"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Tam tepelerden bakarak Görüyorsun Rüzgarlı bir yaprak Dün gök gümbürdeyip durdu. Bu günde gökyüzü, kendini birkaç kaba-kalın köpükle donatırken, gün ışığı bulutların arasından sıyrılıp ormanın üzerine sarı bir leke gibi düşüyor, yüksek tepelerden çıkıp gelen rüzgar; ne kadar yayılmış sarı leke varsa soluğunun bir itişiyle gözden yok olup götürüyordu. Etrafta küçük toz kümeleri döneniyordu. Salt dikenlerle, çam ağaçlarının berisinde soluk cılız renkli çiçekleri kalmış zakkumlar, sık yeşil yaprakları hemen hemen yanık bir renge dönüşmüş sarmaşık, asilce yalpalayan çınar, yapraklarını döken kauçuk, taşların arasındaki otlar; dün içtikleri yağmurdan sonra boğazlarına kadar sevince boğulmuşlar, yerde duran çürümüş kütük, gün boyunca benjamin yaprağına bakıp gülümseyip durmuştu. Oysa küçük Benjamin; böyle rüzgarlı günlerde dikildiği yerde, korkunç bir yorgunluk, dinmez bir yürek çarpıntısı içinde kalır, hep tetikte hep tedirgin beklerdi. Çünkü bu rüzgar bedenini, dalından ayırıp bir anda yere indirebilir, onu yok edebilirdi. Onun için dalından ayrılmak ile ölmek arasında bir fark yoktu. Henüz üç-beş santim boyunda mutlu ve masumdu. Dünya ne kadar güzeldi, böylesi dokunulmamış bir güzelliğin içinde olmak, doğanın yarattığı bu olağan üstü vahşi ormanda bulunmak, nefes alabilmek, yaşamak ne büyük şanstı...Buradaki mantarları, böcekleri, sincapları, yaban meyvelerini, kirpileri, nemli çürük yaprakları daha çok sevmeden uçup gitmek istemiyordu. Bu haksızlıktı! Daha, diğer arkadaşları gibi boynunu alabildiğince gökyüzüne uzatacak, güneşe, yağmura yüzünü yıkatacak, hatta ‘anne’ olup, yavrularına örümcek ağlarından salıncak yapacak, hele de gecenin ay ışığıyla dans edip şımaracak, uçları kurumuş dallar ona bakıp gülümseyeceklerdi... Benjamin’nin yüzündeki o umutlu gülümseme henüz sönmemişti ki rüzgar yeniden kavradı; silkeledi. Bastığı yerin ayakları altından savrulmasıyla iyice yapıştı bulunduğu dar, sıska dalın ucuna. Kök sapından eğildi, sağa sola sarktı uçuşan başını telaşla çırptı. Çirkin gözlü bir kertenkele otların arasından sıyrılıp selvi ağacının dibine oradan da bodur çalıların altına telaşla kaydı. Sanki bir şeylerin geliyor olduğu hissine kapılmış korunmaya çalışıyordu. Gözden yok oldu. Yel bir an duraklayıp kendi diliyle bir şarkı söyler gibi yeniden onu sırtına aldı. Hızla yukarı attı. Benjamin, gökyüzünü bedeninin altında görecekmiş gibi korktu. Bir kez daha onun ağırlığı altında esnemeye, sallanmaya başladı. Her savrulmada artan bir korkuyla diğer yapraklara sarılıyor onlarla birlikte havalanıyor, havalanıyor rüzgar gülü gibi dönüp duruyordu. Bu kez rüzgarın ağırlığı biraz daha eğmişti o küçük bacaklarını. O zaman anladık ki bulunduğu dalın inceliği darlığı çok daha tedirgin ediciydi. Hele en sağlam yerinin en güvenilmez oluşu büyük şansızlıktı doğrusu. Yel yeniden ona yaklaştı. Ayaklarından çekti. Tekrar yukarı savurdu. Ürperdi. Rüzgar, kökünde dolanan bir yılan gibi soğuk nefesini ona doladıkça daha çok ürperiyor, bir aşağıya bir yukarıya inip kalkıyordu. Böylesi bir rüzgar fırtınası görmemişti şimdiye kadar. Gözlerini yumdu ve “Ah! bu sefer bitti düşeceğim.” Dedi. Çaresizlikten anlık bir kurtuluş adına omuzlarını dala yasladı, yalpaladı: usul usul geri çekildi, bedenine doğru kıvrandı. Karnı nerededeyse yapıştığı dalın üzerinde. Kalakaldı. Yel yavaşlamıştı. Gözlerini açtı. İçinden kocaman bir “oh” çekti. Ürkek bir iki kımıltıyla sendeledi sarsıntıda yalpalayarak, döndüğü yavaşlıkta dalın ucuna doğru bakındı. Hâlâ gün ışığından yoksun ağaçlar, yağmur beklentisiyle şenlenip rüzgarın keyifli esintisiyle dansa durmuşlar onun korkulu bekleyişine yok olup gitmesine hiç aldırmadan salınıyorlardı. Hele o çürümüş kütük yine ona bakıp kaygısızca gülümsüyordu. Oysa kendisi var olamanın, sağ kalmanın telaşındaydı. Bütün sesleri, yankıları ölçüp biçti. Topraktan, diğer arkadaşlarından, çevresinde yaşayan, yaşamayan tüm nesnelerden yüksek sayısız türde titreşim alıyor, dinliyor, tüm gövdesine yayılan incecik sinirleri geriyordu. O zaman anladı kısa gövdeli kısa bacaklı bir yaratığın koşarak üzerinden geçtiğini. İlk kez bir ziyaretçi varlığından tedirginlik yerine sevinç duyuyordu. Gökyüzünün telaşı onunda telaşı olmuş, çıkardığı bet bir hışırtıyla, komik, küçük, rengarenk tüylü bedenini kıvırarak hızlı hızlı yürüyordu. Ama bu tüylü bedeni günün ışığı altında koyu bir renge büründüğünde dev cüsseli bir yaratık gibi görünüyordu. Ufak bir yaratıktı aslında. Ağaçları mesken tutan bir memeliydi sanki...Geri döndü. Zıplayarak yaklaştı. Benjamin’e baktı. Göz göze gelebilmek için kırılırcasına eğilip, gülen ışıklı gözleriyle bakarken, kafası ve dişleri parladı. (Sanırım bakışlarıyla dişileri cezbeden bir erkek olmalıydı.) Bekledi. Onu didiklemeye henüz karar vermemişti ki, küçük tüylü burnunu uzatıp kokladı. Kanatlarını hızla kaldırıp indirdi. Karar verip ağzını açtığı sırada rüzgar, eskimiş reçine kokusu yayarak hızla esti. Uçuştular... Benjamin’nin damarlı bedenine sık sık yerleşen derin bir çizgi , birçok ince çizgiye ayrılarak bütün bedenini kapladı. İyice buruştu. Başını öğe eğip kollarını ve bacaklarını iki yana şaşkın bir çocuk gibi savurdu. Aşağıda küçük bir kanatın çırpışının yanında sonsuz alacalı lekeleri, çizgileri, yukarıda o kocaman ölümcül griliği gördü. Başı döndü. Korkusu tazelenmesiyle şakaklarından ince bir ter sızdı. Bu duygusunu yenmesi için bir şeyler yapması gerekiyordu. Beklemek hiçbir şey yapmadan beklemek daha çok artırıyordu korkusunu. Bu belki de; dalından ayrılmak, daha az tehlikeli yere gitmek olabilirdi. Ama...Ama. O zaman ölmüş olmaz mıydı? Belki de olmazdı! Kopup gittiğinde, bu rüzgar yağmuru...dünkü yağmuru davet ederse toprağa düştüğünde artık bütün tehlikeler bitmiş olurdu. O zaman korunur, beslenir, susuzluğunu giderirdi. Bu olasılık yüreklendirdi onu. Doğruldu. Her sarsıntıda durarak, rüzgarı koklayarak, başını iyice dik tutarak bakındı. Önündeki sonsuz boşluğa doğru küçük bir kıpırtıyla gülümsedi... Kuru otların altında gezinen küçük canlıların, devinen ağaçların, zakkumun üstündeki cırcır böceğinin, art arda düşen çam kozalaklarının bir koro arsızlığıyla çıkardıkları seslerinden ürkmeden, dikildiği yerde; bütün gövdesiyle her türlü olasılığa hazır rüzgarın sert vuruşunu bekledi. Ayaklarını gerdi. Geri çekilmek fikri ne kadar çekiciydi oysa. Yel sesini çıkartmadı. Sadece, bir kuzeyden yüksek tepelerden geliyor sonra dönüyor batıdan üflüyor dalındaki bütün yaprakları sakince sallıyordu. Sabırsızlanmaya başladı. Yorgunluktan bitmişti. Tam o sırada çıkarttı rüzgar, güçlü kılıfından esişini. Sertçe çarptı yaprağa. Sıçradı. İnip kalktı. Yerinde savruldu. Bir süre havada başı önünde döndü, geniş yaylar çizerek uçtu, alçalmaya başladı. Artık yelden de tehlikeli bir yere gidiyor olmalıydı. İri tozlu bir damla düştü bedenine. Daha hızlı kaydı. Ardından daha kocaman bir damla daha. Sırtına vurduğu anda kapaklandı. Toprağa.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duru Karal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |