe duyduğu hasretin feryatları olarak yorumlaması gibi. İlk kez Yunus, şiirlerinde büyük ölçüde Türkçe kullanmıştır. Daha önce de Mevlana'nın oğlu Sultan Velet Türkçe olarak tasavvuf şiirleri yazmıştı. Fakat Yunus'la birlikte dil, daha renkli, canlı ve halk zevkine uygun bir hale gelmiştir. Gerçi şiirlerinin bir çoğunda, aruz veznini kullanmıştı, fakat en güzel ve tanınmış şiirleri Türkçe hece vezniyle yazılmıştır. Böylece, kısa bir süre sonra dervişler tarafından köylerde benimsenen ve biraraya geldiklerinde söylenen ilahiler ortaya çıktı – "Elhamdülillah", "Yalvar kul Allah'a yalvar", "Çağırayım Mevlam seni" gibi nakaratlardan, bu şiirlerin derviş toplulukları için yazıldığı anlaşılmaktadır (özellikle John Walsh, Edinburg, bu hususa işaret etmektedir). Bunlar nasıl topluluklardı? “İslamın derunî cephesi” olan Sufîlik, milâdi takvime göre 8. yüzyılda, Muhammed peygamberin ölümünden (632) sonra yaklaşık yüzyıl içinde yavaş yavaş bir münzevi yaşantısı olarak yayıldı. Dünyadan elini eteğini çekmiş münzevi erkekler (ve bir kaç da kadın) yün (Arapça: suf) esvaplar giyerlerdi; bu hırkaları giyince sufî denirdi onlara. Mutaassıp, dünyaya ve nimetlerine sırt çevirmiş bu münzevîlere, mutlak Allah sevgisi fikri, Basralı Rabia adlı bir kadın (ölümü 801) tarafından öğretildi. Onun, bu işi ilk kez, hakiki mü’minin cehennem korkusundan veya cennet ümidinden dolayı değil, sadece ebedi güzellikler aşkına ibadet etmesi gerektiği şeklinde beyan ettiği anlaşılıyor. Bu düşünce, sonraki yıllarda daha da gelişmiştir; Dinin koyduğu kuralları (günde beş vakit namaz, oruç, hac, zekat) harfi harfine yerine getiren münzeviler, bu vecibelerini bir de derinleştirdiler. Ruhun, Allah sevgisine adım adım belli aşamalardan geçerek ulaşmasını sağlamak için usuller geliştirdiler. Mükemmel bir şekilde olgunlaştırılmış bir iç yaşantıyı benimsiyorlardı ve islâmi inancın temel düşüncesi üzerinde ısrarla duruyorlardı; bu da bir ve tek Allah’tan başka tanrı olmadığı inancıydı: Bu düşünce içinde, dünya nimetleriyle ilgilenmek puta tapmak anlamına geliyor. Ve dünyada bir şey sevilecekse, bu, onun ancak Allah’ın yarattığı ve içinde bu yaratıcılığın ve güzelliğinin yansıdığı bir şey olduğu bilinciyle yapılırdı. Yunus’un çok ünlü mısralarından birinde söylediği gibi Yaradılmışı hoş gördük Yaradan’dan ötürü. Sufîler, sonra, Kur’an’ın dediği gibi, Allah’a hizmet ve ibadet etmek için yaratılmış olan tabiatın zikrini duydular, ve Kur’an’da bildirildiği gibi, “varlığımızın belgelerini hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde” gördüler (Sure 41/53). Sufîliğin büyük klasik dönemi dönemi 10. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bir derviş olan El-Hallac’ın 922’de Bağdat’ta idam edilmesi, bir anlamda bu hareketin de sonunu hazırlamıştır: aşk şehadetini içmiş, Allah’ı içinde taşıyarak darağacına giden Hallac’ın adı, sufî edebiyatına günümüze kadar ilham kaynağı olmuştur. Sufîlik kendi içinde de bir takım dalgalanmalar geçirmiş, sadece Arapça konuşanlar arasında değil, belki daha fazla İran, Türk ve Hint dünyasında yayılmıştır. Bu bölgede son derece zengin tasavvuf edebiyatı, çoşkulu aşk şiirleri ve muazzam didaktik destanlar yazılmıştır. Her iki türde de, Afganistan’ın Belh şehrinde doğan ve ömrünün büyük bir bölümünü Konya’da geçiren Mevlana Rumî’nin adı ilk sıralarda yer alır. O zamana kadar oldukça seçkinci sufî öğretisinden bir akım meydana getirip, çok sayıda insanı cezbeden ilk tarikatler de hemen hemen aynı tarihlerde ortaya çıkar. Bu tarikatlerde emredilen ibadetlerin yanısıra, sufîlerin en önemli ibadet biçimi olan zikr (Allah’ı anma) bilhassa yapılırdı. Bu esnada, yüzlerce, binlerce defa şahadet getirilir veya Tanrının doksan dokuz adından biri olan Allah sözü ya da bir başka dinî tabir tekrarlanırdı. Böyle bir takım tabirlerin kullanımında, Yunus Emre’nin şiirleri ortaya çıkmıştır. O, Anadolu’yu katederken, Kadiriye ve Suhraverdiye gibi büyük tarikatler henüz orada yerleşmemişti; fakat münferit derviş liderlerin etrafında toplanmış, tasavvufî düşünce tarzını benimseyen daha küçük gruplar vardı. Bu gruplardan birinin, Yunus’un da içinde bulunduğu Emreler olduğunu görüyoruz. Şiirleri bu gelişmeler çerçevesinde ele alınmalı ve O’nun yaşadığı devirde Anadolu’nun, tarihinin en zor dönemini geçirdiği unutulmamalıdır. Hükümdarları, Konya, Sivas, Kayseri ve diğer şehirleri muhteşem binalarla donatmış ve doğu eyaletlerinden sayısız sığınmacıyı kabul etmiş olan Selçuklular, 1220’den itibaren Orta Asya’dan gelen ve İslam dünyasının merkezini ele geçiren Moğollar tarafından dağıtılmışlardı. 1258’de – Yunus daha delikanlı iken – Abbasi halifesi, Bağdat’ta Moğollar tarafından öldürüldü. Böylece İslam dünyası – sembolik de olsa – siyasi ağırlığını kaybetti. Gerçi Moğollar çok daha önceleri Sivas, Kayseri ve Konya’ya kadar ilerlemiş, buraları haraca bağlamışlardı, ve önlenemez gibi görünen ilerlemeleri 1260’da Suriye’de Mısır orduları tarafından durdurulduktan sonra da, önemli siyasi bir güç olarak kaldılar. Küçük beylikler ortaya çıktı ki, bunların içinden Osmanlılar güney batı Anadolu’da hükümranlığa yükselecekti. İçerde siyasi bir karışıklık baş gösterdi, ve eğer Yunus Emre dünyanın faniliğinden bahsediyorsa, bu sırf Kur’an’ın yeryüzündeki her şeyin geçici olduğunu ve sadece Allah’ın ilelebet kalacağını söylemesinden değil, bu çöküşü gezdiği yerlerde bizzat görmüş olmasındandır. Arayış içinde olanların yapacağı bir tek şey kalıyor: inayetini, Yunus’un da bir çok mutasavvıf gibi nurlu bir inci diye nitelendirdiği Muhammed peygamberi göndererek gösteren Allah’a yönelmek – o peygamber ki, ümmetine şefaat edeceği için kıyamet günü korkudan ona sığınılacaktır. Ve zavallı günahkar, Allah’ın inayetiyle cennete kabul edilirse, Yunus biliyordu ki, cennetin dış görünüşleri olan saraylar ve huriler sadece bir işarettir – O’nun istediği ise, dünya ve cennetteki her şeyin övdüğü Allah’ın varlığından başka bir şey değildi – bu sır en güzel şiirinde ifadesini bulmuştur: Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyü deyü Çıkmış İslam bülbülleri Öter Allah deyü deyü Salınır tûbâ dalları Kur’an okur hem dilleri Cennet bağının gülleri Kokar Allah deyü deyü Hep nurdandır direkleri Gümüştendir yaprakları Uzandıkça budakları Biter Allah deyü deyü Aydan arıdır yüzleri Misk-ü anberdir sözleri Cennette huri kızları Gezer Allah deyü deyü bu şiir sevgili Allah’a yönelmeyi çok güzel bir şekilde anlatır. Okuyucu, hararetli bir aşk, ibadet ve tabiki çok mükemmel vahdet anlayışıyla dolu şiirlerinde Yunus’un, kadere isyan eden feryadını duyunca da şaşıracaktır: O’nun Yâ ilâhi ger suâl itsen bana Cevabum işbudurur anda sana Ben bana zulmeyledüm, itdüm günah Neyledüm nitdüm sana iy Pâdşah Gelmedin didün hakuma kem diyü Toğmadın didün Asâ Âdem diyü Sen ezelde beni âsi yazasın Toldurasın âleme âvâzesin Ben mi düzdüm beni sen düzdin beni (…) Hiç Yunus’dan değdi mi sana ziyan Sen bilürsin âşıkârâ-vü nihan Bir avuç toprağa bunca kıyl-ü kaal Neye gerek iy Kerîmi Zül celâl şeklindeki seslenişi bir çok inananın şüphesinin mısralara yansımasıdır: Mademki Allah her şeyi bilendir, ne diye zavallı insanları kıyamet gününde bir kez daha imtihan edip, kirli günahlarını teraziye koyar, onları kıl gibi ince bir köprüden yürütür? Bu O’nun hikmetine, merhametine ters düşmez mi? Yunus, şiirinin sonunda, gösterdiği cüretten pişman olur, fakat verdiği örnek daha sonra yazılan bir çok şiirde etkisini göstermiştir; özellikle de O’nun yaşadığı yıllarda Anadolu’da var olan Bektaşi şiirlerinde, Allah’a akıl ermez işlerinden dolayı serzenişlerde bulunulan bazı hitaplar vardır ve Anadolu’da bazı köy evliyaları, zamanımıza kadar “dindarlıkla bağdaşmayan” ifadeler kullanmışlardır. Bu konuda Yunus’a dayanmaktadırlar; fakat kendisinden önce, büyük Farisi şair Attar’ın mistik efsanelerinin kahramanları da tanrı ile böyle bir mücadele içinde oldukları görülmektedir. Okuyucuyu şaşırtan bir şiirde şudur: Çıkdum erük ağacına Anda yidüm üzümi Bostan ıssı kakıyup Dir ne yirsin kozumı Kerpiç koydum kazana Poyraz ile kaynatdum Nedür diyü sorana Bandum virdüm özüni (…) Balığın kavağa çıktığı dize ya atasözü gibi kullanılmıştır ya da o zamanlar yaygın olarak bir deyimden kaynaklanmıştır: “Balık kavağa çıkınca”, asla, hiç bir zaman demektir. Yunus’un bu absürd şiiri, Türkiye’deki tasavvufla ilgilenen ustalar tarafından yorumlanmış ve onlar, kavak ağacı’nın islami kaide, salkım’ın mistik yol, ceviz’in hakiki bilgi anlamına geldiğini ortaya koymuşlardır – bu mümkündür, çünkü sufîler, tanrı aşkının derin sırlarını ve halveti, bu sırra vakıf olmayanlara açıkca söylememek için genellikle paradoksal ifadeler, hatta gizemli bir dil kullanırlar. Belki de, dinleyenleri biraz şaşırtmak ve onlara entellektüel olmayan bir ifade kullanarak daha derin bir gerçekliğin yolunu açmak için, kelimelerle öylesine oynamaktan zevk almışlardır. Bunu bilemiyoruz. Ancak ilginçtir ki, Ortaçağ’ın popüler Hint mistisizminde aynı şekilde “balık ağaca çıkar”. Bu paradoksal mısralar bütün tasavvuf akımlarında yakından incelenmiştir. Mamafih Yunus bu türde de Türk edebiyatına bir örnek kazandırmıştır. 15. yüzyılda, bektaşi şairleri arasında, özellikle Kaygusuz Abdal’ın mısralarında nefis parodiler ve aynı şekilde eğlenceli olduğu kadar anlamlı imajlar vardır. Yunus Emre’nin şiiri – yalnızca “tanrıyla olan kavgası” ve absürd şiiri değil, aynı zamanda daha çok, şarkı olmaya müsait ve çoğu tekrarlı nakarat içeren dört mısralı kıtalardan oluşan şiirinin biçimi – yüzyıllardır taklit edilegelmiştir, ve 20. yüzyıl içlerine kadar üslubundan yararlanılmıştır. Son örnek, Yeni Yunus Emre olarak tanınan, irticalen ve kendinden birşey katmaksızın Yunus Emre’nin üslubunda, “doğuş” diye nitelenen çok sayıda şiir yaratan, Adanalı demirci İsmail Emre adlı bir kişidir. Dahası, modern Türk müziğinin büyük eserlerinden biri, Adnan Saygun’un, O’nun en güzel mısralarını, geleneksel derviş musikisini modern ezgilerle olağanüstü bir bağlantı içinde işleyen Yunus Emre Oratoryosu’ dur. Yunus, tiyatro eserlerine ve hikayelere de konu olmuştur (ben de “Wanderungen mit Yunus Emre” [Yunus Emre ile gezintiler] adlı eserimde, O’nun ömrünün son yılını sergilemeye çalışmıştım). Yunus Emre araştırmaları, O’nun eserleriyle ancak, yorulmaz bilim adamı Abdülbaki Gölpınarlı’nın, Divan’ı 1943’te edisyon kritiğinden sonra ilgilenmiştir. Şüphesiz, O’nun ismini taşıyan şiirlerden gerçekten O’na ait olanları ayırdetmek hiç bir zaman mümkün olmayacaktır – çünkü, takip eden yüzyıllarda şairler, O’nun ruhunu ve üslubunu yaşatmayı fazlasıyla görev bilmişlerdir. Şiirlerini seçerken, diğer antolojilerde olduğu gibi sübjektif davrandık. Şiirlerin bir çoğunu on yıllar önce tercüme etmiştik, diğer bir kısmını da bu küçük kitap için hazırladık. Şiirleri fragmanlar halinde vermek bana anlamlı geldi: İslam kültürünü ve Türk geleneklerini bilmeyen Alman okuyucu için, uzun şiirlere nüfuz etmek kolay olmayacaktı. Ayrıca İslam geleneğinde şiir çoğunlukla arkitektonik bir yapı göstermez, aksine yanyana dizilmiş “inciler”den oluşur. Türk veya Farisi antolojistler, bunlardan en güzel ve tipik bulduklarını seçerler. Tercümede, şiirlerin ritmine mümkün olduğu kadar sadık kalmaya çalıştım. Arasıra, (Yunus Emre bazen oldukça serbest kafiye kullansa da), Türkçede çok kolay bulunabilen kafiyeden vazgeçtim. Alman okuyucusunun, anadilini ince, esnek, edebi bir enstrüman gibi işlemiş ve hemşehrilerine Allah aşkının ve sonsuz özlemin sırrını hep yeni imajlarla terennüm etmiş olan bir Türk mutasavvıfının şiirlerinden en azından bir izlenim edineceğinden ümitliyim. O’nun mısraları en güzel İslam geleneğiyle, Allah’a ve yarattığına sevgi ile; dünyayı, yaratanını öven ve ona hasret duyan bir yaratılmış varlık olarak anlayan ruhla dopdoludur. Bu, Yunus Emre’nin mısralarından fışkıran, Allah’ın ebedi bilgeliğine sonsuz bir güven duygusudur, ve sayısını tahmin edemiyeceğimiz bir çok insan için onun sözleri bir tesellidir: (…) Ağlatırsa Mevlam yine güldürür. Çev. Muallâ Öztürk Notlar: *) Bu yazı “Ausgewählte Gedichte von Yunus Emre (Yunus Emre’den Seçme Şiirler)” adlı kitaba (Önel Verlag, Köln 1991) giriş olarak yazılmıştır. Metin içindeki şiirlerin tamamı tarafımızdan eklenmiştir. **) Şiirin Türkçesi Ahmet Kabaklı, Yunus Emre, Toker Yay, 100 Büyük Edip, 100 Büyük Şair, No 2, İstanbul 1972, s.154’den aktarılmıştır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mualla Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |